25 Eylül 2011

Devletin derin ideolojisi

Mavi Marmara baskını ve kriziyle başlayan ve giderek İsrail’le daha sert...


Mavi Marmara baskını ve kriziyle başlayan ve giderek İsrail’le daha sert bir krize dönüşen gelişmeler sırasında sıkça uluslar arası deniz hukukuna ve uluslar arası mahkemelere gitmek de dillendirildi.  Bu adımın birkaç yazar ve yorumcu dışında yaygın olarak dillendirilmeyen kısmı ise Türkiye’nin bu problem nedeniyle uluslar arası mahkemelere gidemeyeceği, çünkü zaten uluslar arası deniz hukukunu düzenleyen sözleşmeye Türkiye’nin taraf olmadığı gerçeğiydi.
Tartışmalar vesilesiyle öğrendik ki, 1982 tarihli “Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi” Uluslararası Deniz Hukuku’nu düzenleyen en kapsamlı metin(miş). 16 Kasım 1994 tarihinde yürürlüğe giren sözleşme, uluslararası hukukun deniz hukuku alanındaki düzenlemelerini tek bir metin altında birleştiriyormuş. Uluslararası hukukta denize dair ve ilgili uyuşmazlıkların çözümü için zorunlu yargı araçları bu sözleşmeyle getirilmiş. Türkiye bu sözleşmeye taraf değil ve daha ilginci bir iddiaya göre taraf olunmadığı gerekçesiyle sözleşmenin resmi Türkçe tercümesi dahi yok. 
Meramım bu sözleşmeyi veya İsrail ya da Mavi Marmara krizini tartışmak değil bu yazıda. Bu olay ve taraf olunmayan uluslar arası sözleşme meselesi epeydir kafama takılan başka bir soruyu çağrıştırdı bana. 

Uluslar arası sözleşmelere çekinceler, rezervler

Bir yıl evvel Tarih Vakfı’nın “Toplumsal ve siyasal çatışmaların yaşandığı toplumlarda uzlaşma aracı olarak eğitimin rolü (Toplumsal uzlaşma aracı olarak eğitimin rolü)” projesiyle ilgilenmiştim. Proje çalışmasıyla toplumsal, kültürel ve siyasal alanda yaşanan çatışmaların çözümünde uzlaşma kültürünün yerleşmesi ve derinleşmesi için eğitimin oynayabileceği rolün Türkiye’de tartışmaya açılması ve bu çerçevede eğitime yeni yaklaşımların getirilmesi hedeflenmekteydi. Bu çalışmalar sırasında öğrenmiştim ki; “Eğitimde Ayrımcılığa Karşı UNESCO Sözleşmesi” henüz Türkiye tarafından kabul edilmemiştir. Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmelerinin anadil ve eğitimle ilgili maddelerine Türkiye çekinceler koymuştur. Yine biliyoruz ki “Ulusal Azınlıkların Korunmasına Dair Çerçeve Sözleşme, Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Şartı” henüz Türkiye tarafından onaylanmamıştır.
Eğitim konusundaki uluslar arası sözleşme ve protokollere Türkiye’nin itiraz ettiği hemen tüm konularda temel gerekçe “milli birliğe aykırılık”
Benzer şekilde kabul edilmemiş, imzalanmamış ya da imzalayıp taraf olunsa bile bazı maddelerine çekince konulmuş birçok sözleşme var. Bunların en önemlilerinden birisi de anımsayacaksınız BDP’nin ortaya attığı “demokratik özerklik” tartışmaları sırasında sıkça referans verilen, yerel yönetimlerin demokratikleştirilmesi ve özerkleştirilmesi hususunda yapılan milletlerarası antlaşma olan “Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartıdır”. 1988 yılında hazırlanan Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartnamesi, 8 Mayıs 1991 yılında TBMM'nde kabul ediliyor. Kabul edilirken de bazı maddelerine çekince konuluyor. Çekince konulan maddeler ise “özerkleşmeye dair olanlar.”

Devletin derin ideolojisinin çerçevesi bu çekincelerin toplamında 

Eminim yukarıdakilere benzer Türkiye’nin kabul etmediği başka onlarca, belki yüzlerce uluslar arası anlaşma, sözleşme, protokol var. Sivil toplum örgütlerinde, sivil inisiyatiflerde sıkça tekrarladığım önerimi yazayım: Eğer bu türden devletin imzalamadığı veya imzalarken rezerv koyduğu tüm anlaşma, sözleşme ve protokolleri bir araya getirmeyi başarabilirsek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yazılı olmayan derin felsefe ve ideolojisini ortaya çıkarmış oluruz. Çünkü o imzalanmayan veya rezerv konan konuların gerekçeleri bizim devletin ideoloji ve tercihlerinin de çerçevesini verecek bize.
Bu çok önemli, çünkü hepimizin siyasetten bakarak tanımladığı devletin, vesayetin, derin devletin her neyse o çekirdeğin temel kaygıları, korkuları, meramları ve hedeflerinin tümünü bir arada okuma ve anlamlandırma şansımız olacak.
Yine bu konu ile ilgili olarak değinmek istediğim ikinci nokta ise şu: Yine hepimiz siyasi fikrimize göre son dokuz yılın, Ak Parti döneminde yaşanan ve değişenlerin bir yorumuna sahibiz. Ak Parti’de kendi dilinden vesayeti yıktığından, ileri demokrasiye geçtiğimizden, ülkenin ve devletin hızla demokratikleştiğinden söz ediyor. Ki ben de bu konuda Ak Parti’nin oldukça önemli mesafeler aldığını düşünenlerdenim.

Derin ideolojiyi ve felsefeyi değiştirebildik mi?

Fakat yine de ilgi çekici olan soru şudur: Ak Parti, dokuz yıl içinde, yukarıda sözünü ettiğimiz türden uluslararası anlaşma, sözleşme ve protokollerden Türkiye’nin eski devlet ideolojisiyle imzalamayıp taraf olmadığı kaç tanesinde şimdi imzalayarak taraf olmamızı sağladı? Veya bu konuda hazırlığı var?
Benzer şekilde Ak Part, dokuz yıl içinde, “milli birlik” gerekçesiyle antidemokratik uygulamaların yolunu açan, gerekçesini sağlayan kaç uluslararası anlaşma, sözleşme ve protokollerin rezerv ve çekince konmuş maddelerine dair rezervleri, çekinceleri kaldırdı? Veya kaldırmaya teşebbüs etti? Veya hazırlık yapıyor?  
Bildiğim kadarıyla bu iki soruda da Ak Parti’ye olumlu not vermek mümkün değil. Devletin derin ideoloji ve felsefesinde değişim yaratmadıkça da gerçek bir değişimin yaşanamayacağı açık. Çünkü yeni Anayasa diye konuştuğumuz meselenin birinci bileşeni devletin demokratikleştirilmesi ve yeniden yapılandırılması. Eğer bu noktada devletin ideolojisini değiştiremeyeceksek (ya da değiştirmeyeceksek) yeni anayasayı nasıl yapacağız? O Anayasa nasıl yeni olacak?
Hepsinden de önemlisi, değişimin hukukunu ve kurumlarını üretemez isek değişimi nasıl kalıcı hale getireceğiz? 


 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"