27 Kasım 2012

Bir araştırma üzerine 2: Her soyutlama gerçeklikten bir miktar kaybetmektir

Sade bireyin derdi siyaset teorilerine uygun ve tutarlı davranmak değil, kendi hissiyatının ve talebini, derdini ifade etmek...

Verilerden bilgi üretirken ve bilimsel tezleri, modelleri, şablonları geliştirirken soyutlamalar yapıyoruz. Deneylerin, araştırmaların, gözlemlerin sonuçlarının içindeki yaygın, etkin belirtilere, rakamlara, bulgulara bakıyoruz genel olarak. O ana akım, örüntü üzerinden düşünmeye başlıyoruz. Geliştirdiğimiz bilgi, model, şablon da o ana belirtiyi, eğilimi açıklamaya dönük oluyor

Ana akımı, eğilimi açıklamaya çalışırken bunun dışında kalan görece ana akıma göre daha az gözlenen durum bu açıklamanın dışında kalıyor. Bilginin, modelin, şablonun, soyutlamanın dışında kalan daha az görülen, rastlanan bu gerçeklik soyutlamada yer almıyor ama yok olmuyor ki. Soyutlanan bilginin dışında kalmış o azınlıktaki durum orada, gerçekliğiyle duruyor.

Bu bilimsel modeller hayatı kategorilere, kompartımanlara, kümelere ayırıyor. Hayatı açıklamak için bunlara ihtiyaç da var.

Öte yanda her rastlanan durumu o soyutlanmış bilgi, modele uygunluğunu tartışıyoruz.  Modele uymayan azınlıktaki gerçekliği ya yanlış ya da yanlış bulgu olarak geçiştiriyoruz. 

Örneğin siyaset bilimi teorilerinden bir sol-sağ tanımı veya İslamcı, Atatürkçü tanımı var. O tanım üzerinden İslamcılar şöyle, muhafazakarlar böyle, Atatürkçüler şöyle davranır, söyler diyoruz. Tersi bulguyla karşılaşınca da şaşırıyoruz. Halbuki hayatın içinde bu var.

Sade birey teoriler, teorik bilgileri üzerinden değil, bildiği kadarıyla, kendine yakıştırdığı kadarıyla, kendi değerleri, kendi duyguları, kendi algılarıyla tercihlerde bulunuyor, anketlere cevap veriyor.

Sade bireyin derdi siyaset teorilerine uygun ve tutarlı davranmak değil, kendi hissiyatının ve talebini, derdini ifade etmek.

 

Toplumun kategorileri, kümeleri aslında bizim, kendimizin içinde

 

Araştırmalardan sonra bulguları açıklarken yüzde 50’si A, yüzde 30’su B, yüzde 20’si C dedi, diyoruz. Yukarıda değindiğim gibi hemen toplumu üç küme olarak algılıyor, kategorize ediyor ve etiketliyoruz.

Ferhat Kentel’in bu araştırmanın yorumunda söylediği gibi aslında bu üç küme aynı zamanda kendi içimizde, fikirlerimizde, kanaatlerimizde, algılarımızda üç farklılık da var demek.

Örneğin 10 soru karşısında, beşinde beklentilerimiz baskın olup daha hoşgörülü,  beşinde korkularımızdan hareketle daha tutucu cevaplar verebiliyoruz. Gündelik hayatımızda da hemen her birey aynen böyle davranıyor.

Herhangi bir mesele karşısında her birimizin çok küçük farklarla bile olsa bir eksen üzerinde en tutuculuktan en özgürlükçülüğe, en otoriterlikten en demokratlığa pozisyon alışımız da bu yüzden.

Örneğin Kürt meselesinin demokrat yöntemlerle çözümünden yana olan bir büyük kitle içindeki her bir bireyin, anadil olarak Kürtçenin resmi dil olmasından yalnızca yerel hizmetlerde kullanılabilmesine, yerel yönetimin güçlendirilmesinden demokratik özerkliğe kadar bir dizi meselede bir dizi farklı duruşu var.

Dolayısıyla kendi içimizde bile var olan tutarsızlık da denilebilecek farklı tutumları, toplum üzerinden konuşmaya başlayınca suçlayıcı bir dil ve açıklama kullanmak doğru değil. 

 

Yazının birinci bölümü için tıklayın...

 

***

Yarın devam edecek...

 

Yazarın Diğer Yazıları

"Türkiye’nin Değişen Yüzü": Değerler, toplumda eskisi kadar açıklayıcı değil

Veri Enstitüsü’nün geçen hafta yayımladığımız “Türkiye’nin Değişen Yüzü 2024” araştırması, bu zaman aralığında ve bu ulusal, bölgesel ve küresel dinamikler içinde “değerlerin” eskisi kadar açıklayıcı olmadığını gösteriyor

Kendi de korkuyor ötekini de korkutuyor: Kaygıda ortaklaşmış durumdayız, peki nasıl aşarız?

Her birimiz adeta arkası olmayan sandalyelerde oturuyoruz. Tanış olmadan ilişki ve selam mesafemizdeki kalabalıklarda kimseye değmeden, yaslanmadan, selamlaşmadan yaşamaya çalışıyoruz. Sırtımızı dayayacağımız akrabalar, hemşehriler, sosyal ağlar da dağılmış, herhangi bir sıkıntı anında başvurabileceğimiz kurumlar da…

Açılıma tepkisizliğin nedeni ne? İlgisizlik mi, toplumsal barış beklentisi mi?

Gündelik hayat yalnızca bireysel varlığımızı ve hayatımızı sürdürebilme gayretine dönüşmüş. Ortak hayatın meseleleri öncelikli ilgi alanımızda değil. Ancak toplumsal psikolojinin depresyon seviyesine kadar gerilemiş olması, Kürt meselesi gibi kadim meselelerde çözüme yakın olduğumuza işaret ediyor

"
"