Değişim denen sürecin üç önemli ayağı var: zihniyet, kurumlar ve kurallar. Hiçbir konudaki hiçbir değişim hamlesi ya da arzusu bu üç ayaktan birisini ıskalayarak başarıya ulaşamıyor.
Kurumsal düzeyde ve kurallardaki değişim, zihnî değişim olmadan gündelik hayatta karşılık bulmuyor veya zihnî değişim kurum ve kural değişikliği olmadan başarıya ulaşamıyor. Değişimin bu üç boyutu birbirinin hem ön hem art koşulu bir bakıma.
Kurum ve kural değişikliği siyaset zemininin beceri ve hünerine bağlı ama asıl zihnî değişim yalnızca siyaset, yönetim, eğitim, hukuk ve benzeri katmanların değil tüm toplumun da dâhil olduğu, olması gerektiği bir alan. O nedenle gündelik hayat derken kastettiğim daraltıcı bir tanımdan öte aksine tüm katmanlarıyla somut gerçeklik.
Bir önceki yazımda şöyle demiştim: “Toplumsal sorunlarının çözümündeki en önemli zihnî kelepçe kadın meselesi. Kadın meselesi diye benim tanımladığım şey esas itibariyle kadına gündelik hayatta biçilen rol.”
Bu tanım en azından benim anlamlandırmam ile hem meselenin zihnî boyutunu öne çıkarmak, hem yalnızca devleti ve egemenleri değil tüm sade bireyleriyle toplumu da tüm hayatı da kapsaması bakımından önemliydi. O nedenle tanımı gündelik hayattan bakarak yapmayı siyasetin soyutlamalar kadar gerçekliği öne koyması bakımından anlamlı buluyorum.
Kadın meselesi gündelik veya siyasal, tüm hayata dair bir mesele
Çünkü bu toplum da diğer tüm toplumlar gibi eğitimde, iş hayatında, toplumsal hayatta ve hatta aile hayatında kadınların biyolojik farklılıkları nedeniyle geride kalmasını, giderek silikleşmesini doğal görüyor. Dolayısıyla cinsiyet ayrımcılığına dayalı siyasi sorunlar ve siyasi söylemler de, eğitim ve hukuk sisteminin düzenlemeleri de doğal karşılanıyor. Toplumun bu bakışı toplumsal cinsiyet düzeninin sürdürülmesine ve siyasi egemenlere de meşruiyet sağlıyor.
O nedenle örgütlü mücadele, siyasi zeminde aktörleri etkileme, ders kitaplarının içeriğinden tüm hukuki düzenlemelerdeki ayrımcılığı var eden düzenlemeleri değiştirtme çabaları kadar sade bireylerdeki zihnî sorunla da uğraşmak gerekiyor.
Kadına şiddeti meşru görme
Kadına şiddet meselesinde bu durumu daha net görüyoruz. Toplumda, gündelik hayatta kadına şiddeti meşru kılan güçlü bir zihniyet var. O nedenle de yasal düzenlemelerle falan mesafe alamadığımızı son yıllarda daha net görüyoruz.
Gündelik hayat jargonunda kadına şiddeti de meşrulaştıran “Erkek sever de döver de” diye bir söz var örneğin. KONDA araştırmalarına göre bu yaklaşıma “doğru” diyenler yüzde 21 oranında. “Ne doğru ne yanlış” diyenler yüzde 13 oranındaki aslında bu gri noktada duranları utangaç ama bu fikirde olanlar olarak da anlayabiliriz. “Erkek sever de döver de” lafına doğrudan “yanlış” cevabı verenler de yüzde 66 oranında. Kısaca açıktan veya utangaç, kadına şiddeti meşru görenler toplumun üçte biri.
Şiddeti doğrudan meşru gören beşte birin kimler, hangi demografik ve sosyolojik kümeler olduğuna baktığımızda ise ilginç bir durum ortaya çıkıyor.
Erkeklerin yüzde 26’sı, kadınların yüzde 15’i bu fikirde.
15-24 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 17’si, 25-34 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 18’i, 35-54 yaş aralığındaki yetişkinlerin yüzde 21’i, 55-64 yaş aralığındaki yetişkinlerin yüzde 26’sı, 65 yaş üstündekilerin yüzde 30’u bu fikirde.
İlkokul eğitimlilerin yüzde 28’i, ortaokul ve lise eğitimlilerin yüzde 17’si, üniversite eğitimlilerin yüzde 8’i bu fikirde.
Ateistlerin yüzde 20’si, inançlıların yüzde 16’sı, dindarların yüzde 22’si, sofuların yüzde 32’si bu fikirde.
Görüldüğü gibi hemen her farklı ölçüte göre yapılacak farklı kümelenmelerin içinde kadına şiddeti mazur ve meşru gören hatırı sayılır büyüklükte bir kesim var.
Bu nedenle yalnızca şiddete karşı hukuki düzenlemelerle bu işi çözemeyiz. Kaldı ki aile içindeki şiddeti kadınların dillendirip dillendiremediği gibi de bir başka sorun var.
KONDA’nın “kadınlarda insan hakları farkındalığı araştırması” bulgularından bir tanesi şuydu: “Eşinizden şiddet görürseniz ne yaparsınız” sorusuna yüzde 25 kadın “bir şey yapmam, hayat böyle” cevabını verirken, yüzde 34’ü “aile büyüklerine, arkadaşlarına yakınmayı” ve yüzde 41’i “yasal haklarını kullanmayı” tercih ediyor ya da edebiliyor.
Ayrıca şunu da not etmek gerekiyor. Bu tür zihnî kalıplar hem eğitim ve hukuk üzerinden hem de gelenekler ve gündelik hayat üzerinden her gün yeniden üretiliyor. Bu tür zihnî kalıplar, gündelik hayatın yeni ritmi ve zihniyetleri içinde de yeni bir dil ve biçimleriyle sürdürülüyor.
(Taraf - 14 Şubat 2013)