Çözüm süreci tekrar canlandı ya da yeni bir ivme kazanıyor olduğuna dair çok alametler belirdi. Dünkü HDP heyeti ile hükümet kanadının görüşmeleri sonrası yapılan açıklamalar hala temkinli de olsak iyimserliği ve umudu besliyor.
6-7-8 Ekim olaylarından sonra ne oldu?
Daha öncede yazmıştım süreci besleyen, aktörlerini bir bakıma sürece bağlı tutan toplumsal ve küresel dinamikler var. İmralı'da kurulan masada iki kişi var görünüyorsa da aslında masanın başka aktörleri de var.
Elbette sürecin ve masanın sessiz ama asıl belirleyicisi olan aktör toplumun kendisi. Ne Ak Parti ne de HDP ve Kürt siyaseti masadan kalktık demeyi göze alamadı. Bu iki aktör de var olan siyasi aktörler içinde sokakta örgütlü olan aktörler. Her ikisi de örgütlülükleri, örgütlerinin diriliği sayesinde gündelik hayatın içindeler. Gündelik hayatın içinde, sade bireylerin ihtiyaç ve talepleriyle, umut ve beklentileriyle doğrudan besleniyorlar. Toplumun sürecin sonucuna dair beklentisi de deseniz, sürecin ortadan kalkmasının üreteceği risklerden beslenen kaygılar, korkular da deseniz, bu duygu hali iki aktörün hergün soluduğu atmosferi belirliyor.
İki aktör de bu beklentilerden ve kaygılardan beslendikleri kadar vehimlerden ve korkulardan da besleniyor. Türklerin "bölünüyoruz" korkusu, Kürtlerin "kandırılıyoruz" vehmi aktörlerin içinde olduğu kadar toplumda, partilerin tabanlarında da var. İki parti tüm bu ruh halini soluyarak, yaşayarak masadan kalkmayı göze alamadı. Bir bakıma gönüllü mecburcu oldular.
Masada görünür aktörlerin yanı sıra toplumun dışında bir aktör daha var, devlet ya da bürokrasi.
Bizler genellikle meselelere bakarken aktörleri kategorik olarak tanımlıyor ve kompartımanlara ayırıyoruz. Örneğin çözüm sürecine bakarken sanıyoruz ki Ak Parti tümüyle yanında, CHP karşısında. Asker karşısında MİT yanında. Sanıyorum bu kategorizasyon yanlış. Her aktörün içinde çözümden, demokratikleşmeden yana olanlar var, karşısında olanlar var. Oranları, ağırlıkları farklı da olsa aslında yarılma her aktörün içinde var.
Benzer yarılma devlet denilen, bin yılın geleneklerini, tercihlerini genlerinde taşıyan devasa mekanizmanın içinde de var. Devlet dediğimiz mekanizma ve bürokrasinin bir kısmı da devletin ve yönetimin demokratikleşmesi olmadan hayatın aynen sürdürülemeyeceğinin farkında. Demokratikleşme ya da değişimin nereye kadar, hangi ilkeler esas alınarak yapılacağı konusunda farklılıklar olsa da sivil ve asker bürokrasisi içinde de benzer yarılmanın şiddetli olduğunu düşünüyorum.
Dolayısıyla masada Hakan Fidan adıyla simgelenen yalnızca bir bürokrat değil devletteki yarılmanın bir kanadı. Hakan Fidan adıyla simgelenen değişimci bürokrat kanat yalnızca hükümetin onları atamış olmasına ve hükümetin iradesine bağımlı da değil. Abdullah Öcalan her türlü aksiliğe ve provokasyona karşın bu kadro ve temsil ettiklerine güvenmiş görünüyor.
Nitekim 6-8 Ekim olaylarından sonra Davutoğlu'nun ve Akdoğan'ın söylemlerindeki şovenliğe karşın bile süreç raydan çıkmadıysa belki de değişimci bürokratik kanadın da çabalarıyla oldu. Eğer bu gözlemim doğru ise süreç yalnızca hükümetin iradesine bağlı olmaktan da çıkar.
Tüm bunlar çok anahtarlı kapının önünde yığılmış çok aktörlü meselenin çözümü yolunda dünden bir nebze daha umutlu olmamızı sağlayabilir.
Öte yandan bu tespitler hala siyasilerin seçim hesaplarının da çok ama çok ağırlığı olduğu gerçeğini değiştirmiyor elbette.
O nedenle mesele bir veya birkaç aktörün siyasi hesaplarından, çıkarlarından daha karmaşık. Ve yine o nedenle barışın bir kaç aktörün çabasıyla değil hepimizin çabasıyla inşa edilmesi gerekiyor. Bunun yolu da kategorik ayrımlar değil, her aktörün içindeki yarıklarda değişimden yana olanların çabaları ve katkılarının sağlanması.
Barışı eninde, sonunda inşa edeceğiz. Hayat ve küresel dinamikler yanı sıra siyasi, ekonomik ve toplumsal tüm dinamikler bir değişimi zorunlu kılıyor. Mesele bu zorunluluğa hangi gerekçe ile direnmeye devam edip, etmeyeceğimize bağlı.