21 Ocak 2010

Değişim ama nereye doğru

Son haftanın en çok konuşulan iki konusu “sivil diktatörlük kaygısı” ile “Digitürk’te Erman Toroğlu’nun atılması” meseleleri...

Son haftanın en çok konuşulan iki konusu “sivil diktatörlük kaygısı” ile “Digitürk’te Erman Toroğlu’nun atılması” meseleleri. İki mesele de bence toplumun çok derinlerindeki benzer bir değişimin tartışılması ve anlaşılması gereğini ima ediyor.

Özdeki tartışmamız gereken şey, toplumdaki değişim nedir? Bu değişim hemen her alanda iyiye doğru gidişi mi ima eder? Yoksa değişimin bazı tarafları olumsuzluk ve hatta tehlike potansiyeli barındırır mı? Gündelik hayatın ritmi ve düşünce sistematiğimizdeki değişimlerin tümü olumluluk mu içerir? Bu soruları yalnızca siyasi aktörler üzerinden değil geniş bir perspektifle toplumdaki değişim üzerinden anlamaya çalışmak bana göre daha doğru.

Her değişim kendiliğinden doğruya, iyiye doğru olmayabilir. İyiye, güzele doğru değişim ancak geniş anlamıyla siyasi önderlikle ve o siyasi önderliğin zamanın ruhuna uygun ve sürdürülebilir bir vizyonuyla olabilir. Zamanın ruhuna uygun bir vizyonu olmayan, bir şekliyle kendiliğinden oluşan değişimlerin dip dalgalarının nereye doğru kabaracağı ve çarpacağı belli olmayabilir.

Değişim zamanın ruhuna uygun mu?

En önemlisi de değişimin gereği olan ve zamanın ruhuna uygun hukuki düzenlemelerin değişime paralel olarak üretilmesi gerekir. Türkiye hukuki gerekleri yerine getirilmeyen değişimin toplumu nerelere doğru taşıyabileceğini, özellikle ahlaki ve moral değerlerin nasıl çabucak darmaduman olabileceğini Özal döneminde yaşadı. Üstelik moral ve ahlaki değerlerin çürümesini, değişimin bedeli olarak meşrulaştıran bir entelektüel iklim yaratarak o çürümeyi yaşadık.

Bugün de demokratikleşme adına, bizatihi kendisi toplumun hoşgörü, kardeşlik, dayanışma, bir arada yaşama, farklılıklara saygı değerlerini parçalayan bir zihinsel iklim yaşıyoruz. Her bir tartışma demokratikleşmenin zihni engelleriymiş gibi algılanıyor. Ama ortada da devletin demokratikleşmesi ya da toplumun monolitik yapısının demokratik topluma doğru dönüştüğünü gösteren bir hal gözlenmiyor ne yazık ki. Aksine kutuplaşan, kavgacı ve ötekileştirici bir dil ve zihniyet giderek, artarak toplumu esir alıyor.

Toplum güvensizleşiyor

Toplumun kendi iç değişimi siyasi kavgalara rehin edilmiş hukuki ve siyasi düzenlemeler olmaksızın sürdükçe gündelik hayatta başka şeyler de değişiyor. Daha önce de yazmıştım toplumun dörtte biri her türlü sistem ve kurumla olan ilişkisini kesmiş kendi başının çaresine bakar halde. Toplumun yarısı siyasetten umudunu tümüyle kesmiş halde.

Bu durumda insanlar kendi özel hayatlarının sorunlarını her türlü araç ve metotla çözmeye çalışıyor. Çözümün hukuki ya da toplumca kabul edilebilir olup olmaması değil, o bireyin kendi derdini çözüp çözmemesi önemli. Hayatın her alanında böylesine bir savruluş var. Her hangi bir kavşakta, bir saat trafiğin akışını, yaşanan kuralsızlıkları, kavgaları, kornaları, her bir detayı izleyin, göreceksiniz ki toplumun iç ilişkileri tam da o trafikte gördükleriniz gibi akmaktadır.

Şaban’dan Recep İvedik’e

İşte o akışın içinde de Erman Toroğlu ve belki de Recep İvedik tarzları göreceksiniz. Kemal Sunal filmlerindeki Şaban tiplemesinden Recep İvedik tiplemesine geçiştir yaşanmakta olan.
Sorunlar karşısında, saf, kırılgan, her şeye rağmen kurallardan şaşmadan dertleriyle naifçe uğraşan Şaban’dan, kaba saba, her şeyi kırıp döken, hep kendini haklı gören, kurulu hiçbir sistemi kabul etmeyen, görgüsüz, münasebetsiz, saygısız Recep İvedik’e geldik. Şaban’ı artık salak sayıyoruz, Recep’i ise günün gerçeği. Diğer taraftan da içten, iyiliksever, aklına ilk geleni söyleyen, kendisi ile dalga geçebilen, düşünmeden konuşan, kendisine çok inanmış özgüven sahibi bir karakterle karşı karşıyayız. Recep İvedik kültürsüz gibi gözükse de halkı küçük gören elitlere, toplum mühendisliği yapan aydınlara ve köşe kadılarına, açgözlü egemenlere, toplumun değerlerini küçümseyenlere bir karşı duruş. İşte bu nedenle de Recep İvedik toplumda ilgi görüyor.

Belki de bu değişimi daha iyi ifade edecek şey, “hamili kart yakınımdır” yaklaşımından “sen benim kim olduğumu biliyor musun lan” tarzına dönüşmedir. Yani kaybettiklerimizin ne olduğunu, nerede olduğunu, nasıl elde edilebileceğini bilmeye başlamış insanların, umutlarının öfkeye dönüşmesi ve bu öfkenin ürettiği cüretkârlıklar ve hukuk tanımazlıklardır yaşanmakta olan. Son yirmi yılın göç, şehirleşme, artan iletişim ve benzeri birçok şeyin ürettiği gündelik hayatın ritmi ve düşünce sistematiğindeki değişimdir bu duyguyu da yaratan.

Ama bu değişimlerin zamanın ruhuna uygun bir siyasi vizyonla yaşanmayıp kendiliğinden oluşudur bu sorunlu hali yaratan. İktidar partisi de bu sorunlu halin bir sonucu nihayetinde. Bu nedenle yaşananlar iktidarın yaptıklarından değil, iktidarın da bu karmaşık süreçlerin sonucu olarak sahnede oluşundan.



Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"