Acaba -biz- modası geçmiş, toplumcu gerçekçi bakış açısının çok gerisinde mi kaldık? Ama konumuz toplumcu gerçekci edebiyat değil! Bir zamanlar “derya içre olup, deryayı bilmeyen”lere giden sesler çok yoğundu. Bu sesler kasabalara, gelişimini tamamlayamamış kentlere, toplumsal mekanlara yayıldığında muhataplarını da buluyordu. Söz konusu bakış açısı (toplumcu gerçekçilik) 1934 yılında Sovyet Yazarları Birinci Kongresi’nde kabul edilince, kuram da Gorki, Jdanov ve Lunaçarski sayesinde önemli bir oranda hayata geçti. -Bu bakış açısının tek boyutlu (olumlu tip) karakter yaklaşımıyla birlikte bazılarını almak zorunda değiliz.- Ama devrimci romantizm, devrimci hümanizm, yurtseverlik, halkçı söylem ve en önemlisi de burjuva ideolojisiyle uzlaşmazlık ilkelerine sıkıca sarılıp bırakmamamız gerekiyormuş.
-Yine toplumcu gerçekçi edebiyatın ve bakış açısının sınırlarındayız!- Nazım Hikmet, Kerim Sadi, Suat Derviş, Behice Boran, Sabiha Sertel, Plehanov’dan etkilenmişler olsun! Sosyolojik olan ağır basıyor. Zaten edebiyatta –büyük ölçüde- sosyolojiden beslendiğine göre sorun yok. Peki sorun nerede? Bilinçaltının, bilinç dışının, bilinç akışının… eksikliğinde mi?
Edebiyat derken, bir de “fakirlik edebiyatı” var. Gereksiz bir vurgu olarak, modası geçmiş şeylerin mezarlığına gömüleli çok oluyor. Ama ne gariptir ki, adını sildirse de, kendisini dayatıp duruyor. Hastanelerin, okulların, hapishanelerin… kapılarında en çok adı olmayan bu şey (fakirlik) çakılı kalmış öylece duruyor. Üstelik bu kapıların önünde çaresiz kalanlarla, kapıların önünde bekçilik yapanların arasında sadece fersah fersah uzaklıklar değil, başka dünyalara dönüşen ilişkisizlik de var. Sorun bilinçaltında, bilinç akışında mı acaba? Hani insan somut bir durumun içindeyken onu farklı algılayıp, farklı şeyler düşünüyor olabilir mi, o yüzden? Bilinç akarken, en fazla üç-dört kuşak öncesi kasaba yaşamıyla yoğrulmuş anılarla buluşmaz mı? Buluşmuşsa diyelim, asık suratlarıyla, abartılı görev düşkünlükleriyle varlık gösterenlerden kapıların önünde yığılanlara bir şeyler akmaz mı?
Bir veli, bir öğretmen…
Antalya Kaş'ta velilerle öğrencilerine şiddet uyguladığı iddia edilen bir öğretmen tartışıyor. Bir veli, “çocuğu korkutmuşsun çocuk hala suskun duruyor” sözlerine öğretmen şöyle yanıt veriyor: “Ağzını burnunu kırdım mı, doktora gittin mi, hastane raporun var mı? Bundan sonra var ya bu köyde eğer beni şikâyet eden adam varsa onun ben ağzını burnunu kıracağım. İkimiz beraber Kaş mahkemesine gideriz, ben de seni şikâyet ettim. Sen fakirsin ama para bulamazsın…”
Ne gariptir ki, bu öğretmen -yakın zamanda- Selahattin Demirtaş’ın yaptığı betimlemeyi daha da bir güçlendiriyor. Demirtaş, “siz kimsiniz de bu düzeni değiştireceksiniz diye soran olursa; ‘Fakiriz biz olum! Bir elimizle pantolonumuzu tutmazsak düşüyor. İki elimizi birden kaldıramıyoruz; teslim olmuyoruz o nedenle’ deyiverin…” diye belirttikten bir süre sonra.
Demirtaş’ın bu betimlemesi bazılarına basit gelmiş olabilir. Yine de, çok derin bir sosyo-politik analiz yaptığı ve bu saptamanın siyasi öneminin de oldukça yüksek olduğu gerçeğini siyaset bilimcilere bırakalım. Her ne kadar, üzerini yapay karşıtlıklarla sıvasalar da, karşıdan, yukarıdan, bir takım katlardan bakanlar, sorunun özünü -Demirtaş’ın yaptığı saptamadan milim şaşmayarak- onun adlandırdığı gibi görüyor. Ama sorun bizim kendimizi nasıl gördüğümüzde.
Adlandırılmak istemeyen sınıf
Biz görmesek de bizden olan birileri -tıpkı öğretmen gibi- zaten bize ayna tutuyor. Mevcut olanın adı konulmayıp, dillendirilmemesi, onun bir yerlerden münabetsizce ortaya fırlamasını engelleyemiyor. Üstelik, çok yoğun ideolojik hegemonya altında olmamıza rağmen. Kültürel, etnik… göstergelerin temel çatışma noktalarımız olmadığını Demirtaş’ın yaptığı saptama yeterince anlatıyor.
İdoloji denilen şeyi kültürel göstergelerde saklı olduğunu hatırlatmaya gerek var mı! Roland Barthes da çözümlemiş zaten. Burjuvazinin “adlandırılmak istemeyen sosyal sınıf” olduğunu belirterek. Yani bu adın (burjuvazi) yokluğu öyle tesadüfi değil, aksine onu yapan çok önemli bir parça. “Hegemonik olmak sınıfsal çıkarı herkesin çıkarıymış gibi sunabilmek, kültürel süreçlere fazla gürültü çıkarmandan sızabilmek, ideolojiyi bir sessiz norm olarak doğallaştırmak, bu anlamda adlandırılamaz olmaktır” diyor Barth.
Şimdi “fakiriz biz olum” diyerek, Panait İstrati’nin dünyasına geçebiliriz. O büyük arzularla küçük imkanların dünyasına. O dostluk, dayanışma, masumlukla yoğrulmuş güzel insanların dünyasına.