07 Şubat 2022

Ekonomi yalnızca sayılar ve formüllerden mi ibaret?

Şirketlerin ve devletlerin toplumla, bireylerle, yurttaşlarla çalışan ya da müşteri olarak veya seçmen ya da yurttaş olarak ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda kaldıkları bir dönemin başlangıcındayız

Sanayi toplumunun esası hayatın her alanında standartlaşma ve ölçek ekonomisi. Her bir ürünü mümkün olduğunca çabuk standartlaştırmak, sonra da üretimi standart adımlara indirgemek. Bunun sağladığı avantajla daha çok üretmek, daha çok tüketmek. Montaj hatları da bu mantığa dayanıyor, fast food restoranlar da.

Üretimin miktarını belirleyen unsurlar sermaye, emek, ham maddedir. Bu üretim formülünün temel varsayımlarından biri havayı, suyu, toprağı sonsuzmuş gibi kabul etmektir. Ama petrol başta olmak üzere yerkürenin doğal kaynaklarını alışılmış biçimde kullanmaya devam edersek sonunu şimdiden hesaplayabiliyoruz. O nedenle Elon Musk Mars’a gidip yeni ham maddeler, kaynaklar bulma hevesinde, yine o nedenle Çinliler asteroitlerde maden arıyor. 

Bu üretim formülü bilgi ekonomisinin gelişmesiyle uzun süre önce değişmişti. Bilginin hem sermayenin hem de ham maddenin yerine geçtiği başka türden iş modelleri, bu modellere dayalı yeni şirketler ve markalar,  geleneksel üretime dayalı markaları tahtlarından etti.

Ancak bugün bu üretim formülünde bir başka unsurun daha eksik olduğunu fark ediyoruz. Ekonomist dostlar benim gibi ekonomist olmayan birisinin bu tezine ne tepki verirler bilmiyorum ama bu formüldeki bilgiden sonra eklenmesi gereken yeni unsur arzu ve gayret.

Yerkürenin değişim ritmi ekonomik modelleri değişime zorluyor

Eğer bu yaklaşım doğruysa ekonomiye dair tüm formüller değişmek zorunda. Örneğin son aylarda sıkça tartışılan faiz ve enflasyon. Herkesin üzerinde uzlaştığı güven kavramını dahil etmeden faiz ve enflasyon denklemleri hâlâ açıklayıcı mı?

Değinmeye çalıştığım ekonomi teorilerinin insana, kültüre, deneyime aynı zamanda beklentilere, umuda, korkuya, kaygıya yani insana dair olan her şeyle beraber yeniden düşünülmesi gerektiği. Bu konuda da önemli paradigma değişiklikleriyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyorum. 

Teknolojik sıçramanın ürettiği değişim nedeniyle üretim ve tüketim modelleri değişiyor. Bu değişimin sebebi yalnızca kaynakların tükenmesi değil. Aynı zamanda toplumsal duyarlılıklar yükseliyor. Sürdürülebilirlik kaygısı küresel ve ulusal kararları etkiliyor. Birleşmiş Milletler’in sürdürülebilirlik hedefleri, Avrupa Birliği’nin yeşil mutabakat politikaları, sıfır karbon salım hedefleri gibi ulusal politikalar üzerindeki küresel basınç her ülkenin ekonomi politikalarını etkiliyor. Döngüsel ekonomi, yeşil ekonomi gibi başka kavramlar ve arayışlar güçleniyor.

Kalıcılaşan yoksulluk ve adaletsizlik, bu sorunlar etrafında yerel ve küresel ölçekteki yeni siyaset arayışları, mevcut modelin sürdürülemez olduğunu her gün gösteriyor.

Öte yandan bu değişimin kolay ve kısa sürede olmayacağı da açık. Son elli yılın teknolojik devrimi bilişim ve iletişim esaslıydı. Bu teknolojik devrim sayesinde iş yapış biçiminden düşünce sistematiğine bir dizi büyük değişiklik yaşandı. Ama bu değişimler üretim modelinden çok üretim sürecinin organizasyonunu, verimliliği, hizmet biçimini ve lojistiği değiştirdi. Ama bu devrim atık yönetimini, kimyasal kullanımını, karbon salımını, enerji ve petrol ihtiyacını ve üretimini, daha da önemlisi bu üretim modelinin yerküreye verdiği zararı değiştirmeye yetmedi.  Yerküreyi ve insanı alabildiğine hoyratça kullanan ekonomik kalkınma ve büyüme anlayışı ile ona bağlı gelişen ölçüm modelleri tarihe karışıyor.

Bundan sonra, özellikle bilgi çağının ekonomik başarı tanımının ne olacağı, büyüme ve kalkınmanın ne anlama geldiği tartışmaları belirleyici olacak. Geleceğe dönük ekonomi politika ve stratejilerinin hangi parametrelere yaslanacağı bu tartışmalarla tanımlanacak. Şu kadarını net olarak biliyoruz. Mevcut ekonomik model adaletsizlik ve yoksulluk problemlerini çözemediği gibi yerkürenin de insanın da doğasına aykırı. Bu meseleler yalnızca sosyal yardım politikalarıyla giderilemeyecek denli büyüdü ve karmaşıklaştı.

Kalıcılaşan adaletsizlik ve yoksulluk küresel krizleri tetikleyecek

Ülkeler ve kıtalar arası adaletsizlik ve yoksulluk destek politikalarıyla çözülemedi. Dünyanın gelişmiş ülkelerinin, şirketlerin bugüne kadar aldıklarının hiç değilse bir kısmını topluma ve dünyaya verecekleri yeni bir zihinsel modele ihtiyaç var. Yoksa dünya, onların da her şeylerini kaybedecekleri bir sarmala girecek. Adaletsizlik ve yoksulluğun ürettiği gerilim onların varlıklarını da tehdit ediyor. Nitelikli emek ihtiyacını karşılayamamak, talep yetersizliği, kaynakların tükenmesi gibi ekonomik ve yine toplumsal duyarlılıkların yükselişiyle beraber tüketici memnuniyet sorunlarıyla baş başalar şimdiden.

Bu konularda toplumsal ve küresel duyarlılığın yükselmesi ve siyasete etkisi, popülist liderlerin elinde ekonomiyi disipline etme arayışına ve otoriterliğe yeni imkânlar açıyor. Popülist liderlerse sürdürülebilirlik açmazını daha da derinleştiriyor. Ulus-devletlerin kaynakları azaldığı ve pazarları daraldığı için giriştikleri yeni bölüşüm kavgaları ve savaşları işleri iyice içinden çıkılmaz hale getiriyor.

Ekonomik aktörlerin önünde iki yol var: Ya mevcut zihin haritalarını takip edip kendi sonlarını da getirecekler. Ya da yeni bir üretim, mülkiyet ve bölüşüm modeli üretilmesine rıza gösterecek hatta katkıda bulunacaklar.   

İkinci önemli değişim de ölçek ekonomisinde olacak. Daha çok üretip, daha çok kâr etme zihniyeti değişmek zorunda. Çünkü tüketici değişti. Artık insanlar özgün, yerel, kaynağı ve içeriği belli ürünlere yöneliyor. Pek çok sektörde kitlesel ve standart üretim modeli geçerliliğini yitiriyor. Enerji üretiminde bile dağınık, küçük, yerel tüketici taleplerine duyarlı üretim modelleri ortaya çıkıyor.

Sanayi toplumunun üretim modeli ölçeğe ve standardizasyona bağlı olduğu için, üretimin, kalkınmanın ve zenginliğin ölçütü parasal büyüklüktü. Ülkelerin kalkınmışlığının ölçütü de kişi başı gelirdi. Bir zamanlar Türkiye’de kişi başı milli gelir 5 bin doları aşarsa ülkenin daha kolay demokratikleşeceği varsayılırdı. Çünkü böylece orta sınıf genişlerdi. Orta sınıf da özgürlük ve demokrasinin garantörüydü. Fakat yaşadıklarımız gösterdi ki şema böyle çalışmıyor.

Gelir dağılımındaki adaletsizliğin ve yoksulluğun piyasanın görünmez elleriyle çözülmediğini deneyimledik. Ulusal ölçekteki o rakamlar ve ortalamalar gündelik hayatın gerçeğini yansıtmıyor, hatta saklıyordu. Halen de öyle.

Türkiye’de en yüksek gelire sahip yüzde 20’lik grubun ülkenin toplam gelirinden aldığı pay yüzde 47.5’ken düşük gelire sahip yüzde 20’nin aldığı pay toplamın yüzde 5,9’u. TÜİK’e göre bile 2020 yılında Türkiye nüfusunun yüzde 27,4’ü “ciddi maddi yoksunluk” yaşadı.

Adaletsizlik ve yoksulluğa itiraz hareketleri de küreselleşerek güçlenecek

Adaletsizlik ve yoksulluk mevcut ekonomik modeli sürdürülemez kılıyor. Böylesi bir problem ulus-devletlerin politikaları, kısıtlamaları, sınırlarında yükselttikleri duvarlarla çözülemez. Çünkü artık yoksullar başlarına ne geldiğini ve niye yoksul olduklarını öğrenebilecekleri kaynaklara sahipler. Aynı haber ve bilgi kaynakları sayesinde yaşam tarzlarını hem kendi benzerleriyle hem de onlara hiç benzemeyen zenginlerin yaşamlarıyla karşılaştırabiliyorlar. Hayat zamandan ve mekândan bağımsızlaştığı için örgütleniyor ve siyasete müdahale edebilecekleri olanaklar arıyorlar. Paralel olarak yeni tip şirketler ve siyasi aktörler devletleri zorluyor.

Şirketlerin ve devletlerin toplumla, bireylerle, yurttaşlarla ister çalışan ya da müşteri olarak ister seçmen ya da yurttaş olarak ilişkilerini yeniden düzenlemek zorunda kaldıkları bir dönemin başlangıcındayız.

Sermayenin vücut bulmuş hali olan şirketlerin tüm zihin yapıları değişmek, devletin ekonomideki rolü ve sosyal devlet kavramı yeniden tanımlanmak zorunda.

Devlete ve şirketlere bağlı olarak sermayedar sınıfı ve burjuvazi de değişecek. Levent Erden’in “iş insanı v.3” tanımından hareketle “üçüncü nesil şirket” diye adlandırdığım bir tanım yapmak mümkün.

Birinci nesil şirketler devlet ve bürokrasiyle iş birliği-uyum içindelerdi. Devletin verdiği bir imtiyaz ve izinle vücut buldular.

İkinci nesil şirketler siyasetçilerle iş birliği ve uyum içindelerdi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Batı’da, Özal’lı yıllarda Türkiye’de gelişen ikinci nesil şirketler devletle-bürokrasiyle ilişkilerini sorunsuz sürdürmeye çalışırken, asıl sıçramayı ve büyümeyi siyasetçilerle kurdukları ilişkilerden sağladılar ve hâlâ da sağlıyorlar. Türkiye’de şirketlerin ve holdinglerin yönetim kurullarında 1990’lara kadar emekli generaller ve bürokratlar vardı. Şimdi emekli bakanlar ve siyasetçiler var.

Üçüncü nesil şirketler ise toplumla uyumu gözetmek zorunda artık. Toplumla yalnızca kâr ve müşteri tanımları üzerinden ilişkilenmeyen bir yönetim tarzına ihtiyaç duyuluyor. Üçüncü nesil şirketlerin yönetim kurullarında bilim insanları, sosyologlar, antropologlar, bilişimciler, tıp insanları ve sivil toplum aktivistleri olacak yakın zamanda. Çünkü bu şirketler işlerini yaparken bir yandan da memleketi ve dünyayı yaşanabilir hale getirmenin yollarını aramak zorundalar. Aksi halde toplumla sürdürülebilir ilişkiler kuramazlar.

Yine, yeniden mülkiyet tartışması

Elbette üretimin mülkiyeti meselesi de tartışılmaya başlanacak. Tümüyle devlete ya da özel sermayeye bırakılmış ekonomik modelin yerküreye ve insana hayır getirmediğini biliyor artık insanlar. Şimdi yerel yönetimlerin, sivil toplumun ve özel girişimlerin iş birliğine dayalı yeni bir üretim hamlesi gerekiyor. Yerel yönetimler yerel ihtiyaç ve talebin, sivil toplum yerküre ve toplumla ilişkinin sürdürülebilirliğinin teminatı olarak yeni türden bir mülkiyet modellemesiyle adaletsizlik ve yoksullukla mücadele programları geliştirilebilir. Örneğin kentsel dönüşüm projelerinde tüm kârı sermayeye bırakan model yerine yerel yönetimlerin, kentsel dönüşüm alanı ahalisinin de dâhil olduğu; sivil örgütlerin ve özel sermayenin kâr ve yarar bölüşümü üzerinden ortaklaştığı bir modelle kentsel dönüşüm süreçlerinde adaletsizlikle mücadele edilebilir.

Dünya da Türkiye de yakın gelecekte gıda kriziyle baş başa kalacak. Belki de eskide kaldığını sandığımız tarım kooperatifçiliği şimdiden küçük örneklerini gördüğümüz biçimde güçlenecek, gıda üretiminden dağıtımına yeni modeller gelişecek. Bu konuda da yine yerel yönetimler, sivil toplum ve ahali iş birliğiyle yeni yapılanmalar ortaya çıkacak. 

Önümüzdeki elli yılda metropollerin ve metropol yönetimlerinin ve de yerel yönetimlerin ekonomideki ağırlığı artacak. Dünya nüfusunun yarıdan fazlası kentlerde, beşte biri 300 metropolde yaşıyor. Bu metropollerin her birinin ekonomik kapasitesi dünyadaki ulus-devletlerin yarıdan fazlasından büyük. Metropollerdeki bu ekonomik arayış eski devlet ya da kamu ekonomisinden farklı, yeni bir ekonomik üretim ve çoklu bir mülkiyet modellemesi oluşturma potansiyeline sahip.

Yalnızca metropoller de değil bugün ekonomik aktörleri ve dinamikleri neredeyse hiç gelişmemiş bölgelerde, İç Anadolu’da ya da Güneydoğu Anadolu’da bugünkü ekonomik model içinde ne yoksulluğu ne adaletsizliği çözme şansı var. Buralara yeniden kamu yatırımlarını, yerel yönetimlerin aktif ve öncü olduğu yeni bir ekonomik modellemeyi tartışma zamanı.

Çok aktörlü, çok boyutlu, çok katmanlı bir hayatın doğal sonucu belirsizlik ve karmaşıklık. Bu belirsizliğin ve karmaşıklığın esas olduğu ekonomik hayatı, doğrusal ilişki model ve formülleriyle anlamak da yönetmek de imkânsız. Bugünkü ekonomik sistemin aynen böyle sürme şansı yok artık.  Belki de bilgi toplumunun Marx’ı, Keynes’i, Weber’i, Freud’u ve onlardan beslenen siyasetçiler yok elimizde…


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı

 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"