15 Şubat 2010

En Büyük Türkiye

Cumhuriyet’in resmi ideolojisi bu tek tip vatandaş ve tek tipleştirilmiş toplum tasavvurunu laiklik ve milliyetçilik üzerinden yürüttü...

Demokratik açılım meselesi tartışılmaya başlandığından bu yana yayınlanan kamuoyu araştırmalarının neredeyse tümünde halkın çoğunluğunun açılıma karşı olduğu söylendi.
Araştırmaların doğruluğu yanlışlığı meselesine girmeden bu eğilim beni hep düşündürdü. Neden bir toplum 25 yıldır süren iç çatışma ortamının sona erdirilmesini ne pahasına olursa olsun istemiyor olsun? Neden bir toplum kendi evlatlarının ölümüne yol açan ortamın devamından yana olsun? Bu nasıl bir zihniyet iklimidir ki, toplumun bir kısmı ötekileştirdiği diğerlerinin çatışmanın bitişine sevinçlerini kendine hakaret olarak alsın?
Cumhuriyet’in kuruluşundaki modelleme hem kalkınmanın hem de modernleşmenin öncüsü olan devlet ile tüm farklılık ve kimliklerinden soyutlanmış, devletine karşı ödevleri tanımlanmış tek tip vatandaşlar temeline dayanıyordu. Doğal olarak Cumhuriyet’in tanımladığı toplum da monolitik toplumdu.  Cumhuriyet, kuldan vatandaş, ümmetten topluma dönüşme projesi olarak cinsiyet, etnik köken, dil, din farklılıklarının da yok sayılması üzerine bir vatandaşlık tanımı yapıyordu. 

Laiklik ve milliyetçilik
Cumhuriyet’in resmi ideolojisi bu tek tip vatandaş ve tek tipleştirilmiş toplum tasavvurunu laiklik ve milliyetçilik üzerinden yürüttü.  Laiklikle din devletin kontrolüne alınırken, milliyetçiliğin toplum gözünde meşrulaştırılması ve çoğaltılarak üretilmesi için de din kullanıldı.  Din dersi içeriklerinden, vaazların tek elden yazılıp yönlendirilmesinden, dualarda mutlaka devlete, şehitlere, orduya dualara kadar ya da devletin ve askerliğin kutsallaştırılması ve giderek tabulaştırılması gibi milliyetçi söylemin birçok boyutu dini söylem üzerinden yayıldı.
Yani birinci söylemeye çalıştığım şey, bizde milliyetçilik ile din yan yana yürüdü. Hala da siyasal İslam hareketi milliyetçilik ile arasına net çizgiler çekemediğinden, bu konuda kafa karışıklığını taşımaya devam ettiği için, kısmen de hala milliyetçi ideolojinin etkilerini taşıdığı için örneğin Kürt meselesinde somut ilerleme kaydedemiyor.
Tek tip toplum ve tek tip vatandaşlığın meşrulaştırılması, giderek yüceltilmesi doğal olarak da özü itibariyle şiddet, dışlama, yok etme dürtüsü taşıyor. Çünkü farklılıkları yok saymadan tek tiplik fantezisini sürdürmek imkânsızdı.  Sürekli bir öteki yaratıldı, kendi kimliğini yücelten fantezilerde kuruldu. Farklılıklar ve eksiklikleri yok sayabilmek için de sürekli bir üst kimlik idealize edildi.
Bütün ulus devletlerin gelişmesinde bizde de olduğu gibi tüm mitleştirmelerin, kutsallaştırmaların, en büyük en üst ırk/köken söylemlerinin, tüm ritüellerin aynen yaşandığı biliniyor.

Milliyetçilik ve ötekileştirme
Türkler en çalışkandır, en güçlüdür fantezilerine dayalı tarih yeniden üretilirken bu fanteziler giderek gündelik hayatın doğal inançları haline dönüştü. Ama gündelik hayatın içinde doğal olarak farklı düşünen farklı davrananlar da çıkacaktır ve çıktı da. Bu farklılıkları yüceltilen ırk üzerinden açıklayamayacağınıza göre onlara yeni yakıştırmalar üretmek gerekti: Moskof çocuğu, Ermeni dölü gibi.
Ama bu farklılıklar gündelik hayatın her alanına yayılmaya başlayınca ve bu yeni gerçeklik inkâr edilemeyecek boyuta varınca daha genelleştirilmiş dışlama, ötekileştirme fantezileri üretilmeye başlandı: Kürtler bölünmek istiyor, cahiller kömürlere karşılık oy veriyor, göbeğini kaşıyor, karda yürürken kart kurt sesleri çıkarıyor gibi. Böylece bu farklılıklar idealize edilmiş kimlikten dışlanmış, ötekileştirilmiş oldu ve içimiz de rahatladı. Yani milliyetçilik bir şekliyle de olmayanı olan gibi göstermek, olanın ise olmadığını kanıtlamak için çeşitli şekillerle girme ve kendini kandırma halidir.
Vatan milliyetçilerin gözünde soyut ve kutsallaştırılmış bir kavramdır. Yanan ormanlar, kirletilen denizler, kendi bombalarınızı bıraktığınız dağlar, işgal edilen kamu arazileri vatana ait midir? Yani milliyetçiliğin vatan tasavvuru da soyuttur, vatan tanımının gerçekle tek ilişkisi haritadır. O nedenle bu haritadan farklı her karikatür, grafik, logo, illüstrasyon, harita bu tasavvuru bozduğu için de “hata olarak”, “saçmalamışlar” diyerek geçiştirilmez. Çok ama çok önemsenir, günlerce tartışılır ve hatta logolarda, grafiklerde ellerinde pertavsız hata arayan harita zaptiyeleri oluşur.

Milliyetçilik ve korkular
Milliyetçi ideolojiye göre devlet her şeyi bilendir, her şeye hâkimdir, hata yapmaz.  Bu fantezinin hedefi devleti kutsamaktan öte devlet ile halk arasındaki mesafeyi ve farklılığı yok saymaktır.  Çünkü devlet hata yapmaz demek aynı zamanda biz hata yapmayız demektir. Dolayısıyla da bu devleti kutsama halinin devamını sağlamanın yolu, devlet ile halk arasında mesafe olduğunu, farklılık olduğunu ima eden her türlü kişi, fikri, farklılığı yok emek yani sürekli iç düşman üretmektir. Zaten tek tipleştirilmiş vatandaşları ve monolitik toplumu savunabilmenin yolu da tek tipliliği bozan her bir farklılık ve fikri tehlike olarak görmek ve yok etmeye çalışmaktır. Yani ideolojinin kendisi de hayat da korkular ve endişeler üzerine inşa edilir.
Bugünlerde yine yükselen bir milliyetçi söylem gözlüyoruz. Özellikle Kürt meselesi etrafındaki tartışmalar yoğunlaştıkça bu söylem artıyor. Anlıyoruz ki, son yüz yılın milliyetçi ideolojinin eğitimi, kitapları, okulları, söylemi bir anlamıyla başarılı olmuş. Milliyetçi söylemler büyük oranda içselleştirilmiş ve benimsenmiş. Bu yükselişin ikinci ima ettiği şey de korkuların yükseliyor oluşu.
Bu yükselişte doğal olarak dünyadaki küreselleşme ve tüm ülkelerdeki küreselleşme karşıtı dinamikler de milliyetçi dalgayı besleyen etkin bir faktör olarak ortada duruyor. Aynı zamanda gündelik hayatın ritmindeki hızlanmadan dolayı artan korku ve endişe hali de ayrıca önemli bir faktör.
Dolayısıyla milliyetçilikle arasındaki farkı net çizememiş ve hatta içinde ciddi biçimde milliyetçilik barındıran bir iktidar ile gündelik hayatın içindeki ve sade vatandaşların zihin dünyasındaki milliyetçi duygular birleşince ortaya Kürt meselesinde açılıma karşıymış gibi duran, neredeyse bir iç savaşın sürmesini isteyen toplumsal ruh hali çıkıyor karşımıza.

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"