Murat Saat, yeni yıla birkaç gün kala bu ülkeye veda etti. Bu ülke derken, içinde yaşayanların kendilerini evlerindeymiş gibi güvende hissedemediği bir yerden bahsediyoruz. Henüz yirmili yaşlarındayken cezaevine tıkılıp, oradan gençliğiyle birlikte bir ömrü de geçen Murat Saat, binlerce kişi, binlerce gençlik etti.
Dört duvar arasında etten kemikten bir insan, tam yirmi beş yılını geçirdi. Murat’ın gençliği yirmibeş yıl boyunca o duvarların harcına karışmış olmalı. Evinizin bir köşesine bir taşı yerleştirip, yirmi beş yıl boyunca elinizi sürseniz canlanıp hayat bulur. Sizden kan ve can geçer taşa. Murat’tan da dört duvardan ibaret o taşlara yüreği geçti.
Murat’ın gençliği derdest edilip (1992) o durağan mekana kapatıldığından bu yana tam olarak yirmibeş yıl geçti. 2017’in bu son gününe kadar ise, bu ülkeden çok şey gelip geçti. Murat Saat içerden, biz dışardan seyrettik olan biteni. Tıpkı onun gibi güzel günlere dair umut besledik. Biz dışarıda nasılsak o da içeride öyleydi. Gün gelip karamsarlığa kapılıyor, gün gelip seviniyorduk. İyi şeyler oluyordu bazen, çoğu kez de kötü şeyler… Böyle böyle yirmi beş yıl geçti. Zira 90’ların bu ülkenin en önemli süreçlerinden biri olduğunu söylüyor sosyal-siyasal bilimciler. Bu süreç içinde hikâyelerimiz hep aynı kaynak tarafından biçimlendi. İşte bu süre içinde bu ülkeden Murat’ın hikâyesiyle birlikte bizim hikâyemiz de geçti.
Bir ülkenin hapishaneleri…
Hikâyeler(imiz)e gelince, her biri trajedi kıvamında. Bunu anlamak için çok uzağa gitmeye gerek var mı? Murat’ın hikâyesi -şaşmaz bir kesinlikle- bu ülkenin de bir özetini sunuyor zaten. Zira bu ülkenin cezaevleri yaşadığımız hayatın çok uzağında, kendinden menkul bir şey değil. Murat gibi nice yirmi yıllarını devirmiş mahkumlar olduğunu belirtiyor hukukçular.
Bir de, hem kendi hem de yakınındakinin yaşadıklarının tanıklığını yapanlar var. Aynı mekanda uzun süre vakit geçirenlerin bilgeliği de diyebiliriz buna. Süreçten dışsallaşmış bir zaman kesitinde kayda geçirilenlerin, söylenenlerin, sunulanlarların uzağında duruyorlar. Olan bitenin parçasından, hemhal olandan gelen ses(ler) bunlar. Onların doğruyu söylediğinden kesinlikle emin olabiliriz. Yoksa gerisi resmi tutanaktır ki, kitabına uydurulur.
Murat Saat’le -bir dönem- birlikte yatan arkadaşı şöyle diyor: “Murat Saat hapishanede koğuş arkadaşımdı. Murat Samsunluydu. Türk olduğu için de dönemin Devlet Güvenlik Mahkemesi özel tarife uyguladı. Normalde örgüt üyeliğinden ceza vermeleri gerekirdi. Bir çoklarına olduğu gibi Murat'a da, ‘Türk olduğun halde Kürtlerin içinde ne işin var?’deyip özel tarife uyguladılar. Ömür boyu hapis cezası verdiler. Dosyasında hiçbir eylem olmamasına rağmen... Murat’ın durumunda olan mahpusları düşünelim. Murat gibi hapishanelerde şu an 400 civarında 25 yıldır hapiste olanlar var. Bir çoğunun eylemi silahı külahı olmadığından eminim…”
"Yoksa Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın?"
Murat Saat’in bu yirmi beş yıl süre içerisinde duvarları aşıp dışardakilerle gerçek bir buluşma yaşamadığı sanılmasın ama. Hatta hareket alanının metrekaresel sınırlamasını aşarak, aynı sınırlama içinde olmayıp özgürlük yanılsaması yaşayanlardan daha iyi durumda olduğunu söyleyebiliriz. “Sen Benim En İyi Arkadaşım mısın?” diyerek uzak ve yakın sınırlarını kaldırması da bunu yeterince anlatıyor zaten. Ayrıca, -öykülerinde-içerden dışarıyı daha iyi gördüğünü de anlıyoruz.
Kitabıyla ilgili bir röportajında, öykülerinin asıl olarak, “yaptıklarından dolayı vicdanı yaralanmış ve bunu intihar ederek telafi edebileceğini düşünen, gerçekte böyle düşündüğünü sanan bir adamın öyküsünden” çıktığını söylüyor.
Ve şöyle devam ediyor: “Bu adam caddelerde dolaştı, insanlara çarptı, bana o insanları getirdi; onları yazdım. Onlar da dünyayı dolaştılar, kendilerinden kaçtılar, birilerini arayıp bana getirdiler; onları da yazdım. Bu arada benim gün gün birikmiş sıkıntılarımı, duygularımı, bıkkınlığımı, kendi hayatımdan süzülenleri giydiler, biraz bana benzediler, ben de biraz onlara benzedim. Bu yüzden bütün karakterler ‘ben’im veya ‘onlar’ olacak kadar çok düşündüğüm kadınlar, erkekler. Onlarla biraz özgür oldum, onlar da benim yüzümden biraz hapsoldular. Belki de bu yüzden iki dünya arasında süreklileşmiş sınır ihlalleri buluyorum yazdıklarımda. Sınırları tanımamak, onları umursamamak ve her fırsatta çiğneyip geçmek, yazmaktan aldığım zevke de zaten çok benziyor…”
Şimdi Murat Saat’ten geriye bir kitabı kaldı. Ondan geriye kalan şeyse bu ülkeyi anlatıyor.
Murat’ın yazdıklarını onun kendi hikâyesiyle birlikte okumamak ise büyük bir eksiklik olur.
Şimdi artık bir kitabı okumanın yolu, duvarlara geçen bir ömrü anlamaktan geçiyor. Zira bu ülkeden Murat(lar) akıp geçti.