Ülkenin siyasetçileri ve ekonomistlerinin sıkça işaret ettiği bir ‘yastık altındaki altınlar’ muhabbetimiz var. Ne zaman ekonomik sıkıntı yoğunlaşsa yastık altındaki altınlar hatırlanıyor, hatta o altınlara göz dikilip, umut bağlanıyor.
Erdoğan’ın son kabine toplantısı sonrası yapılan açıklamaya bakılırsa yastık altında 280 milyar dolar değere sahip 5 bin ton altın varmış. Bu sayılar doğru mu yanlış mı bilmiyorum, uzmanı da değilim. Ama ilgimi çeken şu; toplumda asayiş ve güvenliğe dair endişeler yükseliyorken neden insanlar hala bu kadar altını evlerinde, kollarında, yastık altında tutuyorlar?
Elbette meselenin kültürel tutum ve davranışlarla ilgisi var. Ama bugün asıl meselenin bu olmadığını sanıyorum. İnsanlar yalnızca bankacılığa, finansal sisteme değil esas itibarıyla nizama, devlete, hukuka, iktidarlara güvenmiyorlar.
Türk kimliğinin bir ana unsuru, güvenlik kaynaklı devlet ve düzen arayışıdır. Öte yandan bunca deneyimden sonra devlet ve düzene bakışta da değişimler var artık. Devletin, düzenin yalnızca bir kesimin çıkarlarına hizmet ettiği deneyimlendikçe paradoksal bir devlete ve düzene bakış gelişmiş. İnsanlar bireysel hayatlarında devlet ve düzeni olabildiğince dışarıda bırakmak isterken, sokakta güçlü bir devlet ve düzen olsun istiyor.
Bireysel ve ortak hayat iki ayrı evrende, ayrı kodlamalarla, pratiklerle, değerlerle yaşanıyor. Herkes bireysel sorunlarının çözümü, refahı için son derece gayretli ve arzulu. Bireysel sorunlar ahlaki-gayriahlaki, yasal-yasal olmayan her yöntemle çözülmeye çalışılıyor. Bu sürece devlet, kurumlar, kurallar karışmasın isteniyor. Bireysel hayatlar çoğulcu, umutlu, yenilikçi.
Ama iş ortak hayata geldiğinde çetrefilleşiyor. Sokağa çıkıldığında başka bir değer ve davranış seti devreye giriyor. Güvensizlik, sorunlara müdahaleden kaçınma, pasiflik ve hatta edilgenlik başlıyor, endişeler, korkular devreye giriyor. İşte o ortam ve psikoloji de sokakta güçlü bir devlet talep ediyor.
Endişelerden beslenen güçlü devlet ve hukuk talebi ile bireysel hayatın refahı, değişimi, gayreti birbirini etkiliyor. El freni çekik arabayla gaz pedalına basmak gibi sürtünmeler başlıyor.
O nedenle toplumsal hareket hep bir adımdan ibaret. Bir adım atılıyor, sonra bir soluklanıp sağa sola bakılıyor. Eğer ayağını bastığı yerden eminse yeni bir adım daha atılıyor ileriye, emin değilse bir adım geriye. Mehteran yürüyüşünün bu toprakların icadı olmasının bir nedeni olması lazım diye düşünüyorum ben.
Bu bir adımlık hareket hayatın her alanında geçerli. Bir siyasi parti veya liderle de bir ürün markası ya da bir bankayla da ilişki birer adımlık hareketlerle güçleniyor veya zayıflıyor.
Önce parasının yetebileceği üçüncü, dördüncü el bir araba alıyor ya da uzak bir mahallede merdiven altı bir daire. Bir süre sonra onları satıp, birikimi varsa ekleyip ya da yeni gelir seviyesine göre borçlanıp bir seviye daha yükseğine geçiyor. Bu hareket böyle devam edip gidiyor. Yastık altı altın ya da döviz meselesi de bir parça yeni üst adımın gereği olarak el altında bulunduruluyor belki de.
Her bir ileri veya geri adımdan sonra yeni bir denge ihtiyacı var. Ülkenin gidişatına, yakın geleceğe dair öngörü gerek. Halbuki ülke neredeyse bazı dönemler hariç hiç öngörülebilir bir geleceğe sahip olmamış. Ya siyasi ya da ekonomik krizler, ya enflasyonlu ya da şiddet ve terör ağırlıklı yıllar, ya dünya ile barışık ya da kavgalı hatta ambargolu yıllarla geçmiş hayat.
Yani bu ülkedeki hayat esas itibarıyla belirsizliklerle dolu. İnsanların da bu belirsizlikle baş edebilmek için geliştirdikleri yöntemlerden birisi yastık altı tasarruf. Yastık altı tasarruf aileye çeviklik fırsatı veriyor. Belirsizlikten kaçınmanın emniyet alanı oluşuyor.
Bunlara karşın son yıllarda giderek artan ve son üç ayda hem zirve yapan hem de hala sürmekte olan ekonomik kasırga tüm bu hikayeyi kökten değiştirme potansiyeline sahip.
Teorik olarak bireyler kendilerini tehdit altında hissedecekleri muğlak durumlar karşısında kuralları ve düzeni tercih eder, yani belirsizlikten kaçınırlar. İnsanların pratik duruma ilişkin tepkileri ile, doğru olduğunu düşündükleri ya da olmasını istediklerine ilişkin ifadeleri arasındaki fark, toplumun ne yönde değiştiğini, dönüştüğünü ya da güncel meselelerde nasıl tutum ve davranış geliştireceğini gösteriyor.
Örneğin 7 yıl ara ile tekrarlanan KONDA’nın gerçekleştirdiği “belirsizlik algısı ve mücadele araştırması” bulgularından söz edeyim. Olması gerekene dair cevaplarda 7 yılda neredeyse hiçbir değişiklik yok. “Bu toplumdaki kural ve kanunlar neleri kapsar?” sorusuna toplumun yüzde 28-30’u kural ve kanunların her türlü durumu kapsadığını söylerken, yüzde 53’ü kurum ve kuralların eksikliğine işaret ederek “bazı durumları kapsıyor” diyor.
Ama “Kural ve kanunlar neleri kapsamalıdır” diye sorulduğunda 7 yıl arada algı ya da olmasa gerekene dair kanaat daha da güçlenmiş. 2013’te yüzde 72, 2020’de ise yüzde 77, “Her türlü durumu kapsamalıdır” diye düşünüyor.
Demek ki, toplumun 2013’te yüzde 42’si, 2020’de ise yüzde 49’u olması gerekenle mevcut durum arasında bir farklılık olduğunu, kural ve kanunların yeterli olamadığını düşündüğü bir hayata işaret ediyor.
2013’te toplumun yüzde 58’i, düzen ve tutarlılığın yenilikten daha ön planda olduğunu düşünüyor. 2020’de ise bu oran yüzde 58’den 50’ye geriliyor. Bu veri, toplumun beraberinde belirsizlikler getirdiği için yeniliklerden çekindiğini, buna karşılık mevcut düzeni korumayı ve devamlılığı sağlamayı daha önemli bulduğunu ortaya koyuyor. Ama yıllar içindeki değişim de yenilikten kaçınmanın azalmakta olduğuna işaret ediyor.
2013’te toplumun yüzde 54’ü Türkiye’de insanların hayatlarının düzenli olmadığını ve başlarına beklenmedik bir olay gelebileceğini düşünüyormuş. Bu oran 2020’de yüzde 60’a yükselmiş. Ülkenin yönetim sistemi değişikliği ve güvenlik politikalarındaki sertleşme belirsizlik üretmiş. Aynı araştırmaya göre 2013’te de 2020’de de yüzde 80, insanların hayatlarının düzenli olması, başlarına pek beklenmedik olay gelmemesi gerektiğini düşünüyor.
Demek ki Türkiye’de insanlar gündelik hayatlarının bir düzen içinde yürüdüğünü düşünmüyor, başlarına her an beklenmedik bir iş gelebileceğinden endişe ediyorlar. Öte yandan düzenli bir yaşam ve beklenmedik olaylara ilişkin endişelerden kurtulmak istiyorlar. Bu veriler bir arada okunduğunda, gündelik hayata bir belirsizlik hissinin hakim olduğu ortaya çıkıyor. Belli ki insanların büyük bir çoğunluğu gün içinde neler olacağını ve başlarına nelerin geleceğini önceden kestiremiyorlar.
Kurumlar, kurallar konusunda olması gerekenle olan durum arasındaki büyük boşluk, ortak alanı düzenleyecek devlet mekanizmalarına ve hukuka güvensizlik doğal olarak toplumu bireysel alanlara sığınmaya yönlendiriyor. Bu da ortak hayattan, yurttaş olmaktan vazgeçmeye rıza göstermesine neden oluyor. Hayat sokaktan, ortak alandan haneye çekiliyor, yenilikler, değişiklikler tedirgin edici bulunuyor, “icat çıkarma” diye bir veciz söz kabulleniliyor.
Marka sorunlar
Çözülemeyen her sorun önce gerilim üreten bir jeotermal kaynak gibi çalışmaya ve kutuplaşmayı beslemeye başlıyor. Bu nedenle başlangıçta ihtiyaç ve talep olarak ele alınıp, mutabakatla çözülebilecek sorunlar marka sorunlara dönüşüyor. Derken o marka ruhu herkesi esir alıyor ve çözümü engelliyor. Marka sorunların ürettiği siyasi kutuplaşmanın şehveti, o sorunla baş etmek zorunda kalan insanı unutturuyor.
Fakat soruları çeşitlendirdiğimizde, yenilik ve değişim arzusunun, belirsizlikten kaçınma duygusu kadar güçlü olduğunu görüyoruz. KONDA Hayat Tarzları Araştırması, bireylerin hem kendi hayatı, hem de ülke hayatı için değişime nasıl tepki verdiklerini ölçmüştü. Genel kanaatin aksine toplum, kendi hayatına ilişkin sorularda yenilikçi tarafta duruyor. Çalışmaya katılanların yüzde 71’i yeni fikirlerin, yüzde 73’ü yeni teknolojilerin ve 68’i yeni ürünlerin kendi hayata katkısı olduğuna inanıyor.
Ülkenin değişimine dair sorularda ise değişim arzusunun yerini temkinlilik alıyor. Toplumun yüzde 47’si Türkiye’nin gelişmesi için yapmamız gereken değişikliklerin sinir bozucu olacağını söylüyor. Üçte birlik büyük bir küme de, bu değişikliklere dair somut bir destek ya da karşı çıkış göstermeyip temkinli bir pozisyon alıyor. Değişimin tümüne birden karşı çıkanlar ise toplumun beşte birini oluşturuyor. Bu tedirginlik ya da ikircikli tutum toplumun gelecek algısına da yansıyor. Sosyoekonomik ve politik koşullar, eğitim, cinsiyet rolleri ve dini inançlar da belirsizlik algısı kadar bireylerin gelecek algısını şekillendiriyor. Örneğin, sosyal ve ekonomik olarak dezavantajlı olan bireyler hayatlarını kısa vadeli planlarla yaşıyorlar. Eğitim seviyesi yükseldikçe, bireylerin soyut düşünme kapasiteleri de artıyor ve geleceklerini daha uzun vadeli bir vizyonla planlıyorlar.
Gelecek yönelimi düşük toplumlar anı yaşıyor ve uzun vadeli planlar yapmıyorlar. Gelecek yönelimi yüksek toplumlar ise ileriye yönelik hedefler koyarak ve bunlara ulaşmak için stratejiler geliştiriyorlar.
Türkiye’de toplumun gelecek algısı giderek kısalıyor. KONDA’nın üç yıl arayla tekrarladığı gelecek algısı araştırmaları bulguları da bunu gösteriyor. 2013’te tüm gelecek tahayyülü 3 yıl ve daha kısa vade olanların oranı yüzde 28 iken bu oran 2019’da yüzde 33’e yükselmiş. Yani bir otomobil markası 48 ay vade dediğinde zaten baştan üçte bir insanın hedefi olmaktan çıkıyor. Türkiye toplumunun genelinin ortalama gelecek algısı 2013’te 10 yıl iken 2019’da 9 yıla düşmüştü, muhtemelen bu yıl daha da gerileyecek.
Kurallara, kanunlara dair olması gerekenle olan arasındaki yarılmaya ek olarak bu kısa gelecek algısı, bireylerin ortak yaşama dâhil ve müdahil olma arzusunu eksiltirken; tedirginliği ve ikircikliliği besliyor. Toplum ikirciklilik yüzünden, özgürlük-güvenlik ikilemine sıkışıyor. Kendini güvende hissetme, güvenli alanlar yaratma ihtiyacı artıyor. O güvenli alan bireysel alanlarken şimdi ekonomik buhran nedeniyle o alandaki kontrolü kaybetme duygusu müthiş bir panik üretiyor.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı