30 Mart 2009

Pozisyonlarımıza olan aşkımızdan kurtulabilecek miyiz?

Meselemiz yeni toplumsal mutabakatı yapabilmek.

Israrla kutuplaşma yazıyorum. Seçim günü yazılmış bu yazıyı okurken sizler yerel seçim sonuçlarını biliyorsunuz. Okur belki de bu yazıda benden seçim araştırmamızın seçim sonuçlarına uygun olup olmadığını yazmamı, tartışmamı bekliyor. Ama inanın bunun hiç önemi yok.
Bu yerel seçimin sonuçları kutuplaşmanın matematiksel olarak da onaylanması olacak.
Seçimin sonuçları, toplumun hem sosyolojik hem de siyasal olarak farklı bir süreci yaşadığının göstergesi olacak.
Yaşananları, Türkiye’nin son otuz yılda yaşadıklarını, toplumun bildiğimiz dışında bir ruh halinde olduğunu anlamaya çalışmamız gerektiğini bu yerel seçim sonuçları da bizleri ikna edemezse hangi başka göstergelere gereksinmemiz var, doğrusu bilemiyorum.
Yaşanılan değişimin, geldiğimiz dalga boyunun doğru, olumlu olup olmadığından önce anlamaya çalışmamız önemli.
Bildiğimiz teoriler, modeller, çok şematik ve doğrusal neden-sonuç açıklamaları bu durumu açıklamaya yetmiyor. Bütün bu olanları yalnızca siyasi aktörler ve partiler üzerinden açıklamak da yetmiyor.
Bu değişimi anlayamadığımız için giderek bir birinden uzaklaşan üç taraflı bir kutuplaşma yaşıyoruz. Kutuplaşmanın en önemli sonucu da giderek ortak yaşama irademizi kaybediyoruz.
Hâlbuki hepimiz yarın aynı güneşe, aynı kader uyanacağız. Tıpkı bugün de aynı güneşe aynı kadere uyandığımız gibi.
Bu nedenle, hepimizin, bulunduğumuz kutuptan, aldığımız pozisyonun önyargılarından kurtularak olan biteni anlamamız lazım.
Hepimiz, aldığımız pozisyona âşık olmuş, pozisyonumuzun belirlediği algılar, ürettiği korkulara hapsolmuş, var olduğunu sandığımız hayali dünyanın şehvetine, kendi dilimizin avazına mahkûm bir pencereden bakıyoruz her şeye.
Bu aşk, diğerlerini düşman veya en hafifinden öcü olarak görmeye götürüyor bizi. Şu andaki ruh halimiz, ötekilerin olmadığı bir dünyayı özlemek. Artık temel meselemiz, farklılıklarımızla bir arada yaşamanın mutabakatını yeniden nasıl kurabiliriz sorusudur bence. Bunun birinci gereği değişenleri, farklılıkları kabullenmekten geçiyor. O nedenle de pozisyonlarımızı aşkımızın esaretinden kurtulabilmemiz gerekiyor.
Birlikte yaşama sorunu evrenseldir

Ah bir kabul edebilsek, birbirimize tıpkı benzemeyebileceğimizi. Farklı kökenlerimiz, farklı inançlarımız, farklı beklentilerimiz olabileceğini. Farklı yerlerde, farklı etnik köken ve inançlı ana babalardan doğduğumuzu ama bu ülkede yaşadığımızı. Hepimizin daha özgür, daha adil, daha eşit olmak istediğimizi. Daha zengin, daha refah, daha huzurlu, daha insan haklarına ve hukuka saygılı, kısaca yurttaşı olmaktan gurur duyacağımız bir ülke hayalinin ortak olduğunu.
Biz ise, ötekilerin olmadığı bir dünya istiyoruz. Ötekilerin varlığını kabullenmenin ön şartı olarak ya kendi kimliklerini unutmalarını, unutamıyorlarsa bari bizim onlara çizdiğimiz sınırların içinde yaşamaya razı olmalarını dayatıyoruz. Bizim onlara biçtiğimiz rolün dışında başka rol talep etmemeleri gerektiğini, O rolün gerektirdiği kılık kıyafetten başka şey giymemelerini, başka iş istememelerini bekliyoruz.
Farklılık talebi yalnızca ayrılık talebi ya da diğerlerini yok etme gücü arayışı değildir. Bu talep iyi-kötü değil, sosyolojiktir. Mesele farklılıklarımızla, bir arada, birbirimizi etkileyerek, çoğaltarak, iletişim içinde, bir arada yaşamayı becerebilmektir.
Geri dönmek için çok geç, çok uzaklara geldik
Geri dönmek için çok geç, çok uzaklara geldik. Artık herkes kim olduğunu, neleri kaçırdığını, nelere ulaşmasına hangi egemenlerin engel olduğunu, kaçırdıklarının nerede olduğunu ve kaçırdıklarına ulaşmak için ne yapması gerektiğini biliyor. Yaşadıklarından, egemenlerin şimdiye kadar ki acımasızlığından, bunca ölümden bunca faili meçhulden sonra da öfkeli. Öfkesini anlamamızı, farklılığını dikkate almamızı istiyor.
Galiba tüm toplum, dört duygu halinin ortasında ve karmaşasında yaşıyor. Bu karmaşıklığı çözemedikçe de toplumun ruh hali ve kimyası giderek bozuluyor. Öfkeler, korkular, umutlar ve değişim talebi hem toplumu hem bireyleri şaşkına çevirmiş durumda. Toplum ve siyaset bu duyguların da, gündelik hayatın da, ülke sorunlarının da karmaşıklığını yönetemiyor. Üstelik bu duygular her birey için farklı olsa bile, tüm toplum bu duyguların kaynağı ve yönü konusunda giderek kristalize oluyor. Bu duyguların toplumsal hali giderek bireysel duyguların yerine geçiyor.
Son otuz yılın yaşanılanlarından sonra bile bu ülkenin sade yurttaşları, gündelik hayatında alışveriş yaptığı bakkalın etnik kökenini, inancını sorgulamıyor. Kızının, oğlunun evliliğinde etnik köken ya da din sorgulayanlar hala azınlıktalar. Birbirinin camisine, cem evine, ibadethanesine sade yurttaşlar saygılı hala. Yalnızca bu üç gösterge bile bu ülkenin insanlarının derin ortak yaşama arzularının göstergesi.
Meselemiz yeni toplumsal mutabakatı yapabilmek. Yeter ki, pozisyonlarımızın, kutuplarımızın kör edici ruhi ve akli esaretinden kurtulabilelim.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"