12 Temmuz 2020

Tam tam seslerinin can bulduğu yer; Gong köyü

Kurbağalar, kuşlar, ağaçlar her şey yani doğa sesi gongların çığlığına dönüşüyor. Belki de ahali bu gongları çalarak doğanın sesini taklit ediyorlar

"Tammm, tammm, tammtamm... tamtamtam..." Ana yoldan, hindistan cevizi ağaçlarının gölgelendirdiği, ince dar yola girdiğimizde bu tınıyı takip ettik. Günün hayatı eritip buhara dönüştürdüğü en sıcak vaktindeydik. Malezya’nın ulusal sembolü Hibisküs çiçekleriyle bezenmiş uzun dar yolun iki yanında iki katlı ahşap evler sıra sıra dizilenmişti. Kavurucu sıcaktan kaçıp doğruca yolun başındaki ilk gördüğümüz evin altına attık kendimizi. Bronzdan yapılmış gonglar evin altındaki tavandan sarkıtılmış iplerin uçlarında bizi karşıladı. Devasa büyüklükte ve tokmakla vurulduğunda derin yağmur ormanlarının içinden gelen bir tınıyla yüreği çaresizce teslim alanlarından tutun da kulintagan diye bilinen, tınısı gökten düşen su damlasının göle karıştığı andaki sese benzer olan sekizli bir grup olan küçük boydaki gonglara kadar, boy boy gonglar asılıydı.

Bu gonglar, birkaç yıl önce İngiltere’de Yorkshire Heykel Parkı'nda gördüğüm bir sergiyi hatırlatıyor. İspanyol heykeltraş Jaume Plensa’nın bir sergisiydi bu. Yorkshire’in en güzel yerlerinden biri olan heykel parkında, sanatçının devasa boyutta meditasyon halinde, dış dünyadan tamamen uzaklaşıp kendi içlerine gömülmüş insan figürlerinden oluşan serginin bir parçasıydı gonglar. Loş ışıklarla aydınlatılmış sergi odasının ortasına muazzam büyüklükte gonglar konulmuştu. Her gongun kendine özgü, dinleyenin içine işleyen bir melodisi, ekosu vardı.

Borneo’nun Sabah bölgesinde bu gongları yapan bir köyü bulacağım hiç aklıma gelmezdi. Şimdi ise heykeltraşın Borneo’dan olmasa bile Güneydoğu Asya’nın ilkel kültürlerinin halen yaşayan tınısından esinlendiğini düşünüyorum. Gonglar Borneo’nun doğal yaşamının bir parçası. Savaşları, düğünleri ve pirinç hasat zamanlarını yaşlılardan oluşan bir grup, geleneksel olarak bu gongları tokmaklayarak başlatıyorlar. Geçenlerde Sabah’ın en kalabalık etnik gruplarından Kadazan/ Dusun yerlilerinden bir ailenin düğününe davet edilmiştik. Günümüzde çoğunluğu Hristiyan olan bu grup, ilkel inançlarını reddetse bile halen eskilerden gelen ritüelleri düğünlerde derneklerde yaşatıyorlar. Düğün Sabah’ın kırsal kasabalarından Kota Marudu’da metodist bir okulda düzenlenmişti. Dışarıda grubun yaşlı kadınları bahçede yaktıkları ocakların üstündeki koca kazanlarda bölgeye özgü yemekler pişiriyorlardı.

Kazanın bir tanesine doğru eğildiğimde her hafta Badminton salonunda karşılaştığım Jolina, kepçeyi kazana daldırıp bana sundu "Bil bakalım nedir?" bilemeyeceğimden pek emin bir ifadeyle. Bir pasifik adasında olmasam rahatlıkla "ege otlarının kavurması" diye cevap verebilirdim. Yeşilimsi, sarımsı bazıları yeni bir çiçek tomurcuğu gibi görünen otlar soğan, sarımsak ve zencefille kavrulmuş ve biraz da soya sosuyla zenginleştirilmişti. Kepçedeki yeşillikten bir tutam alıp ağzıma atıp çiğnedim. Keskin, acı bir tadı vardı. Jolene ve arkadaşları dikkatle beni seyrediyorlardı. Ağzımdaki lokmayı çiğneyip yuttuktan sonra başımı iki yana salladım çaresizlikle. "Taze papaya çiçeği" dedi Jolene "sevdin mi?" "Mmmm, muhteşem" diye cevap verdim bir elimin parmaklarını birleştirip aşağı yukarı sallayarak. Uzaklardan gelen bir inilti gibi dalga dalga yükselen gong sesini duyduğumuzda hep birlikte heyecanla bağırdılar: "Büyükler gong çalacak hadi kaçırmayalım."

Bir yerlerde okuduğuma göre gonglar Endonezya kültüründen Borneo yerlilerine geçmiş. Gerçi Borneo’nun büyük bir bölümünün Endonezya’ya ait olduğunu düşündüğümüzde bu geçişin çok doğal olduğunu söylemeliyim. Kalimantan bölgesinden gelmiş olmalı bu gonglar. Öte yandan yağmur yağdığında yağmur ormanlarının sesini dinlemek gong tınısına eşdeğer bir şey. Kurbağalar, kuşlar, ağaçlar her şey yani doğa sesi gongların çığlığına dönüşüyor. Belki de ahali bu gongları çalarak doğanın sesini taklit ediyorlar.

Günün o saatindeki bayıltıcı sıcağından olsa gerek, ortalıkta kimseler yoktu. Hibiskus bezeli yol tahta evleri birbirinden ayırıyordu. Bulunduğumuz yerden diğer evlerin altında asılı olan gongları da görebiliyorduk. Gongların yanına asılmış tokmaklar bizi kendilerini tokmaklamaya davet eder gibi duruyorlardı. Cazibelerine dayanamayıp, vurmaya başladık gongları. Dinlendirici, huzur veren bir tınıları vardı. Her birinin sesi diğerinden farklı. Gongların sesini duyan gençten bir kadın bir bilet tomarıyla yaklaştı yanımıza. Köye giriş ücretliymiş. "Burası bir kooperatif köyü" dedi. Köyde yaşayanların tek geçim kaynağı gong yapımı, itiraz etmemize meydan bırakmamak için.

Gözüm tencere kapağı gibi görünen sekiz tane yan yana dizilmiş gonglara ilişti. Kadın merakımı anlamıştı, "Onlar mı?" diyerek devam etti; "Kulintagan deriz onlara. Her köyde çalınması daha farklıdır. Mesela burada şöyle çalarız." Eline iki basit çubuğu alıp, her birine ritmik bir şekilde vurmaya başladı. Birden etrafımızda büyüleyici bir tını dans etmeye başladı. Gözlerimi kapatıp öylesine bakan gözlere tencere kapağı gibi görünen bu basit aletlerin çıkardığı sesi dinledim. Neler yoktu ki bu tınının içinde. Kadın elime çubukları tutuşturdu. Tek tek en yakından başlayarak en uzaktakine sırayla hafifçe vurdum. Benimkiler ritmik olmaktan çok uzaktı ama yine de çıkardığım ses hoşuma gitmişti.

Rivayete göre gongların kökeni Güneydoğu Asya’da varolan Budizm, Hıristiyanlık, Hinduizm, İslam ve son olarakta Batı sömürgeciliğinden çok çok daha erken bir döneme gidiyormuş.Yerel topluluklar, organize dinler gelip ruhlarını teslim almadan önce hem Şamanizm törenlerinde hem de köyden köye birbirlerine mesaj göndermekte kullanmışlar gongları.

"Kulintagan, her köyde değişik bir tınıyla çalınır" demişti genç kadın. "Mesela Kota Marudu halkı Kulintaganı şöyle çalar." Tını şimdi değişmiş kısa vuruşlardan seslerin birbirine karışıp eko yaparak yükseldiği derin melodik bir ağıta dönüşmüştü. Nasıl biliyordu Kota Marudu’da çalınan tınıyı? "Ben oralıyım" diye cevap verdi, "Sabah’ın neresinde olursak olalım biz Sabahlılar, dans etmek istediğimizde gongu çalarız." Asılı gonglardan birine yavaşça vurdu. "Birisi öldüğünde gongla duyururuz, düğün olduğunda mutluluğumuzu gongla şenlendiririz, yakın zamanlara kadar köyden köye haberleri gongla uçururduk. Gongun tınısına göre diğer köydekiler, ne olduğunu anlarlardı. Mesela yavaş ritim davet işaretidir. Hızlı ritim bir tehlikenin olduğunu haber verir. Önce yavaş sonra hızlanıp, giderek yavaşlayan ritimse bir ölüm olduğunu haber verir."

"Eskiden gonglar çok daha değerliymiş, ve eğer bir aile gong sahibi olduysa gong, sahibinin ruhuyla bütünleşirmiş ve gongu bulunduğu yerden sahibinden izinsiz almak çok büyük talihsizlikler getirirmiş onu alanın başına."

Bu tür sohbetlere Sabah’a geldiğimden beri alışmaya başlamıştım. Yerel halkın yüzyıllar önce tek tanrılı dinlere geçmiş olsalar bile, yaşamlarını çevreleyen şeylere karşı gösterdikleri olağanüstü hürmet sembolik olsa bile halen devam eden bir şeydi. Geçenlerde bir öğretmen, yağmur ormanlarının en eski ağaçlarından olan ve günümüzde kesimlerden dolayı artık neredeyse yok olan demir ağacının Kadazan Dusun büyüklerinden birine bağışladığı uçma kabiliyetinden bahsetmiş, biz yeni gelenler anlatılanların olağandışılığına mı yoksa anlatanın dinleyeni de sarıp sarmalayan büyüleyici inancına mı şaşırsak bilememiştik. 

Sonradan düşündüğümde ise doğanın içinde insanın aç gözlülüğünün kurbanı olmaktan kurtulabilirse bin yıl yaşayabilen bir ağacın, ömrü neredeyse seksen yılla sınırlı bir diğer canlıya uçmak olmasa bile bilgelik öğretebilmesi oldukça akla yatkın gelmişti bana.

Öyleki tamamen soyut bir düşünce olan tek tanrılı dinlerin ürünü görünmez bir varlığın gücüne inanmaktansa, bir ağacın bilgeliğine kendini bırakmaktan daha doğal ne olabilirdi ki?

Asılı gonglardan uzaklaşıp, sekiz tane küçük gongtan oluşmuş Kulintagan’a ulaştım. Kadın davranışlarımdan buradan bir gongla çıkacağımı anlamıştı. "Öğrenebilirsiniz" dedi. "Kota Marudu’da yediden yetmişe herkes bilir bu gongları çalmayı. Hem de hiç merak etmeyin, gong sizi tanıdıkça, sizinle bütünleşecek sizin ruhunuzun melodisini çalmaya başlayacaktır. Bunun için evin en güzel yerini kendisine ayırmalısınız. Eve gelen misafirlerin sizden izinsiz kendisine dokunmalarına engel olmalısınız. Son olarakta kendisine dokunduğunuzda tüm kalbinizle ve düşüncelerinizi vererek dokunmalısınız." Uzak bir pasifik adasının, uzak bir köyünde, iki katlı ahşap bir evin altında asılı gongların arasında, yerel bir kadın doğanın sadece doğanın bir parçası olduğumuzu bunun için sadece bizi saran müziği dinleyip ona göre davranmamız gerektiğini anlatan bir felsefe dersi veriyordu. Kulintagan gonglarını itinayla gazete kağıtlarına sarıp bir karton kutuya koydu. Elime biraz önce mucizevi tınılarla dans ettirdiği çubukları tutuşturup, kulintaganlı mutlu bir hayat diledi.

Yazarın Diğer Yazıları

Freya'nın hikâyesi

Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini

Terk edilmenin ölümcül ağırlığı

Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını

Farah'nın global bir dünyada çalışma hüsranı

Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...

"
"