Bizdeki siyaset giderek öylesine zemin ve nitelik kaybediyor ki, her şeyi bildiği varsayılan liderler nasıl bir şey yapmıyorlar anlamakta zorlanıyorum.
Siyaset efsaneleri haline dönüşmüş meseleler var: Gençler apolitizeymiş, kadınlar siyasete uzakmış, entelektüeller siyaset yapmayı küçümsüyormuş. Bu efsaneler partilerin kendilerinin değiştirme birliklerinin olmamasının gerekçesi yapılıyor.
“Siz bilmezsiniz, pratik siyaset, örgütlenme, örgütler özel bir meseledir” gerekçesiyle politika esnafına bırakılmış siyaset yeni enerjilerin de partilerin içine akmasına engel oluyor.
Partiler bilimden beslenme özelliklerini de yitirdiler. Gen bilimiyle, nano teknolojiyle ilişkileri yok, bu alanlara dair politikaları yok, bu disiplinlerden beslenen önerileri de yok. Bakın son hafta GDO’lu gıdalar yönetmeliği ve etrafındaki tartışmalar sayesinde böyle bir meseleden eminim ilk kez haberdar olan partiler ve parti esnafı var.
Haydi bunlar yeni alanlar, öğrenecekler, gelişecekler diyelim. Ya olur olmaz her bir ikiliğin birini tutup, pozisyon alıp, politika yaptığını sanmak neyin nesi? Ya öteki partinin de birincinin seçtiği ikilikten birinin ötekisine sahip çıkmak zorunda hissederek kendini ve gerçekten de böyle pozisyon alarak muhalefet ettiğini sanması?
Böyle böyle her bir kavram, her bir yeni tanım, her bir sistem içi boşaltılmış, ezberlerin ötesine gitmeyen, “mış gibi” yapılan meseleler haline dönüşüyor.
Ne demek istediğimi anlatmaya çalışayım. Son 10 yıldır toplum devlet ile tanrısı arasında geriliyor. Bir parti öznesi tanrı olan söylemler geliştiriyor, diğeri de tanrıya karşı devleti koruduğunu sanarak devletçi söylemler geliştiriyor. Sade vatandaşın tanrı ile devlet arasında bir seçim yapmak zorunluluğunu hissettiğini mi düşünüyorsunuz siz?
Laiklik ve demokrasi ikiliğinde de durum bu. İkisinin birlikteliğinin kaçınılmaz olduğu, üstelik de birinin diğerinin vazgeçilmez ön koşulu olduğu bu kadar açıkken, entelektüellerin bile ciddi ciddi ikisinden birisi üzerine tezleri tartışmalarını, yazmalarını belki de ben anlayamıyorumdur, kim bilir!
Cumhuriyet ve demokrasi ilişkisinde de aynı kısır tartışmayı gözlüyoruz. Biri olmadan öbürünün olabileceğini ciddiyetle yazanların tirajları ve ratingleri de meydanda.
Kalkınma ile toplumsal dönüşüm arasında birisini tercih ederek politika yapmak son 50 yılın temel meselesi neredeyse.
Kimlik problemlerini değişen hayatın getirdiği yeni bir alan olarak değil de isyan ve bölünme üzerinden tartışan bir siyaset dünyası bu sorunları nasıl çözecek?
Küreselleşmeyi durdurabileceğini, internetin bir müdahale alanı olduğunu sanan zihniyet, gençlerin yeni yaşam ritmini nasıl anlayacak da sorunlara çare üretecek?
Bu soruları çoğaltmak mümkün. Ama hepsinde başlangıç noktasındaki temel bir ön kabulün siyaseti rahatlatacağını düşünüyorum: Gece ve gündüz gibi, kadın ve erkek gibi biri olmadan diğeri olamayan ikilikler üzerinden düşünmek.
Bir birinin zıttı, rakibi, antitezi sanılan çok şeyi, bir arada olması gereken vazgeçilmez unsurlar, kavramlar olarak düşünmeye başlasak, eminim cumhuriyeti demokratikleştirmeyi başaracağız.
Gettolaşmaya doğru giden kimlik sorunlarını, birbiriyle ilişki içinde bir arada, iç içe yaşam alanları olarak görebilsek daha hoşgörülü, barışçı, uzlaşmacı ve daha da önemlisi hayatı çoğaltan yeni bir anlayışa ulaşacağız.
Hayatı urgan yarışına çevirmiş siyasetle bu yeni yaklaşımlar nasıl hayat bulacak sorusu her gün daha da ağırlığını artırarak sürüyor. Biz de sürmesine izin verdiğimiz sürece, bu anafora, bir birine dışlayan, ötekileştiren bu dile izin verdikçe, hatta o dili benimsedikçe de sürmeye devam edecek.