Cumhuriyetin 87. Yılı, resepsiyonlar ve “cumhuriyet tehlikede mi” tartışmalarıyla geçildi yine. O günün törenlerindeki siyasi liderlerin küskünlük fotoğrafları bile var olan tartışmalardan daha anlamlı bir tartışmayı hak ediyor aslında. Çünkü o küskünlük diğer tartışmalardan daha içten, daha sahici bana kalırsa. Çünkü iki liderin, yüksek mahkeme başkanlarının ve generallerin o küskün ve kızgın tavırları kendi içlerindeki samimi duygularını yansıtıyor.
Ama mesele o küskünlüğün kişisel olarak sahici olmasından da çok, o duyguların toplumsal nedenlerini anlamak. Çünkü o liderler, başkanlar ve generaller aynı zamanda toplumdaki bir şeylerin yansıması olan duyguların, kızgınlıkların, küskünlüklerin cisimleşmiş hallerini gösteriyor.
Cumhuriyet, sistemde bir sıçramanın ifadesiydi. Tanzimat ile başlamış batılılaşma çabaları, fikirleri, kurumları ve kadroları açısından da aynı zamanda sürekliliğin yeni bir evresiydi de. Ama Osmanlı yok olurken yalnızca yeni bir haritayla yeni bir devlet şekli olmanın da ötesinde anlam ve içerik de taşıyordu. Problemli olan tarafları daha sonraki yıllarda ortaya çıkan ama yine de toplumsal desteği de olan “biz tahayyülü” vardı.
Cumhuriyetin başardıkları ve dışladıkları
Cumhuriyet tebaadan toplum, kuldan yurttaş yaratmayı hedeflemiş, bir ölçüde başarmıştır da. O yılların dünyasındaki hâkim zihniyetin temel unsurları olan ulus devlet, monolitik toplum, devlete karşı ödevleri tanımlanmış yurttaş, karma ekonomi gibi tüm karakteristikler bizde de hayata geçirilmeye çalışıldı. Kimilerinde mesafe alındı, kimilerinde başarısız olundu. Ama asıl önemlisi önce Kürtler, sonra da Aleviler, dindarlar, solcular devlet eliyle bu “biz tahayyülü” dışına çıkarıldı.
Devlet yeri geldiğinde açık şiddet kullanarak, çoğunlukla da eğitimiyle, hukukuyla, günlük hayata müdahaleleriyle ve ritüelleriyle bu dışlanan kesimlerin toplumca da dışlanması için elinden geleni yaptı. Önemli oranda başarılı oldu da.
Kısaca cumhuriyetin başlangıcındaki mutabakat ve “biz tahayyülü” yine devlet eliyle bozuldu ve artık bugün toplumsal olarak da ortak yaşama iradesi giderek aşınmaya devam ediyor.
Kimileri Kürtleri, kimileri Alevileri, kimileri türbanlıları ötekileştirdi ve kendine hasım gördü. Çalışan kadın, hatta çoğu zaman bizatihi kadın, eşcinseller, çevreciler, solcular da diğer kimilerinin ötekileri. Herkesin ötekisi ve yandaş tanımları kendine göre. Liderler, başkanlar ve generaller de toplumdaki var olan ötekileştirmelerin, hasım ve yandaş gettolaşmalarının simgeleri işte.
Yeni toplumsal mutabakat ve yeni “biz tahayyülü”
Bu toplumsal psikoloji yanı sıra da hayatın dayattığı gerçekler var. Ülkenin anayasadan başlayarak yeni bir devlet ve yönetim düzenine ihtiyacı var. Ülkenin kalkınma kadar bölüşüm sorunu var. Ülkenin bir yandan küresel aktör olma bir yandan AB üyelik hedefi var. Toplumun, tek tipli toplumdan demokratik topluma dönüşme ihtiyacı var. Toplumsal dönüşüm ihtiyacı var. Özetle var oğlu var… Kısaca cumhuriyetin demokratikleşmesi gerekiyor.
Daha yüzlerce olması gereken şey yazabiliriz ve kimse de başlıklara itiraz etmez. Çünkü ağırlıklı olarak tartışma, hayatın dayattığı bu değişim alanlarında değil, değişimlerin içeriği, yönü ve liderliği meselesinde bence.
Ama bu değişim ve dönüşümleri başarmanın üç ön gereği var. Birincisi siyaset eliyle, müzakere, ikna ve uzlaşma süreçlerini yaşayarak, ikincisi hukuk içinde ve hukuku da değiştirerek ve en önemlisi de yeni bir “biz tahayyülü” geliştirerek değişim ve dönüşüm. Toplumun yarısını, çeyreğini, milyonlarca sade vatandaşı etnik kökeni, inancı, hayat tarzı, fikirleri farklı diye değişimin önünde engel olduğunu varsaymak yerine, siyaset önce kapsayıcı bir yeni “biz tahayyülüne” öncülük etmek zorunda.
Yeni toplumsal mutabakatı birbirimize katlanma temelli mi üreteceğiz, yarın sabaha dair birbiriyle ilişki içinde, birbirini çoğaltan ve değiştiren farklılıklarımızla beraber paylaştığımız bir hayat ütopyasıyla mı? İşte temel soru bu!