Cumhuriyet ile ülkenin iki temel hedefi olmuş, kalkınmak ve modernleşmek. Birisi ekonomik hedef, diğeri toplumsal dönüşüm. O günün koşullarında ekonomik aktör ve dinamikler yeterli, hatta hiç olmadığı için ekonomik kalkınmanın lokomotifi devlet olmuş. Toplumsal dönüşüm için eğitim, laiklik, hukukun üstünlüğü gibi meselelerde, dağılmış bir imparatorluktan yeni bir ülke ve toplum olabilmenin ana taşıyıcısı ve öncüsü de devlet ve bürokrasi olmuş.
Aslında ekonomik kalkınma hedefi Cumhuriyet’ten önce küçük adımlarla Osmanlı’nın son yüz yılında başlamış olsa da temel hedefleme ve strateji Cumhuriyet ile başlamış. Bugün neredeyse 150 yıllık kalkınma çabasında nerede olduğumuza baktığımızda elbette alınmış ciddi bir mesafe var.
Öte yandan, TÜİK’in yayınladığı 2020 il bazında gayrisafi yurt içi hasıla (GSYH) istatistiklerine göre; 2020 yılında İstanbul (Toplam GSYH’den yüzde 30.1 pay), Ankara (Yüzde 9.6), İzmir (Yüzde 6.1), Bursa ve Kocaeli şeklinde sıralanan beş il, ülkedeki toplam GSYH’nin yüzde 53.5’ine sahip. TÜİK verilerinden ülkenin il bazında ekonomik kalkınmışlık ya da kişi başı yıllık milli gelir düzeylerini haritaladığımızda karşımıza üç Türkiye fotoğrafı çıkar.
Ekonomik kalkınmışlık seviyesi bakımından ülke ortalamasının üzerinde olan Ege, Marmara ve Akdeniz, kalkınmaya çabalayan Orta Anadolu ve Karadeniz ve kalkınmanın hâlâ değmediği Doğu ve Güney Doğu. Bir bakıma ekonomik aktör ve dinamikleri güçlenmiş ve artık devletin öncülüğüne ihtiyacı olmayan Batı ve kıyılar, hâlâ devletin öncülüğüne ve yatırımlarına ihtiyaç duyan Orta Anadolu ve Karadeniz ve hiçbir ekonomik aktör ve dinamiği olmayan Doğu ve Güney Doğu. Bu üç Türkiye’nin sosyolojik ve kültürel olarak da ayrıştığını, ayrışmanın neler olduğunu da sıkça yazıyorum.
Üç Türkiye fotoğrafı veren ekonomik kalkınma haritası üzerinden bakıldığında bile neden farklı stratejilere, modellere ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Buna karşılık ülkede dağınık, farklı ama bütüncül yeni bir ekonomik strateji yerine merkezi, keyfi, tek tipli bir ekonomi yönetimi var. Olana strateji demek bile mümkün değil. Devletin kalkınmayı değil kaynak dağıtımı ve denetim yetkisini sonuna kadar ve keyfi biçimde kullandığı bir ekonomi yönetimi izliyoruz.
O nedenle iktidar ekonomik krizin varlığını bile kabul etmiyor. Çünkü ne yaptığını biliyor. Ülke ilk kez böyle bir ekonomik buhran yaşıyor değil. İlk büyük ekonomik kriz 1945’te yaşanmış. O güne kadar ağırlığı tarım olan, devletin yatırımlarıyla sanayileşme çabasının henüz cılız olduğu bir dönem ve İkinci Dünya Savaşı’nın da etkisiyle daha da daralma ilk büyük krizi ve devalüasyonu getirmiş.
Cumhuriyet’in kurulduğu yıl 45 dolar olarak hesaplanan kişi başı gelir 1941’de 128 dolara, 1942’de 262 dolara, 1943’te 386 dolara gelmişken 1945’te 224 dolara 1947’de 137 dolara gerilemiş. Siyasi tarihimizin ilk çok partili seçimi olan 1950 seçimlerinde de seçmen Cumhuriyet’i kuran kadroların partisi olan CHP’ye değil Demokrat Parti’ye oy vererek iktidarı değiştirmiş.
1950-1960 yılları arasında, büyük ticaret ve tarım burjuvazisi oluşmaya başlamış, ithalat artmış, dış borçlar yükselmeye başlamış ve dış ticaret açığının geldiği noktada, 1958’de Türkiye artık dış borç anapara ve faiz ödemelerinde tıkanma sonucu dış borçlarda moratoryuma gitmek zorunda kalmış, 1958’de büyük devalüasyon gelmiş. 1950’de 166 dolar kişi başı gelir 1958’e kadar 481 dolara kadar yükselmişken büyük ekonomik kriz yaşanmış.
27 Mayıs darbesi
27 Mayıs darbesiyle beraber kişi başı gelir önce 359 dolara, 1961 seçimleri öncesi 194 dolara gerilemiş. Darbenin ardından 1961 seçimlerinde CHP yüzde 36.7 oyla yeniden iktidar olma fırsatı yakalamış ama 1965’e kadar kişi başı gelir ancak 271 dolar seviyesine gelebilmiş ki bu seviye ancak 1955’te ülkenin ulaştığı yer. Nitekim, 1965 seçimlerinde başbakanı idam edilen hareketin devamı iddiasındaki Adalet Partisi yüzde 52.9 oy oranıyla iktidara gelmiş. AP iktidarının ilk döneminde kişi başı gelir 1969 seçimlerine kadar 584 dolara yükselmiş ve AP seçimlerde yüzde 46.6 oy oranıyla iktidarını devam ettirmiş.
Siyasi kavgaların yükseldiği, asker ve sivil bürokrasinin öncü rollerinden vazgeçmemeleriyle oluşan asker-siyaset gerilimi ve 1971 askeri muhtırasıyla kişi başı gelir 465 dolara düşmüş. Dünyanın keskin bir iki kutupluluğa döndüğü, soğuk savaşın çok sert olduğu, devletin NATO ile müthiş bir sol düşmanlığı yürüttüğü dönemde, askeri muhtıraya karşın, Ecevit’in “Toprak işleyenin su kullananın” söylemine toplum 1973 seçimlerinde yüzde 33.3, 1977 seçimlerinde yüzde 41.4 oyla cevap vermiş.
1974 ve 1980 dünyanın petrol krizleriyle yaşadığı yıllar. 1974’te petrol fiyatlarındaki artış önce ekonomiyi perişan etmiş, ardından Kıbrıs Barış Harekâtı ve ona bağlı gelişen askeri ve ekonomik ambargolarla ekonomi 1979’dan 1984’e kadar yine derin bir krize girmiş. Siyasal ve toplumsal bir dizi dinamik, değişim ve bürokrasinin, askerin bir kez daha siyasete müdahalesi ile 12 Eylül 1980 darbesi yaşanmış. Kişi başı gelir 1973’te 705 dolar iken 1977’de 1455 dolara, 1980’de 1518 dolara yükselmişken 1984’te 1195 dolara gerilemiş. 1980 yılında ikinci küresel petrol kriziyle de beraber işsizlik yüzde 20’lere, enflasyon ise yüzde 65’lere kadar yükselmiş, yüzde 48 devalüasyon yapılmış.
Darbecilerin yönettiği yıllarda yaşanan 1982 bankerler krizi ardından 1983 seçimlerinde seçmen askerlerin partisine değil Özal’ın ANAP’ına yüzde 45.1 oranında oyla iktidarı devretmiş. Özal’la beraber dışa açılma, finansal serbestleşme, sermaye hareketlerindeki kısıtlamaların kaldırılması gibi radikal değişikliklerle ekonomide başka bir süreç başlamış. Özel sermaye ve burjuvazi de finans sektörü de güçlenirken kısa vadeli dış borçlanmaya dayalı ekonomik kalkınma modeli kısa sürede başarılı gibi görünse de bir noktadan sonra tekrar krize girmiş. 1983’te 1261 dolara gerilemiş olan kişi başı gelir, 1990 yılına kadar 2655 dolara yükselmiş olsa da ülke hem ekonomik hem sosyolojik değişimlerin ihtiyacı olan reformları bir kez daha ıskalamış.
Ekonominin hızla değiştiği 80’li yıllarda toplum da hızla değişmeye başlamış. Göç ve kentleşme, teknolojiyle tanışma gibi bir dizi değişim toplumsal kodları da değiştirmeye başlamış. 1987 genel seçimlerinden itibaren yapılan 1991,1995, 1999 genel seçimlerinde ve 1989,1994 yerel seçimlerinde, toplam beş seçimde de birinci parti değişmiş. Seçmen hem ekonomik hem sosyolojik değişime öncülük edecek partisini aramış ve önündeki seçeneklerden hemen her birisine sırasıyla şans vermiş.
Teknolojik sıçrama yalnızca iş yapış ve iletişim biçimini değil hayatın ritmini değiştirirken, soğuk savaş biter Berlin Duvarı yıkılırken, dünya küreselleşirken Türkiye’nin de hem ekonomik hem sosyolojik değişimi hızlanmışken siyasal sistem, kurumlar ve kurallar eskisi gibi sürsün isteyen siyaset değişime cevap üretememiş.
Bu arada 1994 Körfez Savaşı’nın ürettiği küresel ekonomik ve siyasal kriz de eklenince Türkiye 1994 ekonomik kriziyle en ağır buhranıyla karşılaşmış. Yalnızca ekonomik değil hem ekonomik hem siyasal yapısal reformları yapmayan, gidişatı hiç anlamayan Çiller-Karayalçın iktidarı devletin dış borçlarını da iç borçlarını da çeviremez hale düşmüş. 1993’te 2981 dolar olan kişi başı gelir 1994’te 2173 dolara gerilemiş. 1991 genel seçimlerinde Çiller’in DYP’si yüzde 26.6, Karayalçın’ın SHP’si yüzde 20.7 oy almış ve koalisyon kurabilmişken, 1994 yerel seçimlerinde DYP yüzde 21.4’e, SHP yüzde 13.6’ya, 1995 genel seçimlerinde DYP yüzde 19.2’ye, SHP’nin içine eklendiği CHP yüzde 10.7 oya geriledi ve Refah Partisi yüzde 21.4 oranıyla birinci parti oldu.
Kalkınma ve modernleşme sürecindeki Türkiye sürekli olarak ekonomik ve siyasal reformlar arasına sıkışıp ekonomi öncelikli düşünmeye devam ederken siyasal gerilimler, laiklik, Kürt meselesi gibi yarılmaların kutuplaşmaya dönüşmeye başladığı bir sürece girdi.
Siyaset vizyonsuz ve iddiasız biçimde sürüp hem hayattan beslenme damarları kapandı hem de siyaset esnafının ağırlık kazandığı bir siyasetsiz partiler süreci başladı.
Vizyon ve iddianın olmadığı yerde devletin asker ve sivil bürokrasisi bir kez daha hayatı kendi istediği yöne doğru bükme arzusuyla 28 Şubat 1997 askeri muhtırasına gelindi. Peşinden 1999 Marmara depremi devletin ağırlığının ve gücünün sanıldığından da kırılgan ve zayıf olduğunu toplumun bizzat deneyimlediği bir vakıa oldu. Ardından 2000 ve 2001 ekonomik krizleri geldi. Toplum hem devletin hem siyasetin hem de o güne kadar güçlü sandığı tüm kurumların ne denli zayıf ve güçsüz olduğu gerçeğiyle yüzleşti.
2001 krizi, Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden birisi oldu. Millî Güvenlik Kurulu toplantısında Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Başbakan Bülent Ecevit arasındaki siyasi kriz bir anda tüm ülkeyi etkisi altına alan ekonomik bir krize dönüşürken devletin de siyasetin de sırları döküldü bir bakıma.
2000’de 4249 dolara ulaşmış kişi başı gelir 2001’de 3108 dolara düştü. Şehirlere göçle, teknolojiyle tanışmış, gündelik pratikleri değişmiş, ihtiyaç ve talepleri değişmiş toplum müthiş bir travma geçirdi. O güne kadar güven ilişkisi kurduğu tüm aktörlerle güven ilişkisini sorguladı.
Yüzde 34’le iktidar
2002 genel seçimlerine bu güven bunalımıyla gidildi. Öncekilerden farklı olduğunu, değiştiğini iddia eden AK Parti yüzde 34.3 oy alırken, anlıyoruz ki kendine oluşan seçmen güveniyle iktidar olmadı. Hemen hepsi baraj altında kalan partilere güvensizlik ve tepkinin ürettiği bir tablo ve seçim matematiğinin de azizliği ile üçte bir oy aldığı halde Meclis’in üçte ikisine sahip olma fırsatı yakaladı.
2002’ye kadar 80 yıllık sürecin ekonomik, siyasi, sosyolojik hikâyesinin çok daha fazla detayı, okuması, farklı anlamlandırması var elbette. Ama hikâyenin özü ekonomik elbette ama aynı zamanda da siyasal. Bugün ülke bir kez daha ekonomik reformlarla siyasi reformların aynı anda, bütünleşik biçimde yapılması gereken bir zaman aralığına sıkıştı.
Vergi Uzmanı Dr. Ozan Bingöl’ün hazırladığı ve bu yazıda da kullandığım kişi başı gelir verilerine bakıldığında son yedi yıldır kişi başı gelir düzenli olarak geriliyor. 2014 yılında 12.178 dolara ulaşmış kişi başı gelir, her yıl düzenli biçimde gerileyerek 2020’de 8.597 dolara inmiş durumda. Bugün daha da gerilemiş olduğu çok açık.
Son sekiz aydır hızla yükselmekte olan döviz kurları, enflasyon ve işsizlik oranlarını ise bu yazıda not etmeye bile gerek yok.
Bu memleketin insanının en önemli davranış biçimlerinden birisi bireysel hayatı ile ortak hayatı iki ayrı evrende, ayrı değer setleri ve pratikleriyle yaşaması. Bu ayrışma sokaktaki gerilimleri evin içine taşımamak gibi bir savunma stratejisi de aynı zamanda. Hanenin dirlik düzenliği öncelikli elbette. Ve şimdi hanenin dirlik, düzenliği, geçimi risk altında. Adeta fil evin içinde.
Buna karşılık iktidar ekonomik reform ihtiyacının da siyasal reform ihtiyacının da olmadığını iddia ediyor. Israrla ekonomik krizin olmadığını savunuyor ama insanlar bakkalına girdiğinde, sofrasına oturduğunda yaşadığı, gördüğü bir gerçeklikle karşı karşıyalar.
İktidarın kurduğu savunu dili giderek gerçeklikten kopuyor. Doğal olarak da yaşananların faturası iktidarın karnesine yazılıyor. Yalnızca ekonomik durum nedeniyle değil aynı zamanda gerçeklikten kopuk dil nedeniyle de insanlar duygusal olarak iktidara kuşkulu bakıyor. Bugün iktidarın en önemli sorunu güven ve itibar kaybı.
Toplum tıpkı 1997-2001 arasındaki gibi duygusal bir kopuş yaşıyor. Üstelik kendi hanesinin dirlik, düzenliğini sürdüremeyeceğine dair müthiş bir kaygı hâkim. Kaygı geleceğe güveni de ülkeye güveni de eksiltir hale dönüşmüş durumda.
Ekonomik gerçeklik, yoksullaşmanın ve adaletsizliğin kalıcılaşması yurttaşı afallatmış durumda. Üstelik 7 yıldır düzenli olarak ekonomik gerileme Cumhuriyet tarihinde de ilk kez yaşanıyor.
Özellikle gençler yalnızca bugünkü işsizlik ve enflasyondan etkilenmekle kalmıyor, gelecek umutları, ülkenin geleceği içinde kendilerini var hissedebilme duyguları da kayboluyor. İster seküler ister muhafazakâr ailede büyümüş, değerleri öyle biçimlenmiş olsun, geleceğe dair umutsuzluğun faturasını iktidara kesecekler. Mesele yalnızca bugün ceplerinde ne olduğu değil derin yoksullaşmayı yok sayan iktidar söylemi büyük bir duygusal kopuş üretiyor.
Hele şimdiki sürtük söylemi gençleri daha da öfkelendiriyor. Bir bakıma fil de sürtük de hanenin içinde. Hiç kuşku yok ki bu durum yalnızca gençlerin kızgınlığını değil ailenin duygusal iklimini de geriyor. Unutmayalım ki hâlâ 20 milyon civarı 30 yaş altı seçmenin dörtte üçü aileden alabildiği harçlıkla yaşıyor. Bu gençler mahallelerinden, evlerinden bile çıkabilme imkanına sahip değiller.
İktidarın tercih ettiği dil yine ve hâlâ seçmenin kimliğinden hareket etmesi. Ama bu ekonomik tufan kimliklerin soyut anlatısından daha çok ve gerçek bir hararet üretiyor. Bu hararet de iktidarı yakacak.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı