Siyasetin genel olarak siyasi sorunları çözme kapasitesi düşük. Ta ki sorun kendi dinamikleriyle sürdürülemez hâle gelip, kendi çözümünü dayatana kadar. O zamana dek siyaset müzakere- ikna- uzlaşma süreçleri içinden değil siyasi kavgalar ve kutuplaşma üzerinden sorunları yaşıyor.
Bu meselenin çok farklı nedenleri ve sonuçları var elbette. Ben daha çok siyasal sonuçlarına değil toplumsal ve gündelik hayat üzerindeki etkilerine odaklanmaya çalışıyorum.
Araştırmalar gösteriyor ki her beş kişiden ikisi siyasetin varolan sorunlara çözüm bulacağına inanmıyor. Bu oran son yılarda biraz aşağı veya yukarı oynasa da ortalama durum bu.
Siyaset çözmüyor diye hayat durmuyor. Toplum gündelik hayatın içinde varolan siyasal sorunlara kendi çözümlerini üretiyor. Ama asıl önemlisi toplumsal bellekte ve zihin haritalarında iki önemli eğilim yaşanıyor.
Birincisi sade bireyler kendi bireysel hayatlarıyla ülke hayatını neredeyse birbirine değmiyormuş gibi ayrıştırmaya başlıyor. İki ayrı zaman diliminde, iki ayrı katmanda iki ayrı hayat yaşanıyormuş gibi bir algı ve iki ayrı hayata dair iki ayrı zihin haritası gelişiyor.
Ülke hayatı ne olursa oldun kendi hanesinin varoluşu, geçimi ve huzurunun önde olması insanın doğasında olan bir şey. Hanenin, ailenin varoluş ve geçim sorununu bir biçimde çözüyor. Bulunan çözümün yasalara, ahlaki değerlere uygun olup olmadığına bakmaksızın kendi sorununu çözüyor. Ormandan ağaç kesmekten, hazine arazisine gecekondu yapmaya, kayıt dışı çalışmaktan, rüşvet alıp vermeye kadar bir dizi davranışı sergileyebiliyor. Çünkü devlete, hukuka ve siyasete güvenmiyor.
Sorun insanlar haneleri dışına çıktığında, sokağında, mahallesinde, işyerinde diğerleriyle ilişki ve iletişim içinde girdiklerinde başlıyor. Ortak sorun alanlarında, eğitim, sağlık, ulaşım gibi ortak sorunlarla karşılaşıldığında yeni bir durum var artık. Ortak sorun alanlarında ortak iş yapma ve sorun çözme mekanizmaları zayıf. Böylesi bir gelenek neredeyse yok denecek kadar az. Ortak alanlarda basit, gündelik hayat dayanışması dışında, sorun çözmeye yönelik hayat pratikleri son derece düşük. Dayanışmanın nasıl üretildiği ve yaşandığı ayrıca incelenmeye değer bir konu.
Gündelik hayatın karmaşıklığı ve hızlı ritmi içinde, öne çıkan kültürel kimlikler, farklılaşan aidiyetler, ötekileştirmeler, kutuplaşmalar derken sade birey ülke hayatını anlamlandırmakta ve kendini konumlamakta zorlanmaya başlıyor.
Bu durumda, kendi hayat alanında hayata direnen, başarmaya çalışan, kendi hedefleri ve ihtiyaçları için tutkulu olan sade birey ülke hayatının karmaşasından endişe ve korku üretiyor.
Bireysel hayatla ülke hayatının değerleri, öncelikleri ayrı yönlere doğru gelişmeye başlıyor.
Olması gerekenleri kendi hayatında bir biçimde çözüyor, kendinden farklı olana daha hoşgörülü bakıyor. Kendinden farklı olanla akrabalık tesis ediyor, aynı camilerde ibadet, aynı pazarlara alışveriş ediyor.
Ya da farklı olanla, ötekiyle hiç ilişki kurmuyor. Ona değmeden yaşıyor. Hanesine bulaşmadıkça farklı olanın apartmanında, işyerinde varlığına itiraz etmiyor. Aynı farklılığa ülke hayatından bakınca ise o farklılığı ötekileştiriyor. Kendi de korkuyor, ötekini de korkutuyor.
Ülke hayatına dair beklentileri düşük olsa bile bireysel hayatı için umutlu ve iyimser düşünüyor. Ama eğer politize olmuş bir toplumsal ve kültürel kümede ise hem ülke hayatı için hem de kendi hayatı için umutsuzluk çoğaltıyor.
Bireysel hayatla ülke hayatının bu denli birbirinden bağımsız yaşanıyor olması kimilerince bu toplumun çelişkisi gibi görünse de bu verili bir hâl. Belki de sanayi toplumu sonrası yeniçağın bir karakteristiği bu. O nedenle çelişki kavramında olduğu gibi negatif bir tınıyla düşünmek yerine, verili hâli anlamaya çalışmalı ve bu verili hâl içinde ne olabileceğine bakmalıyız.
Yazının başında siyaseten yönetim boşluğuna karşı zihin haritalarında iki önemli eğilim yaşanıyor demiştim. İkinci zihnî ve hayat pratiği değişikliğini de gelecek yazıya bırakalım.
(Taraf - 21 Ocak 2013)