06 Mayıs 2014

Devrim Evin: Ben duruşu net bir adamım

Devrim Evin, ‘Fetih 1453’ filminde Fatih Sultan Mehmet’i canlandırarak geniş kitlelere ulaştı

Devrim Evin, ‘Fetih 1453’ filminde Fatih Sultan Mehmet’i canlandırarak geniş kitlelere ulaştı. Ardından yine tarihi önemli bir karakter olan Yunus Emre’ye hayat verdi. Başarılı oyuncu ile tiyatro çalışmalarından ülkemizde sanatın sorunlarına kadar geniş bir sohbet gerçekleştirdik.

Devrim Evin, ‘Fetih 1453’ filminde Fatih’i canlandırdı. İzleyici, dizi versiyonu ‘Fatih’te yine Fatih rolüne yakıştırdığı Evin’i görmek istiyordu. Bir araya gelip uzun bir sohbet gerçekleştirdiğimiz Evin, bu konuya da açıklık getiriyor…

MUR_9005.JPG görüntüleniyor

Şu anda üç tiyatro oyununda birden rol alıyorsunuz ve hepsi de devam ediyor öyle değil mi?

Evet, bu sezon oynadığım üç oyun da devam ediyor. Devlet Tiyatrosu’nda Türkiye’de ilk kez sahnelenen, Bulgar yazar Yordan Radiçkov’un ‘Lazaritza’ oyunu, ‘Bir İnsan, Bir Ağaç, Bir Köpek’ adıyla Türkçe’ye çevrildi. Adana’da başladım oynamaya. Şimdi mayıs ve haziran aylarında önce Trabzon’da Karadeniz’e Kıyısı Olan Ülkeler Tiyatro Festivali’nde, Moldova’da Kişinev’de Uluslararası Tiyatro Festivali’nde ve ardından Varna’da olacağız. Önümüzdeki sezon da ülkemizde başta Ankara ve İstanbul olmak üzere turneler yapacağız. Eylül ayında oynamaya başladığımız ‘Rainman’ de devam ediyor. Zeliha Berksoy’un projesi olan ‘Kuvayi Milliye Destanı’ Ses Tiyatrosu’nda, turneleri de devam ediyor Anadolu’ya.

 

‘Kuvayi Milliye Destanı’ nasıl bir oyun oldu?

‘Kuvayi Milliye’; Nazım Hikmet’in ‘Kurtuluş Savaşı Destanı’ eserinden bir bölüm. Ve hepimizin bildiği gibi Anadolu’nun en ücra köşelerinden insanlar, sabanları gibi ellerinde var olan güç neyse onunla varını yoğunu ortaya koyarak büyük bir kurtuluş mücadelesi verdi. Bu mücadeleyi inanılmaz şiirsel

bir dille anlatıyordu Nazım, ‘Kuvayi Milliye’de. Ve aslında özellikle bugünlerde çok ihtiyacımız var bunları tekrar dinlemeye. Özellikle de gençlerin… Çünkü lafta herkes atalarımız şöyle kurtardı böyle kurtardı diyor ama bunun içeriğini dolu dolu kimse bilmiyor. Nazım bunu çok güzel anlatmış, çok güzel bir edebi eserle ortaya koymuş. Biz bunu aramızda da konuşuyoruz, Zeliha Hoca da söyler; nasıl ki İngiltere’nin Shakespeare’i varsa Türkiye’nin de bir Nazım Hikmet’i vardır. Bu anlamda en önemli eserlerinin başında ‘Kuvayi Milliye’ gelir. Biz de elimizden geldiğince önemli bir kadroyla devlet tiyatrosundan Mehmet Ali Kaptanlar, Tamer Levent, Yurdaer Okur, Cenk Sözeri, Nişan Şirinyan,

Efe Tunçer ve Zeliha Hoca olmak üzere bu eseri sahneledik. Henüz daha başındayız, oynamaya devam edeceğiz.

 

Peki ülke olarak Nazım Hikmet’e gereken değeri veriyor muyuz?

Vermiyoruz. Aslında gereken değer bir yazara nasıl verilir? Onun eserlerini okuyarak, onlardan feyz alarak, paylaşarak verilir. Nazım’a ne yazık ki biz çok az kıymet veriyoruz. Yurt dışında daha çok değer veriliyor Nazım’a. Onlar daha çok anlamışlar. Mesela bununla ilgili bir anımı anlatayım: 2008 yılında Danimarka’da uluslararası bir çalışmada bulunurken yine dünyanın çok önemli tiyatro isimlerinden Eugenio Barba, ana etüt parçası olarak Nazım Hikmet’in “Akrep gibisin kardeşim korkak bir karanlık içindesin” diye başlayan ‘Dünyanın En Tuhaf Mahluku’ şiirinin İngilizce versiyonunu vermişti. Ve o şiir üzerine biz vokal aksiyon çalışması yapmıştık. O zaman daha gençtim, biraz şaşırmıştım. Çünkü biz Türkiye’de ne okullarda ne başka bir yerde böyle bir etüt çalışması görmüştük. Ortaokullarda, liselerde zorunlu okutulması gereken büyük bir şairimiz bence Nazım. Ama ne yazık ki gereken önemi vermiyoruz.

 

'Fatih'i oynayınca sorumluluğum arttı'

 

Sinemada hep hazırlık aşaması çok uzun sürecek tarihi ve önemli karakterler canlandırdınız. Bu sizin tercihiniz mi, yoksa hep bu yönde mi teklifler geldi?

Ben seçici bir insan olduğum için böyle özenli işler geldi. Türkiye’de bir oyuncu, bir film çekmek için bir yılını vermiyor. Niye vermiyor? Onun da kendine göre haklı sebepleri var çünkü televizyon dizisi çekiyor o anda. Oradan daha çok para kazanıyor, Türkiye’de sinemada para yok malum. Ve geri kalan birkaç ayını da sinemaya veriyor. Böyle önemli karakterler bir-iki ayda çekmekle olmaz. Uzun sürede çekiliyor. Buna emek verecek oyuncu sayısı Türkiye’de az olduğu için “Tamam ben bir-bir buçuk yılımı bu işe veririm başka hiçbir iş yapmam, konsantrasyonumu bu işe veririm” diyen oyuncu sayısı bir elin beş parmağını geçmediğinden bana gelen teklifler, benim yaklaşımım bilindiği için geldi. ‘Fetih’ de böyle oldu. Çünkü üç yılını bu projeye verecek biri gerekli, aynı zamanda oyuncu olacak ve daha önce de televizyonda görünmemiş çok kirlenmemiş bir yüz (bu Faruk Aksoy’un tabiri) olacak. Derken bu bütün şıklarda ben bir araya geldim. Akabinde böyle bir projede olduktan sonra basit bir projede oynamak doğru olmazdı. Yine şanslıydım ki, bir yıl sonra Yunus Emre teklifi geldi. Ben zaten Yunus’u çok seviyordum ve oynamak istiyordum. Açıkçası sinema filminin yapılacağına çok inanmıyordum. Sorumluluğum daha da arttı çünkü Fatih’i ve Yunus Emre’yi oynadım. Yunus’un çok kısa sürede gişede kalması, o dönemde komedi filmlerinin inanılmaz gişe yapması ve salonların bu filmlerin almış olması, matematiksel olarak bizim izleyici sayımızı etkiledi. Film karşılığını bulamadı, bu da açıkçası bende bir umutsuzluk yarattı.

 

Neden?

Çünkü biz filmi seyirci için yapıyoruz. Onların izlemesi için yapıyoruz. Komedi filmleri de olur tabii ama inanılmaz had safhada bir gişeye ulaşıyorlar. Gişeye ulaşması da önemli değil, zaten çok salona girersen ulaşırsın. ‘Yunus Emre’ de 800 salonda gösterime girse ulaşırdı. Şimdi böyle bir değersizlik, değer verilmeme durumu var… Bu değersizlik bana şunu düşündürüyor; ne yapmak lazım, yapmamak mı lazım? Çünkü ben bu işe iki yılımı veriyorum, bu işin yapımcısı, yönetmeni de keza öyle, karşılığını buluyor mu buna bakmak lazım. Mesela bundan altı ay önce kesin ‘Şeyh Bedrettin’i oynamak istiyordum ama artık hayır. Ta ki Türkiye’de şartlar daha iyi noktalara gelirse ve artık ülkemizde nitelik açısından bir Türk sineması oluşmaya başlarsa, o zaman gözü kara yapabiliriz ama şu anda biraz tehlikeli görüyorum. Birçok yapımcı da haklı olarak bu tür işlere girmek istemiyor. Şu an çok fazla sinema filmi teklifi geliyor ama inanın bir tane “Tamam” diyebildiğim yok. Çok zor beğenen, çok seçici bir adamım; yine özel bir karakteri oynamak istiyorum. Sinemadan zaten para kazanamıyoruz o da benim lüksüm olsun, seçeyim. Uzun soluklu bir filmde olayım.

 

Peki sıradan bir adamın hayatını oynamaz mısınız, bir sanat filminde mesela?

Tabii olabilir. Benim zaten sadece tarihi karakterleri oynayacağım diye bir düşüncem olmadı, olamaz da bir oyuncu olarak. Çağdaş bir karakteri de oynamayı isterim.

 

‘Fatih’ dizisine gelirsek, herkes sinemada sizi gördüğü için dizide de sizi görmeyi bekliyordu. Neden siz dizide olmadınız?

‘Fetih 1453’ büyük bir patlama yaratmıştı, popüler bir iş ve bu işin televizyonda bir karşılığı olabilir mi diyerek projelendirilmişti ve bunun için de benim doğal olarak Fatih Sultan Mehmet rolünü sinemada oynayan ve başarı kazanan bir oyuncu olmam vesilesiyle bir iş anlaşması yapıldı. Bu anlaşmaya sonrasında riayet edilmedi, bunun üzerine projede yer alamadım.

 

‘Her Sevda Bir Sevda’ ilk diziniz değil, daha önce televizyonda neler yaptınız?

‘Fetih’ten sekiz yıl önce Ankara’da çok sevdiğim bir arkadaşım olan Gökhan Aktimur’un ‘Kaleiçi’ projesinde oynadım TRT’de, onun dışında da küçük konukluklarım olmuştu. 2004’ten 2014’e kadar ilk dizim ama ‘Her Sevda Bir Sevda’ ‘Fetih’ten sonraki de ilk dizim. Bu diziyi kabul etmemde de Tomris Giritlioğlu’nun çok önemi var. Bu proje başlangıçta Avşar Film olarak başlamıştı. Şükrü Abi’yi de çok severim. Sonrasında iş Show TV’nin iç yapımına geçince, kafamda belli tedirginlikler oldu o dönemde. Fakat Tomris Hanım bunları yine temizledi. Bu iş kadrosuyla da nitelikli bir iş diye düşündüm ve başladım fakat kanalın birtakım durumlarından kaynaklı olarak ya da işin de kendi içinde senaryo gibi ya da bana ait bir sorumluluk varsa bunu da katabilirim... Sonuçta iş sekizinci bölümde final yapıyor. Dört bölüm yayınlandı. Kalan dört bölüm de yayınlanacak.

 

‘Dizi oyuncusu değilim'

 

Televizyon dünyasına karşı mesafeli misiniz?

Hayır değilim ama şimdi hayatımdaki her şeyi, sanatsal çalışmalarımı bırakıp “Tamam kardeşim ben televizyon yapıyorum” demem, demedim de hiçbir zaman. Benim çalışmalara uyumlu bir program yaratabilirsek, oluyor ki bunu son dizide gördük. Aynı zamanda oynadığım işin nitelikli olmasını isterim. Dizi oyuncusu değilim özetle, ben sinema ve tiyatro oyuncusuyum. Dizi, oyunculuk sanatının uygulanacağı bir alan değil, çok hızlı üretilen ve tüketilen bir alan. Bu işi de her anlamda oyuncuların yapması lazım. Bir oyuncunun beş dakikada çektiği bir sahneyi, oyuncu olmayan biri 15 dakikada bitirebiliyor.

 

Şu anda ülkemizde oyuncuların en önemli sorunu ne sizce?

En önemli sorun telif. Bir aktör bir iş yaptığı zaman satılıyor, bundan sadece yapımcı kazanıyor, oyuncu kazanmıyor. Avrupa’da ya da Amerika’da ise bir oyuncu yaptığı bir dizi ve filmden ömür boyu telif alıyor. Hatta öldüğü zaman çocukları alır. Bu haktır. Bizim ülkemizde hak, adalet çığırtkanlığı yapıyor herkes ama herkes birbirinin hakkını yiyor. Sadece sermaye kazanıyor, üreten insan kazanmıyor. Türkiye demokrat bir ülke gibi sürekli bir laf ebeliği yapılıyor ama eylemsel hiçbir şey yok. Sanat alanında ise Türkiye Sanat Kurulu - TÜSAK diye bir sorun var. Güya İngiliz modeli gibi TÜSAK 11 kişiden oluşan bir heyet her şeye karar verecek, bütün devlet tiyatroları, operaları, senfoni orkestraları her şey lağvedilecek ve sadece bu 11 kişinin onay verdiği projelere para verilecek. Artık onlar ne üretirse... Böyle bir yapı Türkiye’de sanatı bitirir. Böylece halk sanattan tamamen kopartılır, halkın sanattan kopartılması da bir politik güdümlemedir. Amacı çok net bir şekilde kitleleri cahilleştirmektir ya da hükümetlerin kendi istediği fikir doğrultusunda, onları kendi dünyalarına çekmektir. Biz Devlet Tiyatrosu’nda oynadığımız eserlerde insanı temel alırız, herhangi bir dil, din, ırk, kültür ayırımı yapmayız. Ya da şu ülkenin yazarı, bu ülkenin yazarı demeyiz. Edebi anlamda değerli eserleri alır ve sahneleriz. Ve temeline insanı koyarız çünkü tiyatroda olan her şey insana dairdir; zaaflarıyla, ahlakıyla, her şeyiyle... Örneğin sahnede bir ahlaksızlığı sahnelerken deriz ki: “Ey insanoğlu, sen bu ahlaksızlık içinde boğuluyorsun. Bunu yapma!” Tiyatro hayatın aynasıdır. Bunu yok etmeye çalışan insanlar tamamen bunu bilinçli yapmaktadır ve bu ilk defa Türkiye’de olan bir şey değildir. İnsanlık tarihi var olduğundan bu yana iktidarda olan ve gücünü korumaya çalışanlar, sanatı yok etmeye çalışmışlardır. Bu acı bir olaydır.

 

Özel tiyatrolar ne durumda?

En son bu sezon yapılan özel tiyatrolara yardım konusunda, “Şu Gezi’ye katıldı, bu Gezi’ye katılmadı” gibi saçma olaylar oldu. Gerçi dava açtılar ve kazandılar. Türkiye’nin en önemli tiyatro adamlarına zaten verdikleri üç kuruş, onu da vermediler. O adam belki onunla elektriğini, suyunu ödüyor belki tiyatronun. Yani insanlara adeta “Sen kapat kardeşim, git defol” der gibi... Özel tiyatroların zaten hali duman, biletlerden yüzde 40 vergi veriyorlar, bileti mecburen a 40-50 yapıyorlar, seyirci de bu yüzden gelemiyor. Böyle bir kısırdöngüde gidiyor. Kesinlikle kültür-sanat üretimlerinden vergi alınmamalı Avrupa ve Amerika’daki gibi. Ressamların resimlerinden vergi olayı çıktı, bunlar olmamalı. Bu, insanlara “Üretiminizi kesin” demek… Ama şunu söyleyebilirim mutlulukla; halk arkamızda, seyirci de “Asla TÜSAK’a destek vermeyeceğiz” dedi. Biz bütün bir camia beraberiz ve halk da bizim yanımızda. Asla pes etmeyip, ne kadar direnmek gerekiyorsa da direneceğiz.

 

Twitter’da aktifsiniz, Gezi döneminde de destek verdiniz. Politik duruşunuzu ortaya koyuyorsunuz...

Ben siyasi görüşümü ortaya koymuyorum Twitter’da, koyulmasından da yana değilim. Politik bir duruşum var; bu da insandan yana, ezilen insandan yana bir duruş. Sömürüye karşı bir duruşum var. Tek başına vicdan diyerek de kenara çekilmek doğru değil. Ben barışçıl bir toplumun sağlanması için ne gerekiyorsa, bu anlamda yapılması gerektiğine inanan biriyim. Ve karşı gördüğüm her şeyi eleştiriyorum. Parti üzerinden bir propaganda aracı da, birisinin sesi de olmam. Bağımsız bir bireyim. Öncelikle bireylerin kendi hayatlarında bağımsız olması gerektiğine inanıyorum ki, toplum böyle olsun. Kendi özgür düşüncesini ifade etmeli insan. Örgütlü mücadeleye, sendikaya inanan biriyim. Kendim de KESK’liyim. Ezilen insan temelli, daha sosyalist bakış açısından bakıp olayları böyle yorumlamak gerekiyor. Tüm hakların ezilmesine eşit mesafede bakabilmek gerekiyor. Twitter’dada kendi adım soyadımla yazıyorum, bir tedirginliğim yok. Ben bu ülkeyi, toprakları, bu insanları seven bir insanım. Benim yaptığım tüm hal ve hareketler, asla kendi hayatımı güzelleştirmek için değil, bu toplumu güzelleştirmek içindir. Peki sadece kendi hayatıma odaklı yaşasam ve toplumsal olaylara duyarsızlığımla hiç sesimi çıkarmayan biri olsam, daha vicdanlı, namuslu mu olurum? O zaman beni daha mı çok sevecek seyirci? Ben öyle olacaksam ve seveceklerse beni, hiç sevmesinler. Ben duruşu net bir adamım. Nerede ne yaptığımı çok iyi biliyorum. 35 yaşındayım şu an, ortalama 70 yıl ömrümüz varsa, ben bu 70 yılı onurlu bir insan olarak yaşadı dedirtmek istiyorum. Ve kendi vicdanımda da böyle olmalı.

(Hafta Sonu Dergisi)

Yazarın Diğer Yazıları

Ali Kemal Çınar: Zayıf yönlerini görüp bunun üzerine gitmek, ancak güçlü gördüğün yönlerinin varlığından cesaret alarak yapılabilir

Ali Kemal Çınar ile son filminden Kürt sinemasında birey olma sorunsalına, Diyarbakır'dan Türkiye Sineması'nın geleceğine uzanan bir söyleşi gerçekleştirdik

Ulaş Tosun: Merhaba Canım'ın yarattığı etki, belki tasarlanmış estetiğin bir kere daha çöküşü olarak yorumlanabilir

Merhaba Canım benim için sansürün ve otosansürün tüm gücünü hissettiğim bir çalışma oldu

"
"