30 Ekim 2023

Cumhuriyet’i yeniden düşünerek sahiplenmek

Cumhuriyet’in hedefi, ekonomide ve toplumsal yaşamda, kurum ve kurallarıyla muasır medeniyete ulaşmaktı, bir uygarlık tercihiydi. Zihin haritasını tümden değiştirmekti. Kabul edelim ki Cumhuriyet’in başlangıcındaki mutabakat ve “Biz tahayyülü” bozuldu. Cumhuriyeti yeniden ilk günün heyecanıyla anmaya, düşünmeye, sahiplenmeye ihtiyaç var

Cumhuriyet, tarihin önemli bir imparatorluğunun dağılma sürecini yaşamış, sürecin haklı haksız tüm olumsuzlukları sırtında kalmış, işgal edilmiş bir coğrafyanın insanlarının Mustafa Kemal Atatürk’ün vizyon ve önderliğinde yeni bir hikaye yazmalarıdır. Cumhuriyet kuldan yurttaş, tebaadan toplum yaratmak demekti. Uluslaşmanın ve ulus-devlet olmanın projesiydi. Devleti inşa ederken laikliğin, çağdaş hukuk normlarına uymanın, yargı ve eğitim sisteminin yeniden inşası projesiydi.

Cumhuriyet bağımsız bir ülke, bir ulus inşa ederken zihin haritasını da tümden değiştirmek demekti. Zihniyeti, kurumları, kurallarıyla memlekette feodal çağda takılı kalmış hayatın sanayi çağına geçişiydi.
Sanayi çağına geçişin iki temel katmanı vardı: Ekonomik kalkınma ve toplumsal hayatın dönüşümü. Hukukun üstünlüğüne inancın güçlü olması, eğitimin ve hukukun dini kurallardan bağımsız olarak kurumsallaşması, yargı mekanizmasının, eğitim sisteminin yeniden inşası, laikliğin kurumsallaşması, sanatın ve bilimin özgürleşmesi, kadınların gündelik hayata etkin olarak dahil olmaları… Cumhuriyet’in hedefi ekonomide ve toplumsal yaşamda, kurum ve kurallarıyla muasır medeniyete ulaşmaktı, bir uygarlık tercihiydi.

Daha da önemlisi bu fikrin toplum olmaya çalışan, eğitimden, çağdaş sağlık sisteminden, çağdaş ekonomik kurum ve kapasiteden yoksun insanların Cumhuriyet fikrine, projesine, Atatürk’ün önderliğine inanmış olmalarıydı. Yaşananları, eksik ya da yanlış olanlarını tartışabiliriz, tartışmalıyız da. Cumhuriyet’i dönemi, koşulları, fırsatları, riskleri, başarılabilenleri, başarılamayanları, diğer coğrafyalarda, ülkelerde yaşananları serinkanlıca konuşabilmeliyiz. Ama Cumhuriyet fikrini veya Atatürk’ü tümden reddetmekse, yok saymaksa meseleniz, en azından benim tartışabileceğim bir şey yok.

100 yıl arayla o günün ve bugünün insanlarına baktığımızda gözlerde aynı ortak ışığı, ışıltıyı, heyecanı, umudu ve tutkuyu göremediğimizi de kabul etmeliyiz. Bugün ortak geleceğe, hukukun üstünlüğüne inancı son derece düşmüş, yargı başta olmak üzere kurumlara ve kurallara güveni gerilemiş bir toplumla karşı karşıyayız. Üstelik bu toplum siyasi kutuplaşmadan gerilmiş, hayat tarzı-kimliği-inancı bakımından kendini diğerleri tarafından tehdit altında hisseden, “biz” duygusu eksilmiş ve parçalanmış durumda. Türkiye’nin sanayileşme hikâyesine baktığımızda, elbette başarılanlar var. Osmanlı’nın bazı kapitülasyon ve yükümlülükleri yanı sıra mali borçları da Cumhuriyet’in elinde kalmış. Öte yandan bu topraklardaki kalkınma çabasının, bu yolda ilk tohumların Osmanlı’nın son yüz yılında atıldığını da hatırlamalıyız. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllardan itibaren de bu tohumların filizlendiği ve kalkınma hedefi bakımından bir sıçrama yaşandığı ortada.

Sermaye birikimi

Cumhuriyet kadroları, Osmanlı’nın küresel ölçekten bakıldığında geç kalmış kabul edilebilecek sanayi ve kalkınma hamlelerini, yeni bir modele evriltmek için çabaladılar. Bu çabanın en somut karşılığı İzmir İktisat Kongresi’nde hayat bulmuştu. Kongrede hem ideolojik hem de ekonomik bir süreç tarif edilmişti. Cumhuriyet’in kuruluş sürecinde ne yeterli sermaye birikimi ne de yeterli sayıda girişimci vardı. Bu temel yoksunluklar, devletin ekonominin ana unsuru olarak en üst basamağa yerleştirildiği bir modeli zorunlu kıldı. Böylece devlet ekonomiyi belirleyen ve bizzat geliştiren, teşvik eden kurum olarak kalkınmanın esasını teşkil etti. Basma fabrikaları, çay fabrikaları, şeker fabrikaları gibi yatırımlarla kalkınmanın külfetini bizzat devlet üstlendi, ayrıca demir yolu yatırımları gibi kalkınma hamleleriyle ekonomiye can suyu verdi. Cumhuriyet’in başlangıcında ekonomik kapasite ya da milli gelir toplamı 570 milyon dolar, kişi başı gelir yalnızca 48 dolar seviyesindeydi.

Krizler yumağı

Bugünden baktığımızda, Türkiye’nin sanayileşme sürecinde her şeye rağmen belli bir başarıya ulaşmış olduğunu söyleyebiliriz. Bugün bazı sektörlerde büyük gelişmelerden ya da 800 milyar dolarlık bir ekonomik hacimden söz edebiliyoruz. Türkiye ekonomik büyüklük bakımından dünyada ilk yirmide yer almayı başarabildi. Gelgelelim tamamen devlet gözetiminde şekillenen bir ekonomik yapıdan serbest piyasa düzenine geçilmiş olsa dahi, burjuvazinin hâlâ devletten aldığı yetki ve imtiyazlar olmaksızın hareket edemediği, pazarda öncü olmanın koşullarının devletle alışverişte, siyasetle iş birliği içinde olmaktan geçtiği bir yapı hüküm sürüyor. Bugün ise bırakın serbest piyasayı “disiplinli ekonomi” diyebileceğimiz, neredeyse her bir detayın, para ve mal hareketinin devletin ve siyasi iktidarın kısıtlarıyla, yönlendirmeleriyle, siyasi ve duygusal tercihleriyle şekillendiği bir ekonomiye sahip olduğumuzu da gözlüyoruz.

Müthiş bir gelir dağılımı bozukluğu, yoksulluğun kalıcılaşması, bölgeler arası derin ekonomik eşitsizliklerle karşı karşıyayız. Üstelik neredeyse son 7 yıldır bir ekonomik tufanın ve krizler yumağının içindeyiz.

Ekonomik kalkınma modelindeki bu marazlar toplumsal yaşama da sirayet ediyor. Cumhuriyet’in kuruluş yıllarında devlet tıpkı ekonomik kalkınma gibi toplumsal dönüşüm konusunda da başrolü üstlendi. O günün toplumsal ve siyasal koşullarında bu modernleşmenin, askeri ve sivil bürokrasinin topluma dikte ettiği bir dizi değişimden ibaret kalması demekti. Eğitim ve hukuk gibi alanlarda, laiklik ilkesi çerçevesinde kurumlar oluşturuldu. Ancak bürokrasinin dikte ettiği modernleşme, hayatın her alanında değişimi devletin örgütlediği ve denetlediği bir sürece de sıkıştı.

Toplumsal alandaki dönüşümü de olumlu ve başarılı olduğumuz örneklerden yola çıkarak hatırlayalım. Bugün geldiğimiz noktada kız çocuklarının okula gitme ve eğitim hayatına dâhil olma oranı neredeyse yüzde yüze yaklaşmış durumda. Ülke çapında okuryazarlık oranı yüzde 95 civarında seyrediyor. Ancak üniversite mezunu oranı ancak yüzde 22’ye gelebilmiş durumda. Daha vahimi eğitimde fırsat eşitliği kalmamış durumda. Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından birisi eğitimde fırsat eşitliği ve bu yoldan ahlaklı, iyi insan olarak da başarmanın, refah seviyesini artırmanın mümkün olduğuna dair inançtı. Bugün bu inanç kaybolmuş durumda. Eğitim üzerinden ve ahlaklı, iyi insan olarak başarabilmenin mümkün olmadığı, onun yerine partizanlığın, çeteleşmenin, gayrimeşru ve gayriahlaki yollarla başarmanın daha mümkün olduğu bir hayata gelmiş durumdayız.

Kalkınmış ya da sanayi toplumuna ulaşmış ülkelerde sosyal hayatı belirleyen bir diğer önemli norm, hukukun üstünlüğüne inanç. Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dair inancın giderek azaldığını, yargıya güvenin son derece düştüğünü görüyoruz. Bir diğer gösterge, kadınların toplumsal hayata ve iş gücüne katılım oranı. Toplumsal cinsiyet eşitliği meselesinde daha kendi mimarı olduğu İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan, bugün Medeni Kanun’da kadın haklarını daha da geriletecek değişiklikler tartışmasıyla baş başayız.

Bir kalkınma ve modernleşme göstergesi olarak kentte yaşayan nüfusun kır nüfusunun katbekat üzerinde olduğunu biliyoruz, kentler büyüyor, göç almaya devam ediyor, taşra olarak ifade edilen bölgeler de ister istemez “kentlileşiyor.” Yoğun nüfus, finans merkezleri, hastane, okul, üniversite gibi birincil araçlara sahip olma anlamında bir kentleşmeden bahsedebiliyoruz. Öte yandan özgün, mimari değer taşıyan, mevcut tarihsel/kültürel birikimiyle çağdaş değerleri buluşturma becerisine sahip, kendi kalkınma hamlelerini oluşturabilecek gerçek kentlerden söz etmemiz ne kadar mümkün? Şehirlerimiz çoğunlukla kimliksiz, her biri birbirine benzeyen, apartman tarlalarından ibaret hale dönüşmüş durumda.

Kuldan yurttaş tebaadan toplum yaratmak

Sanat ve kültür alanında ise kimse kusura bakmasın Cumhuriyet’in vizyonundan da başardıklarından da oldukça gerideyiz. Bilimsel özerklik, fikir ve ifade özgürlüğü, insan hakları meselelerinde, yolsuzluk, kayırmacılık, partizanlık konularında dünyanın oldukça gerisindeyiz. Cumhuriyet kuldan yurttaş, tebaadan toplum yaratmak demekti. Oysa uygulamada yurttaş, sürekli devlete karşı ödevlerinin hatırlatıldığı, her türlü hakkı çeşitli yollarla sınırlanan tanımlara; toplum da farklılıkları yok sayılmış insanlardan oluşan bir insan kaynağı tasavvuruna dönüştü. Ekonomik büyüklükte ilk 20 ülke içinde olsak da hangi toplumsal ve siyasal endekse baksak dünyanın ilk 100 ülkesi içinde bile olamıyoruz ne yazık ki.

Cumhuriyet bir sıçramanın ifadesiydi. Yeniden “biz” olmak için bir yol bulunmuştu. Tanzimat ile başlamış Batılılaşma çabaları, fikirleri, kurumları ve kadroları açısından aynı zamanda bir sürekliliğin de yeni evresiydi. Ama Osmanlı yok olurken ufukta beliren ve nihayet kurulan Cumhuriyet, yeni bir haritayla yeni bir devlet kurmanın ötesinde bir anlam ve içeriğe sahipti. Problemli olan tarafları daha sonraki yıllarda ortaya çıkan ama yine de toplumsal desteği de olan bir “biz tahayyülü” vardı. Kabul edelim ki Cumhuriyet’in başlangıcındaki mutabakat ve “biz tahayyülü” yine devlet eliyle bozuldu ve artık bugün toplumsal olarak da ortak yaşama iradesi giderek aşınıyor.

Bu toplumsal psikolojinin yanı sıra hayatın dayattığı bazı gerçekler de var. Ülkenin yeni bir toplumsal uzlaşmaya, toplumun hem kendi içindeki farklılıklarla barışmasına hem de devletle yeni bir uzlaşmaya ihtiyaç var. Yeni bir devlet ve yönetim düzeni gerek. Çünkü kalkınma kadar bölüşüm sorunu var. Ülke küresel aktör olmak ve AB’ye girmek istiyor. Bunun için toplumun demokratikleşmesi, kendi içerdiği çoğulculukla barışması gerekiyor. Bu da kapsamlı bir toplumsal dönüşüm demek. Kısaca Cumhuriyet’in demokratikleşmesi gerekiyor.

O nedenle Cumhuriyet’i yeniden ve ilk günün heyecanıyla anmaya, düşünmeye, sahiplenmeye ve demokratikleştirerek sürdürmek için de yeni bir siyasete, yeni bir hikayeye ve söze ihtiyaç var. Daha da önemlisi Cumhuriyet bir uygarlık tercihi ve muasır medeniyete ulaşma hikayesi iken bugün o muasır medeniyet ve Batı da tüm sistemleriyle krizde, tıkanmış durumda. O nedenle bugünün asıl büyük iddiası dünyaya da ilham verecek ve örnek olacak bir Cumhuriyet’i demokratikleştirmek projesi olacaktır.


Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP’nin önündeki seçenek: Düzene muhalefet mi, düzenin içindeki muhalif olmak mı?

Sadece siyaset tarzının ve sözcülerinin değil çok şeyin yeniden düşünülmesi ve değişmesi şart. Strateji olmadan taktik hamlelerle gelen bugünkü kazanım kalıcı olmayabilir. CHP’nin bu kararı verebilmesi için yalnızca yeni bir lider ve yeni bir ruh aramaya değil dünyayı, dünyanın gidişatını, olanı ve olması gerekeni, o dünyanın Türkiyesi için hayalini ve iddiasını düşünmesi gerek

CHP'nin önündeki büyük fırsat: Geleceği belirleyecek aktörlerden birisi olabilecek mi?

Kutuplaşmanın, kimlik gerilimlerinin yükseldiği, ortak yaşama iradesinin, “biz” duygusunun azaldığı bir dönemde CHP bir fırsat yakaladı. Şimdi CHP’nin önündeki yolu belirleyecek iki önemli nokta var. Birincisi bu seçimdeki başarıyı nasıl anlamlandıracağı, ikincisi dünyayı ve zamanın ruhunu yeniden anlamlandırarak, yalnızca kadrolarında değil kendi iç yapısında, zihniyetinde, tüzüğünde, programında nasıl bir değişim geçireceği...

CHP yerellerdeki yaygın ve güçlü iktidar fırsatını doğru kullanabilecek mi?

Partilere sadakat çözülüyor ama henüz karşı tarafa olan olumsuz duygular aşılabilmiş değil. O nedenle muhafazakârlar, sekülerler ve Kürtler sandık başında aynı oy pusulasını kullanıyor olsalar da o pusulaya aynı anlam gözüyle bakmıyorlar. Sekülerler ve Kürtler gidişatı değiştirmek için oy verdi, partisinde gidişatı değiştirme kapasitesi görmeyenler de sandığa gitmedi. Muhafazakârlar iktidara itirazlarını göstermek için sandığa eksik gitti. Bu eğilimler kalıcı mı? Araştırılması gereken konu bu