1990’lı yıllarda Ankara’da diplomasi muhabirliği yaparken mesaimin önemli bir bölümü Batılı ülkelerin Türkiye’deki insan hakları ihlallerini, özellikle de "düşünce suçluları ile" ilgili eleştirilerini haberleştirmekle geçti. O zamanlar 'AB troykası' denirdi, AB’nin şimdiki, bir önceki, bir sonraki dönem başkanlığını üstlenen ülkelerin temsilcileri ortak girişim yaparlardı. Tabii o zamanlar sosyal medya yoktu. Bazen Dışişleri Bakanlığı'na gidip eleştirilerini dile getirir, daha fazla etkisinin olması istendiğinde de bu ülkelerin dışişleri bakanları ortak mektup kaleme alırlardı.
Özellikle de hapisteki düşünce suçlularıyla ilgili olarak da mutad "Türk yargısı bağımsızdır" denir, bu girişimler, yazarken benim bile inandırıcı bulmadığım tezlerle püskürtülürdü.
Gözümden kaçmış, 2 gün önce Çin’in Birleşmiş Milletler (BM) nezdindeki daimi temsilci yardımcısı Türkiye’ye Suriye konusunda vermiş veriştirmiş; Türkiye’ye işgalci suçlaması yapmış.
Durduk yerde niye Suriye konusunda Çinliler celallendiler ki diye soruşturunca, anladım öfkelerinin nedenini.
21 Ekim’de Kavala açıklamasına katılan on ülkeden biri olan Fransa’nın önderliğinde (!) Çin’in Sincan bölgesinde Uygur Müslümanlarına dönük uygulamalarını eleştiren bir ortak açıklama yayınlanmış. Çin’in "içişlerine karışma hadsizliğini gösterip" ortak açıklamaya imza atan 43 ülke arasında; uzun süredir Uygur mezalimi konusunda sessiz kalan Türkiye de var.
Tabii Çin'de içeride zayıflayan konumunu konsolide etmek için "yedi düvele kafa tutuyorum" mesajı vermek zorunda olan bir lider olmadığı için; Çin diplomasisi koymuş masanın üstüne çeşitli tepki seçeneklerini, ordan Türkiye’yi sinir edecek "Suriye" meselesini seçip, Ankara’ya bu konu üzerinden "vurma" yoluna gitmiş.
Ankara’daki 10 büyükelçiliğin sosyal medya üzerinden yaptıkları açıklama ile patlak veren "mesele" bu büyükelçilerin bakanlığa çağrılıp durumla orantılı münasip bir "ayar" çekilmesiyle kapanacakken; Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan bilinçli bir kriz çıkarma politikası izledi.
Olayın başlangıç, gelişim ve bitiş süreçleri üzerine çok yazıldı çizildi. Gelinen noktada ben 10 ülkenin geri adım attığı kanaatinde değilim. Atılan ikinci tweet, yani Viyana Sözleşmesi’nin 41. Maddesi'ne bağlılığın teyit edilmesi zaten malumun ilanı olduğu gibi, Kavala açıklamasına da ters düşmemekte.
AK Parti karşıtları, bu 10 ülkenin bu açıklamayı yapmasını Erdoğan’a böbürlenme kozu verdiği için eleştiriyorlar. Ancak belki on değil ama en azından aralarından bir kaç tanesinin seçilip istenmeyen kişi ilan edilmesi Batı’yla zaten kaygan zeminde yürüyen ilişkileri çok daha zora sokardı. Krizin bir şekilde sönümlenmiş olması yine de iyidir.
Ancak bu bize geçici bir rahatlama sağlayacak, çünkü bu krizden Türkiye ve Cumhurbaşkanı Erdoğan daha güçlenerek çıkmadı.
Tersine verilen orantısız tepki, Erdoğan’ın öngörülmezliğini pekiştirirken daha beteri "başa bela olma" potansiyelinin ne kadar yüksek olduğunu bir kez daha ortaya çıkardı. Hani mahallede ya da apartmanda sorunlu bir komşunuz vardır; laftan anlamaz; mesele farklı düşünmesi değildir; işi gücü sıkıntı çıkarmaktır; sonunda uğraşmak istemediğiniz için "bana bulaşmasın da ne hali varsa görsün" dersiniz. Ama düştüğünde de ayağa kaldırmak için koşmazsınız. Erdoğan ve Erdoğan Türkiye'si için artık bu türden bir anlayış var.
Tabii Türkiye bulunduğu coğrafya ve başa bela olma potansiyeli nedeniyle öyle kolayca omuz silkip "Ne hali varsa görsün" denecek bir ülke de değil. O nedenle, iç siyasi saiklerle dış politikada hiç tahmin edilemeyecek adımlar atan, sağı solu belli olmayan, bilinçli olarak gerginliği tırmandırma siyaseti izleyen bir liderle anca asgari müşterek ve hayati çıkarlarla sınırlı bir ilişki biçimi sürdürülecek.
Bu da Türkiye’nin dünyayla ilişkilerinde potansiyelini hakkıyla kullanamaması, önümüzdeki dönem gelmekle olan sorunlarla boğuşurken aradığı destek ve dayanışmayı bulmakta zorlanacağı anlamına geliyor.
Ne yazık ki, bazıları için öncelik Türkiye’nin çıkarları değil de ne olursa olsun iktidarda kalmak olunca; bu durum onları; sizi, beni tedirgin ettiği kadar tedirgin etmiyor.