30 Ağustos 2021

Böyle bir ortamdan icat çıkar mı?

Herkes inovasyon peşinde ama her sabah işini kaybetme kaygısıyla servise binen birinden inovatif davranmasını bekleyemezsiniz. Düşüncelerin hapsedildiği yerde bir mühendisin tasarım özgürlüğü olduğunu sanmak da büyük yanılgı

İnovasyon son yılların kritik kavramı. Her ekonomik aktör, sermayedar, girişimci, şirket, marka inovasyon peşinde. Ya binalar ya da binalarda özel katlar tahsis ediliyor inovasyon beklenen kadrolara. Koca bir plazayı işgal eden şirketin, kulenin bir katını diğerlerinden ayrı bir estetik ve mimari tasarımla ayırdığını, o katta çalışanların diğer katlardakinden ayrı gündelik usulleri olduğunu gördüm. O kattakilerin kıyafet kuralları, iş giriş çıkış saatleri kontrolü de yoktu örneğin. Koca bir ekonomik sivil toplum örgütünün denize bakan binayı yerel yönetimle beraber restore edip inovasyon merkezi ilan edişine de tanık oldum.

Bu örneklerden benim anladığım, bizim ülkede inovasyonun önündeki temel engelin mekansızlık, estetik mobilyalar, manzara, binas ve bilgisayar olmaması olduğuna dair bir kabul var ve herkes bu eşiği aşmaya çalışıyor. İnovasyon ya da inovasyona destek peşindeki herkesin efsanesi olan evrensel hikayelerin neredeyse en yaygın ortak noktası ise “garaj” çıkışlı olmaları halbuki.

Demek ki mesele mekân değil başka bir şey. 

Şurası çok açık, insanlık sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiyor. Bu büyük tarihsel sıçramanın gereği olarak da üretimden tüketime tüm yaşam biçimi, iş yapış biçiminden sivil toplumculuğa tüm örgütlenme biçimi, şirketten yerel yönetimden devlete tüm kurumları ve kuralları değişiyor. Çünkü bilgi toplumunun zihin haritası ile sanayi toplumunun zihin haritası aynı değil. Bizim ülkedeki yaygın kanaat ise çağ değişimini kavramak ve gereğini yapmaktan çok dijitalleşme denen teknolojik bir yöntemi kullanırken her şeyi eskisi gibi yapmaya devam etmek. Halbuki ihtiyacımız zihin haritasını ve iş yapış biçimini değiştirmek. 

Bu eksik bakış nedeniyle de inovasyon meselesinde de yapmamız gerekenlerin çok ırağındayız. Elbette bazı bireysel ve oldukça etkileyici örneklerimiz var ama “patent”, “know how” konularındaki evrensel sayılara bakılınca nerede olduğumuz da açık. 

Gelecekteki dünyanın ülkeler arası ayrışma ve kategorileşme yöntemlerinden birisinin “bilgi üretenler”, “sanayi üretimi yapanlar” ve “diğerleri” şeklinde olacağını düşünüyorum. Bilgi üretenler yaratma, buluş yapma, icat çıkarma konusunda gelişmiş ülkeler olacak. Sanayi ülkeleri de o buluşlara, yaratılanlara, projelere, tasarımlara, patentlere dünyanın parasını ödeyip o ürünleri kendisi ve diğerleri için üretecek olanlar. Birileri otomobili, motoru tasarlayacak öbürleri de üretecek.

Gelecekte hangi grupta olacağımızı, önümüzdeki 5-10 yılda yalnızca teknoloji ve Ar-Ge alanına yapacağımız yatırımlar değil, hukuktan ekonomiye, toplumsal uzlaşmadan yeni anayasaya kadar hayatın her alanında yapacaklarımız belirleyecek. 

Ticaret siteleriyle olmaz

Yani mesele bir yönetim modası haline dönüşmüş bir kavram değil, yeni hayat ve düşünce biçimine ayak uydurma meselesi.

Zaten inovasyon da teorik tanımıyla “toplumsal, kültürel ve idari ortamda yeni yöntemlerin kullanılmaya başlanması”demek. Yani yalnızca komisyonculuğa dayalı ticaret siteleri tasarlamaktan, farklı mecralarda bulunan hazır bilgileri toplayıp tek ekranda sunmaktan öte bir şey.

Aranan ve ihtiyacımız olan inovasyon konusunda sıçrama yapacaksak önce gerekli iklimi, atmosferi değiştirmemiz ve bunun gerektirdiği zihinsel-kurumsal ve kural değişikliklerini bir arada ve bütüncül olarak düşünmemiz, tasarlamamız, değiştirmemiz gerekiyor.

Zurnanın zırt dediği yer de zihniyet meselesi. Hem toplumsal kültürün hem de devletin ve yönetim sisteminin taşıdığı önemli zihni engeller var. Bu zihni eşikleri aşmadan da umudumuz yalnızca bireysel ve spektaküler başarıları beklemek oluyor.

Meselenin elbette finansal kaynak ayırmaktan Teknopark yatırımlarına, patent-telif hukukundan vergi ve teşvik düzenlemelerine dek bir dizi ilgili teknik katmanı da var. Ama ben daha çok zihni engelleriyle meşgulüm bu yazıda. 

Toplumsal dokunun ataerkil bazı tutum ve davranışları, bireylerin “uslu” olmalarını hedefliyor. Özünde “uslu” olunmasından beklenen, kurallara, büyüklere, hiyerarşiye itaat aslında, edep değil örneğin. “Yeni icat çıkarma”, “eski köye yeni adet getirme”, “sürüden ayrılanı kurt kapar” gibi veciz sözlerimizin ürettiği bir zihni iklim var. Ataerkil kodlamaları yüksek ailelerde çocuklardan beklenen “uslu” olmaları, büyüklerin sözünden çıkmamaları. İktidar bile tüm yurttaşlardan uslu olunmasını ve itaat edilmeyi beklerken aile içinde de büyüklerin beklentisinin bu olması normal sayılabilir belki de. 

Gençlerimizin yüzde 70’inin “hayata dair öğrendiklerinin kaynağı” olarak ailelerini işaret ettiği bir ortamda ne denli farklı düşünmeleri mümkündür sorusuna cevap üretmek gerek. Üstelik aynı gençlerin yarıdan fazlasının üniversite eğitimine bakışları “işe girmek için gereken diploma” seviyesinde. Ve yine gençlerimizin dörtte üçünün aileden alacağı harçlığa bağımlı oldukları, bu nedenle mahallelerinden bile çıkamadıkları bir ortamda hayal güçlerinin gelişkin olmasını beklemek doğru da değil. 

Toplumda ve özellikle gençlerde en önemli sorunlardan birisi geleceğe karşı güvencesizlik. Çalışan gençlerin bile dörtte üçü işini kaybederse iş bulamayacağı kaygısıyla işe gidiyor her sabah. 

Tüm bu toplumsal kodlamaları, kaygıları taşıyan birisinden inovatif davranmasını, farklı düşünmesini ve o düşünce için harekete geçmesini beklemek mümkün değil. Bu kodlarla büyüyen ve bu kaygılarla yaşayan insanlar da doğal olarak “risk göze almak”, “farklı düşünmek”, “hayallerinin peşine düşmek” gibi beklentilerden önce “kendilerini var ve güvende hissettikleri” bir toplumsal ortam arıyorlar. Bu dürtü iş hayatında da gündelik hayatta da geçerli.

Dolayısıyla birey olmak, kendi kişisel meselelerini çözmek, hayat refahını ve güvencesini sağlamak peşindeki kişiler yurttaş olmak konusunda gayret göstermiyor. İş hayatında üstlerden çekiniyorsa, risk almak, inisiyatif almak konusunda çekingen davranıyor ve kabul edilebilir minimum seviyede davranıyor. Sonunda hep beraber vasata razı oluyoruz.  

Sorunun vahim kısmı

Fikir ve ifade özgürlüğü olmayan yerde endüstriyel tasarım özgürlüğü olur mu?

Genel düzene dair zihni eşikler ise daha da vahim bir soruna işaret ediyor. Ekonomik aktörlerde de siyaset ve bürokraside de baskın karakter Ar-Ge, inovasyon, tasarım özgürlüğünün diğer özgürlükler olmadan da mümkün olabileceğinin varsayılıyor olması. Düşünce ve fikir özgürlüğünün, ifade özgürlüğünün siyasi alanı ilgilendirdiği, hayatın diğer alanlarından ayrı bir siyasi mesele olduğu algısı hâkim. 

İktidardan ya da devletin hâkim bakışından farklı düşünceler siyasi nedenlerle kısıtlanabilirken hatta bu nedenle insanlar yargılanır, hapsedilirken bir mühendisin tasarım özgürlüğünün mümkün olduğunu sanmak büyük yanılgı. İş dünyası bile muhaliflerin düşünce ve ifade özgürlüğünün kendi ar-ge departmanını etkileyen zihni kısıtlarının farkında değil. 

Alışılmışın dışında bir giysi tasarımı ile genel kabulün dışında bir fikrin var olabileceği, siyasi ve toplumsal iklimlerin farklı konular olduğu varsayımının ne denli kısıtlayıcı olduğunu en güçlü ekonomik sivil örgütler bile söylemiyor, söyleyemiyor.

Son yıllarda ülkenin yaşadığı beyin göçünün nedenlerini sorgulamadıkça, özgürlüklerin bir bütün olduğunu anlamadıkça da bu ekonomide, teknolojide inovasyon ve sıçrama mümkün değil.

O nedenle başlama noktasında “düşünme” ve “alışılmışın dışında, farklı, yenilikçi düşünme”nin önündeki engelleri kaldırarak işe başlamak zorundayız.  

Her konuda, meselede serinkanlıca düşünelim diyorum da soru şu: Düşünmek ne demek? Neden düşünmeliyiz? Düşünmeme rahatlığı var mı? Varsa bu rahatlığın kaynağı ne? 

Düşünmek eyleminin formal tanımı “bir yargıya varmak amacıyla bilgileri incelemek, karşılaştırmak ve aradaki bağlantılardan yararlanarak düşünce üretmek” şeklinde.  Bu tanımın içinde birkaç ayrı zihinsel süreç var: İncelemek / sorgulamak / karşılaştırmak, kıyaslamak / bağlantıları bulmak / parçaları, bağlantıları analiz etmek, anlamak, sonra da tümevarım yoluyla birleştirmek / fikri bir sonuca, kanaate, karara varmak. Öğrenmek ya da öğrenmemek de  sürecin sonunda devreye giriyor. Yararlı bulduklarımızı ya da mecbur olduğumuzu düşündüğümüz sonuçları öğrenip içselleştiriyoruz. 

İşin sırrı bilinçaltında

İnsan zihnindeki “düşünme” mekanizması insan doğasında var. Fakat bu mekanizmanın harekete geçmesi, çalışması için de bir dürtüye ihtiyaç var. Bu dürtü kimi zaman yetenek ve/veya merak, bazen de zorunluluk. Ancak, zihnin kendi tercihiyle düşünmesi için bir niyet, arzu ve gayret gerekiyor. Diğer bir deyişle kişinin önce düşünme sürecini tetikleyen bir dürtü gerekiyor, sonra neyi düşüneceğine karar verdiği zihni süreç çalışıyor, sonra da düşünme odaklı zihinsel çaba süreci başlıyor. 

Tüm bu süreçler yukarıdaki tanımları gereği bilinçli ve iradi süreçler. Halbuki son yıllardaki araştırmalar gösteriyor ki gündelik hayatta her gün verdiğimiz irili ufaklı binlerce kararın yalnızca yüzde 10’u böylesi bilinçli ve iradi süreçler sonunda veriliyor. “Su içmek” kararından daha karmaşık “muhatabımıza güvenmek” kararına dek gündelik hayattaki binlerce kararımızın yüzde 90’ı bilinçaltından gelen kararlar.

Bilinçaltımızı şekillendiren ise yaşadıklarımızdan, ailemizden öğrendiklerimize, kimlik ve aidiyetlerimizden korku veya umutlarımıza kadar bir dizi unsur. Dolayısıyla genel bir toplumsal ortam yaratmadan farklı düşünmek her bireyden beklenir bir şey değil.  

Bir bilginin veya davranış biçiminin doğruluğuna kanaat getirmenin en iyi yolu analitik düşünme yapısıyla sorgulamak. Toplumun ve hatta ülkeyi yönetenlerin bile hakikatle ilişkilerinin bozulduğu bir ortamda analitik düşünmeyi kimden bekleyebiliriz ki.

Bu konuda en önemli aktör ise eğitim sistemi ve öğrenme süreçleri. Bu konuda hangi noktada olduğumuza dair yüzlerce küresel kıyaslama olanağı veren sayısal veri var elimizde. Biliyoruz ki bugünkü toplumsal sorunlarımızın önemli bir kısmı eğitim sistemimizden kaynaklanmaktadır. Dindar nesil yetiştirme şiarıyla eğitimi kurguladığınızda zaten amaç söyleneni, okunanı doğru kabul etmek, sorgulamamak olur. O amaçla eğitim alanlardan da en fazla “muzlara dua okuma projesi” gibi yenilikler çıkar. 

Ve elbette hukukun üstünlüğüne dair inanç olmadan, insanların iş yerinde, toplumsal yaşamda farklı düşünmeleri mümkün olmaz. 

Tüm bu boyutlarıyla bakılınca krizlerden çıkış için de geleceği doğru kurabilmek için de inovatif düşünce ve yöntemlere ihtiyacımız kaçınılmaz. Çünkü Türkiye’nin asıl enerji kaynağı insanlarının umut ve gayretleri. Bunu harekete geçirebilmenin biricik yolu da ortak ufku inşa etmek, tam demokrasiyi sağlayacak reformları yapmak. 

Öncelikle de demokrasiyi bir siyasi münazara konusu olmaktan çıkarıp hayat biçimi haline getirecek siyasal, hukuki ve toplumsal bir mesele olarak düşünmek ve savunmak gerekiyor. 

Tüm bu boyutlarıyla düşününce aslında mutlu olmamız gerekiyor ki, bu zihinsel ve yapısal iklim içinde bile inovasyon için çabalayan insanlarımız var. 

Ve yine farkına varmalı ve mutlu olmalıyız ki toplum da yaşadığı sıkışmışlık ve devasa meselelerine çözüm umuduyla değişimi varsayıldığından daha güçlü biçimde talep ediyor. 

“Yeni ürünlerin hayatıma olumlu katkısı olacağına inanırım” diyenler yüzde 68, “Yeni fikirlerin hayatıma olumlu katkısı olacağına inanırım” diyenler yüzde 71, “Yeni teknolojilerin hayatıma olumlu katkısı olacağına inanırım” diyenler yüzde 74. Yine toplumun yüzde 47’si “Türkiye’nin gelişmesi için yapmamız gereken değişikliler sinir bozucu olabilir”, yüzde 48’i “Türkiye’nin gelişmesi için yapmamız gereken değişiklikleri desteklerim”, yüzde 47’si “Türkiye’nin gelişmesi için yapmamız gereken değişikliklerin hayatıma olumlu katkısı olacağına inanırım” kanaatinde.

 


* Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı.

Yazarın Diğer Yazıları

CHP için büyük başarı hikâyesi

CHP’nin başarısında elbette birinci aktör Ekrem İmamoğlu oldu. Hem genel seçimlerin hemen ardından partisini kurultaya zorlayan duruşu, kurultay süreci ve yerel seçim sürecindeki kararlı ve iddialı kampanyası ve söylemiyle bugün tabloda görülen CHP başarısının ilk mimarı o. Özgür Özel bu tabloyla beraber artık gerçek bir genel başkan olma fırsatı yakaladı. Elbette bir de 30 puanlık fark üretmiş Mansur Yavaş etkisi var

Kazansa da kaybetse de Erdoğan’ın rakibi İmamoğlu

Yerel seçimlerin odağı, sembolü İstanbul. Seçim de İmamoğlu ile Erdoğan arasında. O zaman soru şu: 2017 referandumuyla kıvılcımlanan, 2019 yerel seçimlerinde görünür olan iktidarı değiştirme hikayesi güçlenerek mi devam edecek yoksa sönümlenecek mi? Çünkü herkes biliyor ki 2028’de iktidarın rakibi ve talibi İmamoğlu olacak

31 Mart öncesi son durum: Genel seçimin tekrarı mı yoksa geleceğin habercisi mi?

Muhalif seçmenin umutsuzluğu, iktidar seçmeninin bezginliği sürüyor. O nedenle partilerin kurumsal yönetimleri dışında oy oranlarıyla ilgilenen yok. Yerel seçim İstanbul Belediye Başkanlığı seçimine dönüşmüş durumda. Yayınlanan 15 araştırma şirketinin 36 araştırması kullanılarak masa başı bir çalışmayla bakıldığında İmamoğlu 3 puan mertebesinde önde. İmamoğlu İstanbul seçmenlerinin neredeyse yarısının başkanlık oyunu kazanıyor görünüyor