Araştırmalara göre toplumun dış politika bilgisi orta düzeyde. Dışişleri Bakanı’nın adını, NATO’ya veya G20’ye üye olduğumuzu bilmeyen, AB’ye veya Şangay Beşlisi’ne üye olduğumuzu sanan birçok insan bulunuyor. Bununla birlikte toplumun yarıya yakını dış politikaya karşı ilgisiz olduğunu belirtiyor. Kişinin kendini ne kadar milliyetçi gördüğüyle beraber bilgi ve ilgi seviyesi de dış politika meselelerine bakışı etkiliyor. Bir yandan yöntem olarak diplomasi askeri güce tercih ediliyor, ekonomik başarı dış politikada askeri güçten daha önemli görülüyor.
Diğer yandan askeri gücün bir ülkenin büyüklüğünü ölçmedeki en önemli gösterge olduğu düşünülüyor. Bu iki farklı gibi görünen görüş sade bireylerin gözünde çelişmiyor. Türkiye’nin önündeki en önemli fırsat olarak bir kesim Avrupa Birliği’ne üye olmayı, bir kesim ise Müslüman ülkelerin veya Orta Doğu’nun lideri olmayı görüyor. Siyasi pozisyonlar üzerinden kutuplaşma dış politikadaki görüşlere de yansıyor.
Şunu söyleyebiliriz, toplumun dış politika ve diğer ülkelerle ilişkilerde beklentileri ekonomik, korkuları kültürel, duyguları da siyasal pozisyonlardan besleniyor. Öte yandan bu memleketin insanları için muasır medeniyet Batı, bir bakıma beklenti, kurumları kuralları tanımlı bir yaşam.
Toplumun bilgi ve ilgisi düşük olmasına karşın dış politika üzerinden milliyetçi söylem, siyasi parti ve liderlerin seçmenle ilişki kurmakta kullandıkları önemli bir araç. Özellikle dış politika, partilerin milliyetçi söylemlerde ortaklaştıkları da bir alan.
2011 genel seçimlerine kadar partilerin program ve seçim manifestolarında yer alan dış politika söylemleri ve özellikle Avrupa Birliği hedefi genel geçer paragraflar biçiminde yer alırdı. Dış politika ilk kez 2011’de AK Parti seçim beyannamesinde beş temel hedefin tanımlandığı alanlardan biri olarak yer aldı.
İlginçtir ki o tarihten itibaren de dış politika ve diğer ülkeler ve uluslararası kurumlarla ilişkilerde sorunlar hiç eksilmedi. AK Parti Arap Baharı sürecinde aktif role soyunup Müslüman coğrafyadaki siyasal İslamcı hareketlere örnek ve lider olmanın peşine düşünce bir dizi gerilim Türkiye’nin gidişatını doğrudan etkiler hale geldi. Bu sürecin son sahnesi doğrudan taraf olunan Suriye iç savaşı oldu.
Suriye hem Kürt meselemizi, hem de Rusya ve ABD ile ilişkilerimizin gidişatını doğrudan etkiler hale geldi. AK Parti Müslüman coğrafyanın lideri olmak gibi bir illüzyonun teorisini geliştirirken gele gele devasa dış politika sorunları, tüm komşularıyla kavgalı, oldukça uzaklaşılan ve unutulan AB üyelik süreci ve sığınmacı meselesiyle karşı karşıya kaldık.
Öte yandan dünyanın yaşamakta olduğu siyasal ve ekonomik egemenlik, bölüşüm kavgası da şiddetlendi. Bu büyük küresel anaforun sonunda bugün bazı Arap ülkelerinde devletsizleşme, bazılarında otoriter yönetimlerin yeniden güçlenmesi, bazılarında bitmeyen iç gerilimler ve ülkelerini terk edip Batı ülkelerine geçmeye çalışan milyonlarca insan gibi bir dizi farklı sonuç oluştu.
Dış politikada küresel güncel gündem Rusya’nın işgaline direnmeye çalışan Ukrayna, İspanya-Fas sınırında göçmen katliamı, Batı’nın Rusya ve Çin’i kontrol etme çabasıyla yaptıkları, NATO’nun genişleme çabaları.
Türkiye’nin iç gündemi ise Suriye’ye yeni askeri operasyon, önceki dönemde doğrudan düşman ilan ettiğimiz bazı ülke ve liderlerle barışırken birdenbire yükselen Yunanistan’la Ege Denizi ve Adalar’ın silahlandırılması gerilimi.
Yunanistan’la gerilimin iki ülkedeki iktidarların da işine yaradığını söyleyebiliriz. İkisinin de yükselen milliyetçi söyleminin kendi seçmenlerinde bir karşılığı var çünkü. Sabancı Üniversitesi İstanbul Politikalar Merkezi ile Yunanistan ELIAMEP Vakfı ortak projesi çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan’da bir dizi dış politika araştırması gerçekleştirildi.
Ege’nin iki yanı
Türkiye ayağını KONDA’nın gerçekleştirdiği araştırmaların bulgularına göre Yunanların yüzde 79.2’si ve Türklerin yüzde 77.1’inin gözünde sağlık en önemli güvenlik unsuru olarak tanımlanıyor. Pandemi koşullarında sağlık güvenliği vurgusu anlaşılabilir. Ama ilginç bulgu şu ki ulusal güvenlik hem Yunanlar hem de Türklerin yüzde 48.3’ü tarafından ikinci en önemli güvenlik boyutu olarak gösterilmiş. Ulusal güvenliğe dair algı ve tanımların, ulusal güvenliğe yönelik tehditlerin iki toplumda da tutarlı ve uzun süredir devam eden bir endişe kaynağı olduğu anlaşılıyor.
Buradan hareketle bakınca Adalar’ın silahlandırılması meselesinin birdenbire bu denli hararetli hale gelişinin, iki tarafın siyasi iktidarlarının yıllardır bilinen bu meseleyi bugün yeniden köpürtmelerinin nedeni de anlaşılıyor.
Yaklaşan seçimlere karşın ekonomik tufanın sonucu olarak iktidardan uzaklaşan seçmenin duyguları manipüle edilmeye çalışılıyor. Seçmen öncelikle hanesinin dirlik, düzenliği üzerinden düşünüyor ve davranıyor. İktidar bu konuda kayda değer politikalar üretemedikçe, seçmenin bireysel hayatını da aşan bir yerden düşünmesini ve oyunu vermesini hedefliyor. Bu denli büyük bir ekonomik tufanın etkisinin ancak seçmen devletin bekasını ve ulusal güvenliği düşünerek oy verirse dengelenebileceği düşünülüyor. Bu gerilim varsayımsal olarak hem Erdoğan’a hem de Miçotakis’e yarıyor.
Peki, bu varsayım doğru mu? İş, sağlık, çevre, gıda, mali, bireysel, ulusal güvenlik seçenekleri arasında sıralama yapıldığında değindiğim gibi pandemi koşulları nedeniyle sağlık öncelikli söyleniyor. Sağlığın ardından ise ulusal güvenlik geliyor. Daha da ilginç olan, sıralamanın da oranların da HDP hariç parti seçmenleri arasında farklılık üretmiyor oluşu.
Toplumun yüzde 48.3’ü ulusal güvenlik derken, AK Partililerin yüzde 49.9’u, MHP’lilerin yüzde 45.3’ü, CHP’lilerin yüzde 48.6’sı, İyi Partililerin yüzde 60.5’i ve hatta kararsız seçmenin de yüzde 48.8’i ulusal güvenliği sağlık dışındaki bireysel güvenlik konularının önüne koyuyor.
Ulusal güvenlik denilince devletin ve sınırların güvenliği anlaşılıyor. Ulusal güvenliğin kapsamında işsizliği, yoksulluğu, kutuplaşmayı, asayişi, kur dalgalanmalarını da dikkate almayınca, yani toplumsal yaşamın bekasını değil devletin bekasını öne koyunca partiler arasında da seçmenleri arasında da farklılık oluşmuyor.
Türkiye-Yunanistan karşılaştırmalı araştırma bulgularına göre, Türkler Türkiye’yi “benzersiz” görüyor, aynı zamanda büyük bir güç veya en azından önemli bir uluslararası varlığa sahip bir güçtür Türkiye. Ankete katılan Türklerin yüzde 83.5’i Türk kültürünün diğer ülkelerin kültürlerinden daha büyük olduğuna inanıyor. Yunanların gözünde ise Yunanistan kurumsal ve politik olarak Batı’ya aittir, ancak Batılılar arasında da bir “istisnadır”.
Devletin ideolojisi
Karşılıklı ve güçlü bu milliyetçi anlatı sonuçta birbirini büyütüyor. Şunu da kabul etmeliyiz ki iki tarafta da milliyetçilik devletin ideolojisidir. Eğitim sisteminin amacı da bu ideolojiyi tüm yurttaşların kafasına, bilinçaltına, aklın en dibine yerleştirmektir. Yani bizde milliyetçilik yaşanılan, hissedilen duygularda değil, ezberlerde vardır. Resmi tarih anlayışında, resmi tarih masallarında vardır. Öğrenilmiş, öğretilmiş duygular, hissiyatlar ve fikir olduğu sanılan ezberlerdir var olan.
Batılı kültürel normlar Türkiye’nin yaşam biçimini tehdit ediyor fikrinde olanlar AK Partililerin yüzde 46.9’unu, MHP’lilerin yüzde 42.1’ini, CHP’lilerin yüzde 26.1’ini, İyi Partililerin yüzde 40’ını ve hatta kararsız seçmenin yüzde 35.7’sini oluşturuyor. Batı’nın ekonomik getirisi istenir ama kültürel kaygılar da ağır basar.
Onun içindir ki ne genç veya yaşlı olmakla ne de kadın veya erkek olmakla bu ulusal gurur duygusunda, milliyetçi ezberlerde ve kültürel kaygılarda çok büyük farklar yoktur. Parti tercihleri ve siyasi pozisyonlar dış politika meselelerine bakışta, dindarlık seviyesi Batı karşıtlığında farklar üretse de milliyetçilik ve ulusal gurura dair KONDA’nın yaptığı birçok araştırma toplumun büyük çoğunluğunun ortaklaştığını gösteriyor.
Bir etkisi olmaz
Bu genel tablonun karakteristik özelliklerine baktığımızda dış politikada güncel politik başarılar sevinç ya da gurur yaratabilir ama yalnızca bu nedenle iktidar oy kazandı-kaybetti demek doğru değil. Eğer toplum devletin ve toplumsal yaşamın bekasını tehdit eden dış politika gelişmeleriyle karşı karşıya değilse güncel dış politika meselelerinin oy tercihlerine etkisi yok denecek kadar az.
Bu nedenle İsveç ve Finlandiya’nın NATO’ya üyeliğine ambargo ve takip eden uzlaşma ya da Rusya’nın Ukrayna işgali meselesi etrafında oluşan Türkiye’nin ve iktidarın rolünün belirginleşmesi gibi gelişmelerin iktidarın oyu üzerinde kayda değer etki üretmez.
Ama toplumda devletin bekası üzerinde, toplumsal yaşamın bekası üzerinde somut bir tehdit olduğu algısı gelişirse seçmen hanesinden değil devletten yana düşünebilir. Tam da bu nedenle “adaların silahlandırılması” meselesi de İsveç’in NATO üyeliği meselesi de Suriye’ye operasyon meselesi de dış politikada ulusal çıkarlardan çok seçime dönük toplumsal algıyı yönlendirme çabaları bana kalırsa. Hatta birdenbire ormanları yakanlara da kadın cinayetlerinde de idam konusunun yeniden gündeme getirilmesi de öyle.
Yoksa bu ülkede hemen herkes idam tartışmaları açıldığında kimin kastedildiğini biliyor.
Öte yandan genel bir tehdit algısını oluşturacak korku politikalarının tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir karşılığı olduğunu biliyoruz.
Korku politikaları günümüz siyasetinin en güçlü silahlarından biri. Tüm dünyada, korku ve korkutma politikaları hemen tüm liderlerin kullandığı bir araç. Endişe, küreselleşme çağında her bir bireyin gündelik hayatında ve zihninde var olan bir duygu. Endişe ya da kaygı çok boyutlu, çok aktörlü, çok katmanlı gündelik hayatın ritmi içinde var olan bir duygu hali.
Bu yeni gündelik hayatın en önemli özelliklerinden biri belirsizlik ve karmaşıklık esaslı oluşu. Az ya da çok nereden geleceği kestirilemeyen, ne olduğu ve nasıl olacağı da bilinemeyen bir tehlike algısı, hele tanış olunmayan büyük kalabalıkların, gündelik yaşamın içindeki bireylerin zihninde vücut buluyor.
Siyasetçiler ve medya bu içgüdüsel endişe duygusunu korku politikalarına dönüştürerek manipüle ediyor. Her ülkenin kendi reel politik sorunlarına bağlı olarak bu korku ABD’de İslami terör, Fransa’da İspanya’da Afrikalı Müslüman göçmenler, Türkiye’de bölünme biçimine dönüştürülüyor.
Bu süreç ve anlatıların bir karşılığı var elbette. Ama seçmen tercihlerinde iktidarın ve milliyetçi söylemlerin karşılığının hangi güçte, oranda olacağını tek başına bu anlatılar belirlemiyor. Yanı sıra iki temel unsur daha var. Birincisi ekonomik tufanın haneler ve bireyler üzerindeki etkisinin büyüklüğü. Gerçek sorunların harareti, soyut anlatıları ne denli etkileyecek?
İkinci unsur ise karşıt anlatının ne olduğu ve özellikle de muhalefetin ne söylediği. Bu noktadan bakınca, muhalefetin aynı dolmuşa binerek farklı hedefe varamayacağını anlaması gerekiyor.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı