11 Mayıs 2014

Şeyleşmenin çemberindeyiz

'Orta sınıflardan aşağılara doğru kaymaların giderek arttığı günümüzde, sınıfları stabil bir çizgide tutmak da mümkün olmuyor'

Arzulara, hislere ikame edilen tüketim nesneleriyle, yaşanmamışlıklarımız gasp edilirken…

AVM’ler, yeni Tanrılar olarak çevremizi kuşatırken, sadece bilinçleri çarpıtmıyor, -bedel olarak- karşılığında hayatlarımızın anlamını da istiyor. Ödenen bedellerden birinin de dil olduğunu söylemeye gerek yok. Belki de, küresel kapitalizmin örgütlü, saldırgan halinin yarattığı bozunuma “modernite” adını vermekle başlıyor her şey. Zira önceden “sınıf(lar)” vardı (tabii ki şimdi de var) ancak söz konusu sınıf(lar)ın kapsamı oldukça genişlemiş, sınırları da belirsizleşmiş durumda. Zira orta sınıflardan aşağılara doğru kaymaların giderek arttığı günümüzde, sınıfları stabil bir çizgide tutmak da mümkün olmuyor.

Galata Perform’un bugünlerde sahneye koyduğu Dil adlı oyun,- yukardaki bağlamda- çoklu alanlara dokunuyor. Olaylar ise, fantastik bir atmosferin oluşturduğu sahne düzenlemesinde, bir anne (Arzu) ve onun ergen oğlu (Yiğit) “toplumsal yetkili” (Berna)’dan oluşan toplam üç figür etrafında dönüyor. Tahmin edileceği gibi, -tüketim dünyasının gözde hedef kitlesi- orta sınıf aile bireylerinin hikayesiyle başlıyor oyun. Ve onların düştüğü noktada da son buluyor.

Kültür endüstrisinin cisimleşmiş hali

Arzulara, hislere ikame edilerek cazip kılınan tüketim nesneleri, kadınların ve erkeklerin yaşanmamışlıklarını gasp ederken, giyim-kuşamın yarattığı imaj da muhatabına gerçekte olmayan rollerin sahibiymiş hissi veriyor. Oyundaki Arzu ve oğlu Yiğit de bunlardan biri. Ancak, pop kültür ve tüketim esareti altında bulunan günümüz insanlarını temsil eden söz konusu ikili, “toplumsal yetkili” Berna’nın bütün çaba ve kışkırtmalarına rağmen gerçekliklerini göremiyorlar. Ama oyunun temasının önemli ögesi olan Berna figürünü biraz açmak gerekiyor; yerine göre yapay dünyaların çekimine kapılanları uyaran akıl, yerine göre kapitalist sistemin reklam ayağı, yerine göre de bizzat duygularla, arzularla oynayarak, yönlendirici işlev edinen kültür endüstrisinin cisimleşmiş hali olan Berna, tam da merkezde durarak asıl dikkatleri üstlendiği işleve çekiyor. Diğer bir ifadeyle tüm bunlar, hiçbir karşı direncin, alternatif düşüncenin, karşı ideolojinin olmadığı durumda meydanın rahatlıkla egemen ideoloji ve kültürün eline geçtiği anlamına geliyor. Her ne kadar yara, grotesk anlatımla gösterilerek, güldürü unsurunu içinde barındırsa da; kişiler, anlamlar, kültür(ler) gibi daha da uzatılacak kayıplar(ımız)ın boyutu bir hayli geniş olduğundan sorunun yakıcılığı da daha keskin duyuluyor.

‘Tekerlememi kaybettim’

Oyunda da olaylar zaten -ironik göndermelerle- kayıp(lar) üzerinde odaklanıyor. Ortadan kaybolan Yiğit’in babası, üst katta oturan “profesörün içine giriyor.” Seyirciyi saran fantastik atmosferde, profesörün içindeki babanın “tekerlememi kaybettim, nerede?” sesleri ise tüm sahneyi kaplayarak, her yerde çınlamaya devam ediyor. Zira kayıp metaforunun ucu, yaşanan tüm toplumsal olayların çevresini dolanarak bugüne kadar uzanıyor. Tam da burada kaybolanın tam olarak ne olduğu belirsizleşirken, kaybolma gerçeği ön plana çıkıyor. Bu durumda da sahnede sadece üç figür kalamıyor artık; fazlalaşarak milyonlarca insana ulaşıyor. Böylelikle, sadece rofesörle içindeki adamın diyalogları bile, iki farklı sosyal alanı temsil eden bireylerin çaresizliğini, yetersizliğini aşarak genişlemeye yetiyor. Sahnede ise, kayıp adamın oğlu ve karısı aynı çaresizliğin trajikomik yüzünü yansıtarak bu çoğul duruma katkıda bulunuyor.

Kayıpların listesinin tüm toplumun kayıpları olarak bir hayli uzun olduğunu ise tekrar belirtmek gerekmiyor. Bu durumda, toplumsal gerçekliğin grotesk sunumunun, -gülme konusu olacak noktaların fazlalığına rağmen-oldukça başarıyla gerçekleştirildiği gerçeğini teslim etmek gerekiyor. Tabii tüm oyun ekibini de takdir ederek.

Yapay ürünlerden, yapay dünyalara…

Hannah Arendt, Radikal Kötülük başlıklı analiziyle öne sürdüğü tezlerinde, üretim ve tüketim arasındaki ilişkiyi bir hayli önemsiyor. O halde Berrak Coşkun’un Arendt’dan yola çıktığı Radikal Kötülük yorumuna kulak vermek yararlı olabilir. “Modern dünyada üretimi, tüketimi ve yeniden üretimi artırmaya yönelik tüm etkinlikler, kullanılan bütün yöntemler, aslında tüketim ürünlerinin tamamı yapaydır. Üstelik bu yapaylık, dünyanın daha önceki dönemlerine ait durağan yapıtlardan farklıdır. Durağanlık ortadan kalmıştır artık. Modern dünyanın insanlarına sunduğu, hiç durmadan akan, duracakmış gibi de görünmeyen otomatik bir sürecin yapaylığıdır. Her şey, bir yapıta dönüşemeyecek kadar büyük bir hızla tüketilmekte –deyim yerindeyse silinip süpürülmekte-, eskiyenin yerine derhal yenisi gelmektedir. Eşyaları, evleri, mobilyaları birer tüketim nesnesine dönüştüren, üretim ve tüketimi doğal ihtiyaçları karşılamanın ötesine taşıyan bir yapaylıktır bu. Dünyayı katlanılması zor bir yer haline getiren ve insanların kendilerini bile gittikçe artan tüketim arzuları ile algılamasına neden olan, yine aynı yapaylıktır. Tüketim malları ortaya çıktıkları hızla kaybolurken, hızla akıp gidenin içinde sıkışıp kalan insanın kendisini ve başkalarını algılaması da güçleşir.

Bugün arzulananın yarın kaybolması

Bizler de aslında tüketim toplumunun mensuplarından başka bir şey değilsek, bunun anlamı, çoktandır dünyada yaşamaktan çıkmış olmakla kalmayıp şeylerin aradaki yaşam sürecini sarabilecek süreyi bulamadan göründükleri ve silindikleri, kendilerini duyurdukları ve yok oldukları, sürekli tekrarlanan bir şeyler çevrimine kapılmışız demektir.

Bugün arzulanan bir şeyin, yarın, şeyler çevriminin dışına düşebileceği ve gereksizler arasına katılabileceği anlamını çıkarabiliriz buradan. Böylesi şeyleşme ve maddileşmenin karşılığında ödenecek bedel hayatın bizatihi kendisidir. Tehlike şuradadır: Sürekli büyüyen üretkenliğinin yarattığı bollukla gözleri kamaştıran, asla bitmeyen bir sürecin pürüzsüz işleyişine kapılmış böyle bir toplum artık kendi beyhudeliğini, ‘çalışması(nı) tamamladıktan sonra var olmaya devam eden herhangi bir kalımlı nesnede kendini gerçekleştiremeyen ya da bir nesnede tutunamayan’ bir yaşamın beyhudeliğini bile taşıyacak yeteneği gösteremeyecektir…”

Yer: Galata Perform

Oyuncular: Özlem Saraç, Şirvan Akan, Sezer Arıçay

Yönetmen: Yeşim Özsoy Gülan

Yazarın Diğer Yazıları

Çok Narin yerlerde geziniyoruz şimdi!

Narin en güvenli, en kutsal sayılan (aile) yerde yok edilmişse, biz de en güvenmemiz gereken yerde yaşamak ya da yok olmak gibi iki keskin durumla baş başa kaldığımız gerçeğini daha iyi anlamış olacağız

Bu nasıl bir enerji ve aynı zamanda da bir sinerji!

Sürreal bir filmle karşı karşıya olduğunu sanabilir izleyenler, zihin yanılabilir bunca akıl sır ere(meye)cek durumlar(lar) karşısında

Yine de şehre yeni bir film gelebilir ama gülümseme!

Kurbanlar ve katiller gibi iki kutupsal nesnenin hâkim olduğu bu tek boyutlu hikayelerde, mekansal boyut da yok denecek kadar az. Öyle ki bir oda, bir sokak ya da boş bir arazide başlayıp; bir cezaevi ve bir mezarlıkta son buluyor

"
"