Ben mektubu en son okuyanlardanım. Furkan Celep’in intihar haberiyle birlikte ardında bıraktığı mektupta yazdıkları ortalığı hareketlendirdiğinde sessiz kaldım (hatta nefes bile almadım). Zira kolonları erimiş bir binada yaşıyordum ve en ufak bir hareketim enkaz altında kalmama neden olabilirdi.
Aslında mektubu herkesle birlikte eşzamanlı okumak için dışarı çıkmak aklıma gelmedi değil. Ama bu sefer de bedenimde ve zihnimde oluşacak sarsıntının enkazı altında kalacaktım.
Hangisi daha iyiydi?
Anlamsız bir soru (!)
Yaşadığım ikilem kısa sürmüştü. Ama bu kez, böylesi anlarda duyumsadığım acı yanımdan bile geçmemişti.
Başarmıştım sonunda... Korumuştum kendimi!
Neydi öyle, her trajik haberin ardından saatlerce, hatta günlerce kendine gelememe durumları. Tanımadığım insanların felaketlerinden kendime yaşattığım ızdırap(lar)...
Anlamsız, sıradan yaşamımı, başkalarının olaylarından çaldığım heyecanla katlanılır kılmayı becerebilseydim keşke. Hatta bunun daha da ötesine geçip, başkalarının felaketlerinden sermaye oluşturabilseydim. Sözüm ona, duyarlılık kasıp, empati yaparak bunu bir yazı malzemesine dönüştürmek mesela... Kararan yaşamlardan kendi karanlığıma bir sığınak yapmak...
Sonra ne mi olurdu?
Felaketin kendisi, gümbürtüye giden(ler) unutulacağından, benim yazı kalırdı geriye.
Benim ne kadar iyi bir yazar olduğum, olayları nasıl da keskin gözle görerek kelimelere döktüğümün büyülü tınısı yani.
Ben bunların her ikisini de beceremediğimden mektubu okumayı sonraya bıraktım. Tabii böylelikle yaşayacağım sarsıntıyı da kontrol altına almış olacaktım. İntihar meselesine gelince; adı üstünde intihardı zaten. Tartışma, yorum kaldırmazdı. İntiharla başlayan her haberi okuduğumda ya da duyduğumda insanlık var olduğundan beri yarattığı etki bir son duygusu şeklinde bilince yerleştiğinden olsa gerek, ben de herkes gibi tiz bir ürperti duyar; çoğul hissedişlerle anında oluşan kanatların koruyucu kalkanına sığınırdım. O esnada düşsem bile yara almadan düştüğüm yerden kalkmasını bilirdim nasılsa.
Ama bir hayata karşılık düşen bir mektup...
Böylesi bir mektupla ilgili fikirlerini paylaşanların cümlelerini düşünerek ve özenle seçmediklerini bildiğimden, sağda solda mektupta yazılanlarla ilgili söylenenlere kulaklarımı tıkayarak birkaç gün bekledim.
Ah, nasıl da tahmin ediyordum neler dediklerini (!) Çoğunluğun mektuba aktardığı zihnini, ortak bir keder havuzu oluşturarak, "şu kahpe dünya" minvalinde bir gencin hayatının nasıl söndüğüne yönelik -alışıldık- keder söylemini...
Mektubun, sadece bir gencin biten hayatının ağıtının sesi gibi duyulması nasıl da hazin!
Onun sıradan bir veda mektubu olmayıp, yaşadığımız zamanla ilgili önemli bir tez, binlerce sayfa eden toplumsal bir analiz, çözümünü içinde barındıran devasa problemin tanımı olduğunu -ve elbette çıkış- yollarının işaret(ler)ini görmemek ne büyük bir kayıp!
Tıpkı Alain Badiou’nun Gerçek Yaşam, Gençliği Yoldan Çıkarmaya Yönelik Bir Çağrı’da saptadığı, "nihilist an kültü (saf isyan, başkaldırı, itaatsizlik, ayaklanma, kamusal alanların birkaç haftalığına işgali"nin yanısıra; "önemli okullar, yönetim kurulları, yüksek finans, güçlü iletişim araçları, bakanlıklar, ticaret odaları, borsada milyarlarla biçilen yüksek teknolojili genç işletmeler" şeklinde gençliğe dayatılan seçeneksizliği reddetmesi gibi.
Furkan Celep’in mektubunda, hüzünlü bir yolculuğun sonunu betimlemediğini bir kez daha söylemekte fayda var. Mektup, asıl yolculuğun henüz başlayıp, yolların da genişleyerek sürprizli başka yolların farkındalığıyla, yeni yaşam olanaklarını düşünmek için bir başlangıç olabilir.