26 Temmuz 2020
Telefonu uzun uzun çaldı. Gece yarısını çoktan geçmiş olmalıydı. Cevap verip vermemekte bir an kararsız kaldığından uzandığı yerde öylece kalıp gecenin karanlığında tavanı seyretti, bir süre sonra susacağını umarak. Susmadı çalmaya devam etti. Telefona erişmek için acele etmektense, yattığı yerden yavaş yavaş doğrulup, yan tarafında yatmakta olan kedisi Reçel'i okşadı. Beni niye rahatsız ediyorsun der gibi "mmmmmmh" diye mırıldandı kedi. Telefonun yanına eriştiğinde, onun geldiğini sezmiş gibi telefon çalmayı kesti. Arayan kardeşi Eliz'di. Gecenin bu saati aradığına göre belki önemli bir şey vardı. Aralarındaki beş saatlik zaman farkı olduğunu biliyordu. Sabahı beklemektense hemen geri aradı. "Ablacım aramızdaki saat farkını unutmuşum. Kusura bakma" diye başladı kardeşi o henüz hiç bir şey söylemeden. Önemli bir şey söyleyeceği içine doğmuş gibi, halini hatırını sormadan "Ne oldu?" diye sordu.
Kısa bir duraklamadan sonra cevap verdi, "Nezih abi... Nezih abi ölmüş." Nezih Abi, nasıl olurdu? Arkasından ilk aklına gelen Sevim hanım oldu. "Henüz haberi yok. Ben de abimi aramıştım, ondan öğrendim. Şimdi Nezih abinin evindeler. Adli doktorun gelmesini bekliyorlar. Abim Sevim Hanım'a söyleyecek ama o söylemeden komşulardan da duyabilir. Üzülecek tabii ki" diye ekledi kardeşi, "Aralarında çok büyük yaş farkı yok biliyorsun, birlikte büyümüşler. Son olaylardan sonra hiç birbirlerini görmemişlerdi, Nezih abiye ne kadar öfkeli olsa da, bu onu etkileyecek."
"Nasıl ölmüş?" diye sormak geldi aklına. "Sabah, pencerenin yanındaki divanın üstünde öylece otururken bulmuşlar. Sobası bile hâlâ yanıyormuş. Kahvaltısı, çayı da önündeymiş. Herhalde kalp krizi gibi bir şey..."
Kardeşinin telefonun diğer ucundan sesi yavaşça yükseldi, "Ne diyelim? Toprağı bol olsun" arkasından onun da düşüncelerini anlamış gibi ekledi "Umarım, bu şiddetin sonu olur." "Umarım Nezih abi, şiddetin son halkasıdır da, onunla birlikte şiddet de toprağa gömülür. Sevim hanımı bu aralar sık sık ararsan iyi olur, bugünlerde onun desteğe ihtiyacı olacak. Ben de hemen onun yanına gidecektim ama abim, onunla kalacağını söyledi. Hafta sonu gidip birkaç gün orada kalacağım." Arayacağına söz verip telefonu kapattı.
Bir süre karanlıkta oturup, Sevim Hanım'ı teselli edebilecek sözleri tasavvur etmeye çalıştı. Ne denilebilirdi ki bu durumlarda? "Allah rahmet eylesin", "Toprağı bol olsun", " Umarım bu yeni huzurlu bir zamanın başlangıcı olur" ya da kardeşi Eliz'in ona telefonda söylediği gibi "Umarım şiddetin sonu olur bu!"
Sevim Hanım, Türkiye'nin Osmanlı'nın son çalkantılı dönemlerini geride bırakıp yeni bir düzene geçtiği yıllarda ve Ege ahalisinin neredeyse tamamının kendini yollarda bulduğu bir zamanda, Bozdağ'ın eteklerindeki sıra dağların yamaçlarında bulunan bir köye göç etmiş olan, bir aileye, tek kız çocuğu olarak doğmuştu. Ailenin yarısından fazlası sarışın ve parlak mavi gözlüydü. Sevim'in doğumundan önce, Zeynep Hanım ve Nabi Bey, beş erkek çocuğu üretmişler, neredeyse kırklı yaşlarının ortalarındayken ummadıkları zamanda sarışın, mavi boncuk gözlü bir kız çocuğuyla bulmuşlardı kendilerini. Biraz utanmışlardı bu durumdan. Ne de olsa dede nine olacak yaşa gelmişlerdi. En büyük oğullarını nişanlamışlardı bile.
Nabi Bey, hem bebek ailede tek kız çocuğu olduğu için hem de artık Osmanlı'yı geride bırakıp, Atatürk cumhuriyetinde oldukları için bu küçük kız çocuğuna anlamını bilmedikleri eski Arapça, Osmanlıca bir ad vermektense, yeni türkçeye uygun minik bebeğin sevimliliğini niteleyen Sevim adını verdi. Sevim hayatının ilk bir kaç yılında el bebek gül bebek olarak görüldü. Hem ağabeyleri, hem de annesi ve babası tarafından. Köyün doğusundaki kocaman bir bahçenin içinde, inekleri, koyunları, arı kovanları, atları ve eşekleriyle haşır neşir bir çocukluğun içinde buldu kendini. Kendisine yaşça en yakın ağabeyi, en yakın arkadaşıydı. Henüz beş altı yaşındayken, ağabeyiyle ineklerin başında çobanlık yapmaya başlamıştı. Sabah gün doğmadan anneleri onları kaldırır ekmeklerini bir çıkının içine sarıp bellerine bağlar, inekleri de önlerine sürer köyün arkasındaki dağlara doğru gitmelerini tembih ederdi.
Sevim Hanım çocukluğunun bugünlerini buruk bir nostaljiyle hatırlayıp "Ahh, abim canım abim benim. Dağlarda türküler söylerdik, sesimizin yankısını dinlerdik, bazen ben korkardım o bana hikâyeler anlatırdı..." derdi.
Küçük kız yedi yaşına geldiğinde, köye de genç Cumhuriyet'in ilk öğretmeni gelmişti. Eğitim artık sarıklı hacıların, hocaların elinden çıkmış, Atatürk'ün kurduğu Köy Enstitüleri'nden mezun olan öğretmenlere verilmişti. Türkiye'nin en ücra köşelerine bu öğretmenler gidip Türkiye'ye aydın insanlar yetiştireceklerdi. Ayrıca eğitim sadece erkeklere değil kadınlara da verilecekti. Henüz yirmili yaşlarının başlarında olan genç öğretmen Ali Bey, Ege'de akşam üstleri morun her rengine bürünen bir dağın yamacını mesken tutmuş bu insanların arasına geldiğinde kızların da eğitime hakları olduğuna, onlarında alfabeyi öğrenmesi gerektiğine ikna edene kadar akla karayı seçecekti. Köyün saygıdeğer büyüklerinden olan Nabi bey, bu genç öğretmene misafirperverlik göstermiş, evinin kapılarını ona açmıştı. Küçük kızın bu genç öğretmenle tanışması, onun bir akşamüstü evlerine yemeğe gelmesiyle oldu. Kapının köşesinde durup, babasıyla birlikte yer sofrasında oturmuş yemek yiyen genç yabancıyı uzun uzun izledi.
Kapının yanından kendisini dikkatle süzen, örgülü sarı saçları omuzlarından sarkan, küçük kızın farkına varan Ali Bey onu yanına çağırdı. Kız babasından cesaret almak istermiş gibi ona baktı. Yavaşça genç öğretmene doğru yürüdü. Küçük kızın adını, yaşını öğrendikten sonra, "Okula gelmek ister misin? diye sordu. Okulun ne olduğunu bilmiyordu. Babasından açıklama bekler gibi başını babasına doğru kaldırdı. Nabi Bey "Aaa, Ali Bey kız çocuğu okula gitmez" diyecek oldu ama genç öğretmen onu "Nabi Bey, Sevim tam okula gidecek yaşta şu anda. Diğerlerinin içinde en küçüğü olacak. Öğrenmek için en ideal yaş. Sevim okula giderse alfabeyi, cebiri öğrenecek" diyerek, itirazını söze dökmesini engelledi.
Ali Bey, hem köyde tek öğretmen olduğu için hem de ahaliyi okuma ve yazmaya teşvik etmek için okul yaşına sınır koymamıştı. Öğrencilerinin yaşları yediden başlayıp yirmiye kadar çıkıyordu. Yaşlı öğrencilerinin içinde Sevim'in ağabeylerinden ikisi İlhan ve Ayhan da vardı. Sevim okulunu ve öğretmenini çok sevdi. Belki de öğrencilerin içinde en küçük olmasından gerek, teneffüs aralarında diğerlerinin arasına karışmak yerine öğretmeninin çevresinde olmayı tercih etmişti. Öğretmeninin elinden tutup diğerlerine onun gözde öğrencisi olduğunu göstermek pek sevdiği bir şey olmuştu. Ali Bey de Sevim'in ilerlemesinden oldukça memnundu. Okumayı çok çabuk sökmüştü.
Tüm bu gelişmelere karşın Sevim'in parlak okul yılları ancak üç yıl sürdü. Ağabeylerinden biri kızkardeşinin diğer oğlanların ilgisine mazhar olacağından korkar olmuştu. Sevim'in okula başını yerden kaldırmadan gidip gelmesi bile onu ikna etmeyecekti. Evde bu konuda hır gür çıkarmaya başladı. Kız çocuğuydu, başlarına bir bela getirmeden okuldan alınmalıydı. Genç oğullarına söz geçirmekte yetersiz kalan, Nabi Bey onları memnun etmek için Sevim'i dördüncü sınıfa başlayacağı yıl okula göndermedi. Ali Bey'in Sevim'i okula getirmek için onların evine gelmesi de Nabi Bey'i ikna etmeyecekti. Dışarıda genç oğlanlardan biri "Bizim aile işlerimize karışma" diyerek onu uyardı.
İşte tam bugünlere düştü, Nabi beyin en büyük oğullarından İlhan'ın köyden genç bir kızı kaçırıp eve getirmesi. Çok geçmeden sözde onu kıskandığı gerekçesiyle genç karısının üstünde baskı kurması... Baskıdan öte şiddetin her türlüsüne maruz bırakması... Bir süre sonra kıskançlığı öyle boyutlara ulaştı ki, yoldan geçen birinin karısına hafiften bakması bile onu zıvanadan çıkarabiliyordu. Küçük kız sevdiği okulundan ve öğretmeninden birdenbire ağabeylerinin kaprisi ve baskısı yüzünden alıkonulduğuna, eve yeni gelenin gördüğü şiddet ve baskı yüzünden itiraz bile edemedi. Sessizce içine kapandı. Eğer bir taş gibi hareketsiz, duygusuz ve sessiz kalabilirse başına geleceklere ve şahit olduklarına dayanabilirdi belki.
Nabi Bey'in yeni yetme oğulları ise belki Ege halkının deyimiyle kanlarının fazlasıyla hızlı akmasından ya da bazı genç erkeklere musallat olan iktidar gücünü gösterme içtepisinden olsa gerek, yavaş yavaş düşmanlar edinmeye başlamışlardı. Bu düşmanlar ise kendileri gibi genç erkeklerdi. Oğullardan Ayhan, deli gibi kıskandığı karısıyla, birkaç yıl içinde iki çocuk da yapmışlardı. Bir kız ve bir oğlan. Nezih ve Nezahat.
Sevim'le yeğenlerinin arasında on yaş ya var ya yoktu. Kendisini onların ablaları gibi hissetmişti. O yüzden olsa gerek onların arkalarından gelen yeğenler de onu hala değil abla diye çağıracaklardı. Okuldan ayrılan Sevim, ağabeylerinin çamaşırcılığına, ev hizmetine, sığırtmaçlığa ve bostan bekleme işine geri dönmüştü. Sığırtmaçlık ve bostan bekleme işini kız olduğu için yalnız başına değil, yaşı kendisine biraz daha yakın olan ağabeyi Zafer ile birlikte yapıyorlardı. Belki de bu işleri onunla paylaştığı için kendisini ona yakın hissediyordu.
Nabi Bey, küçük kızını sevmiş olsa bile, kadının değerini evdeki öküzün değerinden daha aşağı gören bir kuşaktandı. Şimdi ne kadar ele avuca sığmazda olsalar da, oğulları onun neslini sürdüreceklerdi. Gerçi İlhan'ın davranışları onu kaygılandırmıyor değildi. Karısını kıskandığı gerekçesiyle göz açtırmadığı yetmiyormuş gibi, anne tarafından kendi yaşıtları kuzenleriyle, karısına baktıkları gerekçesiyle düşman olmuştu. Evde huzur bırakmamıştı, sabah akşam demeden şanlarına, namuslarına leke vurulduğundan bahsediyordu. Eğer bir şeyler yapmazlarsa elin günün maskarası olacaklardı. Çok geçmeden kıskançlığı öyle bir paranoyaya dönüştü ki, karısını bu gençlerden biriyle yattığı gerekçesiyle, bahçenin ortasında evire çevire dövdükten sonra, kızı, gözü, yüzü morarmış halde baba evine gönderdi.
Arkasından "Hadi gidiyoruz", dedi kendisinden küçük erkek kardeşlerine, "Eğer benim arkamdan gelmezseniz adam değilsiniz, korkak davranırsanız biricik kız kardeşimizin namusunu da kara çaldırırsınız."
Nabi Bey'in kararlı ve mantıklı bir davranışı, arkasından bir yumak söküğü gibi gelecek olan ve yıllar boyunca ailenin yakasına kapkara bir leke olarak yapışan "kan"ı akmadan durdurabilir miydi? Nabi Bey'in onları durdurmak için herhangi bir bir şey yapıp yapmadığı meçhuldü.
Sevim Hanım ise "Bütün bunlar İlhan'ın yüzünden geldi başımıza. Hiç kimseyi dinlemezdi. Aslında çocukken pek akıllı olduğunu söylerdi annem, sonra amansız bir hastalığa yakalanmış. Ölmemiş ama iyileştiğinde de davranışları zalimleşmiş, pek bir gaddar olmuş" derdi.
Nabi Bey, onları durdurmak için bir şey yapmışsa bile bu etkisiz kalmış olmalıydı ki, İlhan rakiplerini, pusuya düşürüp ağızlarından burunlarından kan gelinceye kadar dövdüğü günlerden çok geçmeden, ailenin başına gelecek olan kara olayların ilki başlamıştı.
Sevim ve Zafer bu kez ineklerini köyün üç kilometre aşağısında bostan bahçelerinin oraya getirmişlerdi. Yanlarında ikisinin de çok sevdikleri atları vardı. Sevim'in doru atı, Zafer'in ise boz atı. İnekler otlanmışlar, güneşten korunmak için ağaç gölgeliklerinde dinlenmeye yatmışlar, onlar da öğle yemeklerini yemek için koca ceviz ağacın dibine oturmuşlardı. İkisinin de sevdiği, annelerinin dün akşamdan yaptığı ebe gömeci pidesinden getirmişlerdi yanlarında. Zafer birkaç tane domates getirmek için sebze bahçesine girmişti. Sevim orada ağacın gölgesinde otururken atlarının huysuzlandığını gördü. Kulakları dikleşmiş, ayaklarıyla toprağı deşmeye başlamışlardı birdenbire. "Ne oluyor" diye yerinden kalktı, onlara doğru yürürken, atların arkasından bir silüetin kendisine bir silah doğrulttuğunu, ikinci silüetinse elinde kocaman bir tüfekle ağabeyine doğru yürüdüğünü fark etti. Çığlık atacak bir an bile bulamadan, silah seslerini duydu ve ağabeyinin yere yığıldığını gördü. Bağırıp çığırıp, arkalarından koştu. Biri silahını ona doğru çevirip ateş edecek oldu. Diğerinin, yanındaki "Allah belanı versin ne yaptın? Sadece korkutacaktın, oğlanı öldürdün. Kızı da mı öldüreceksin?" dediğini duydu. Atlar çıldırmış gibi kişniyorlardı. Hemen arkasından nasıl davrandığını kendisi bile hatırlamıyordu Sevim. Eve nasıl haber vermişti? Yaya mı yoksa atıyla mı gitmişti? Ağabeyinin yanına gitmiş miydi? Ağabeyi hemen ölmüş müydü?.. Kara haber çok çabuk yayıldı. Sevim'in tek hatırladığı, ailenin kaybettikleri oğullarına matem tutacak zaman bile bulamadan, ikinci bir trajediyle yeni bir acıya gömülmeleriydi.
Küçük erkek kardeşinin başına gelenleri öğrenen İlhan, tüm bunlara kendisinin sebep olduğunu göreceğine, evden kovup baba evine gönderdiği karısının tüm bunların yegane nedeni olduğuna kanaat getirmişti. Kardeşinin ölüsü eve bile gelmeden, ovadaki üzüm bağlarını dolaşıp, karısının köyden diğer kadınlarla birlikte üzüm kestikleri bağı buldu. Bağın hemen yamacında durdu. "Emine, Emine" diye seslendi. Kocasının sesini duyan kadın korka korka ayağa kalktı, eğilip üzüm kestiği asmanın altından. Bu kez öylece durdu İlhan. Ne üstüne doğru yürüdü, ne kötü bir söz söyledi. Emine'yle birlikte ayağa kalkmış kadınlara, bir ömür gibi gelen bir an için, uzun uzun karısını süzdü. Sonra silahını Emine'nin kalbine doğru nişan alıp, şarjörünü boşalttı. Genç kadın başına gelecekleri önceden bilen bilge bir ağaç gibi sessizce olduğu yere yığıldı, kaldı.
İlhan'ın yapacakları burada bitmeyecekti. Tüm bunlara sebep olan karısını öldürmüştü ama kardeşini öldüren diğerleri hâlâ hayattaydı. Onlar hayattayken, yediği yemek, içtiği su boğazından geçmeyecekti. Şimdi onları ele geçirmek daha da zorlaşmıştı. Bir yolunu bulması gerekiyordu kardeşinin kanının yerde kalmaması için. Çok geçmeden jandarmalara teslim oldu. Tesadüf bu ya diğerlerini de aynı hapishaneye koymuşlardı yetkililer. Gel zaman git zaman intikam ateşiyle yanıp tutuşan İlhan, nereden bulduğu muamma olan bir çiviyle, kardeşini öldüren katili, teneffüs için çıktıkları avluda yakaladı. Gardiyanların dikkatsiz olduğu bir anı yakalayıp, avının üstüne bir atmaca gibi saldırdı. Elindeki çiviyi, kurbanına kaç kez sokup çıkardığını kendisi bile bilmiyordu. Gardiyanlar farkına varıp, onu kurbanından söküp çıkardıklarında, adam yerde yığılıp kalmış, üstündeki beyaz gömleği al kana boyanmıştı. İlhan'sa kana bulanmış avucunda sıkıca tuttuğu çiviyi, kurbanının öldüğünden emin bir sekilde elinden bırakıvermişti yere.
Hapishanedeki bu gelişmeye rağmen, zaten akraba olan iki aile, birbirlerinden olabildiğince uzak kalarak, aralarında akmış olan kanın bir daha akmaması için birbirlerinin yolundan bir daha asla geçmediler. Ama bir kez kan akmıştı, Nabi Bey'in ailesinde, ve yıllar boyunca akmaya devam edecekti. Nabi Bey, oğullarına aklı selim olmayı öğretememiş bir babanın düşkünlüğüyle içine kapandı. Bir oğul ve gelin mezarda diğer oğul hapishanedeydi. Kahırdan ve düşünceden birkaç yıl içinde o da küçük oğlunun mezarının yanında yerini alacaktı.
Ondan sonraki yirmi yıl içinde İlhan'ın neden olduğu olaylar, ailedeki yeni nesil genç erkeklerin trajedileriyle soluk bir hatıra haline geldiler. Bu süre içinde Sevim'in kendine yaşça yakın yeğenlerinden Metin, cebindeki tabancanın kazara patlaması sonucu hayatını kaybetti. İlhan'ın arkada bıraktığı oğlu Nezih, hem babası hapishanede olmasından, hem de annesinin ölümünü babasının elinden olmasını bilmesinden, öfkeli genç bir adam haline geldi. İlhan yirmi yıl sonra hapishane günlerini arkada bırakıp, köyün doğusundaki aile çiftliğine geri döndüğünde, oğlu Nezih de orada babasıyla birlikte kalamayacağının farkına varmıştı. Babası gelir gelmez İzmir'de bir iş bularak evi terk etti.
Belki gittiği yerden hiç gelmemiş olsaydı, İlhan da geride kalan yıllarını huzurla geçirebilecekti. Ama Nezih, dedesinin kendisine baktığı üzüm bağlarının hasadını yapmak üzere yazları aile çiftliğine geri döndü. Bu süre içerisinde Muslih Bey'in ona bıraktığı bağda, babası İlhan hak iddia ettiğinden aralarında zaten gizliden var olan uyuşmazlık iyice ayyuka çıktı. Bir bağ bozumu sonrasında, İlhan onu aile çiftliğinden kovdu. Nezih, çiftliğin kuzeyinde oturan amcası Orhan'a sığındı. Orhan'ın evini Nezih'e açmasını kendisine büyük bir saygısızlık olarak gören İlhan, elini son bir kez ama bu kez de kardeş kanına buladı. Orhan, kardeşi İlhan'ın "Kapını Nezih'e açarsan seni vururum" tehdidini ciddiye almamıştı. Son cinayetinde altmışlı yaşlarında olan İlhan, bu kez girdiği hapishaneden, birkaç yıl sonra vücudunun tamamı felçli bir şekilde çıktı. Hayatının son iki yılını tamamen yatağa bağlı olarak ve ikinci karısının şefkatine ve bakımına muhtaç bir şekilde geçirdi ve bir akşamüstü sessiz sedasız, dünyayı terk etti.
Babasının ölümünün arkasından Nezih aile evine geri döndü. Ailede birinci nesilden pek kimse kalmamıştı artık. Amcalarından sadece bir tanesi hayattaydı. O da aile çiftliğini terk etmiş, yakın köylerden birine yerleşmişti. Sevim Hanım aynı köyde olmasına rağmen, o kadar acıdan ve ölümlerden sonra aile çiftliğinin yanından geçmez olmuştu. Geride sadece kendisi ve kendisinden altı yaş büyük Ayhan kalmıştı. Onunla da iletişimleri yok denecek kadar azdı. "Sağ olsun da, benden uzak olsun" derdi hep. Nezih'in aile evine geri dönmesine şüpheyle baktı Sevim Hanım. Niye gelmişti? İçinden bir şey Nezih'in geri dönmesinin hayırlara alamet olmadığını söylüyordu. Böyle hissetmesinin haklı nedenleri vardı Sevim Hanım'ın. Nezih'in karısını dövdüğünü duymuştu. Daha yeni yetişirken, onu büyüten ninesine öfkelendiğini görmüştü. Ona ne kadar sen benim tek halamsın deyip, sevgi gösterse de, ailesindeki erkeklerinin sevgileri ve nefretleri şiddetle eşti.
Nezih karısını ve üç kızını aile çiftliğinin batısındaki, amcasından satın aldığı eve getirdi. Yirmili yaşlarında olan oğlu Ozan ise İzmir'den köye dönmek istemiyordu. Bir süre sonra aralarında ne geçti, kimsenin bir fikri yoktu ama çok geçmeden oğlan da onlara katıldı. Nezih çalıştığı fabrikadan emekli olmuştu artık. Geri kalan yıllarını doğup büyüdüğü aile çiftliğinde, dedesinden ve babasından kalan üzüm bağlarını bakarak geçirecekti. Nezih bu kararını alırken ne yetişkin çocuklarına sormuş ne de karısına danışmıştı.
Köye geldiklerinde ilk önce bağ işlerine verdiler kendilerini. Kızlar şehirde liseye başladılar. Oğlan babasına bağ işlerinde yardım etmeye başladı.
Bir zaman sonra, kendisine ziyarete gelen diğer yeğenlerinin eşlerinden, Nezih'le oğlunun anlaşamadığını hır gür ettiklerini duydu Sevim Hanım. "Eyvah" dedi, "Eyvah, inşallah kimsenin başını yakmazlar..." Çok geçmedi, bir gün yüksekçe evinin terasında gün batımında oturup, ovayı seyrederken, oğlu Asım çıkageldi. "Anne ne yapıyorsun?" diyerek, geldi yoldan. Yüzüne bir tebessüm koymaya çalışmasına rağmen, Sevim hanım, onun bir şeyler gizlemeye çalıştığını bilecek kadar iyi tanıyordu oğlunu. "Sana bir şey söyleyeceğim ama..." dedi oğlu, ama sustu. "Kötü haber değil mi?" dedi Sevim Hanım. "Ozan hayatını kaybetmiş." Arkasını beklermiş gibi dikkatle oğluna baktı Sevim Hanım. Asım ona söylemese zaten komşularından duyacaktı. "Nezih Abi, Ozan'ı vurmuş."
Yüreğinde acının bir yumruğa dönüştüğünü hissetti Sevim Hanım. Henüz hayatının ilk yıllarındayken şiddetin kendi ailesinde nasıl doğup, büyüdüğünü, bir nesli neredeyse yok edip, arkasından gelen kuşaklara da geçtiğini görmüştü. Ailesinin nereden ve nasıl geldiğini bilmiyordu. Küçükken büyüklerinin dağın öte yüzünden geldiklerini anlattıklarını duymuştu. Neresiydi bu öte yüz? Kendi küçüklüğünde başladığını düşündüğü şiddetin, bilinmeyen geçmişi de mi vardı? Şiddetin son halkası Nezih miydi? Kalktı, beyaz örtüsünü başına geçirip, "Ben aşağıya gidiyorum" dedi oğluna. Asım endişelendi, "İstersen gitme şimdi yarın gidersin" dedi usulca. "Gelirim birazdan, sen merak etme..." dedi oğluna, onun endişelendiğini sezerek.
Yas evine geldiğinde sessizliğini sadece bir kez bozdu Sevim Hanım. Sessizce akan göz yaşlarının arasından "Ahhh Nezih, ahhh... Bunu da sen mi getirecektin aileye... Kardeş katilliği, eş katilliği üstüne oğul katilliğini de sen mi getirecektin? Madem öfkene hakim olamadın, o kurşunu kendine sıkıp son noktayı niye koyamadın?" sözleri döküldü dudaklarından.
Nezih ve Sevim Hanım, bir daha birbirlerini hiç görmediler. Nezih yıllarca hapishanede kaldı, Sevim Hanım'ın sözleri onun kulağına kadar ulaştı. Sevim Hanım'ın söylediklerini ona ulaştıranlar, onun söylediklerini Sevim Hanım'a getirdiler. "Benim öyle halam yok, benim geçtiğim yerlerden geçmesin..."
Nezih hapishaneden geldiğinde Sevim Hanım, yetmişli yaşlarının sonlarındaydı. Nezih'in köye yeniden gelmesiyle birlikte, taa eskilerden beri zaman zaman içinde olan ve ona kötü şeyleri haber veren duygu yine ortaya çıkmıştı. Yazları terasta uyumayı pek seven Sevim Hanım, içeride yatıp, kapısını kilitlemeye başlamıştı. Hatta Eliz'e Nezih'in eve gelip ona zarar vereceğinden korktuğunu söylemişti. Akşamları evde yalnız kalmak istemiyordu. Sık sık kendisini hasta hisseder olmuştu.
Nezih'in ölümü apansız gelmişti. Birdenbire sessiz. Son yıllarda hiç kimseye zarar vermeden, hiç kimse de ona zarar vermeden, öylesine divanında sessizce otururken.
Sevim Hanım'ı aradan geçen bir kaç gün sürekli aradı. Kendisini bulamadı ama Asım'la konuştu. "İyiyiz" dedi sakin bir sesle. "Annem ölü evine gidip geliyor. O yüzden evde değil." Ertesi gün yeniden aradığında, Sevim Hanım yaşına göre daha genç çıkan bir sesle cevap verdi. "Başın sağ olsun. Eliz'den duydum" dedi, bir solukta konunun değişeceğini umarak. "Ahh" dedi, "Ahh, sen de sağ ol yavrum. Ne diyeyim bahtı karaymış bu çocuğun. Son olsun artık son olsun. Şiddet toprağın altına girsin de bir daha çıkmasın. Bundan sonra gelenler aklı selim olsunlar..." Bir an ikisi de sustular, arkasından nasıl olduğunu sordu. "İyiyim" dedi yaşlı kadın, çocuksu bir sesle, "Çiçeklerimle uğraşıyorum. Saksılarını değiştiriyorum, bahar geliyor ya, onlar da değişiklik istiyorlar işte..." "O zaman seni fazla tutmayayım" dedi, onun çiçeklerine ne kadar özen gösterdiğini bildiğinden. "İşte böyle, ara dur beni" dedi, "Kısa da olsa sesini duyayım, yeter."
Ayfer G. Cambier; İngiltere, Libya , Malezya ve Borneo da uzun yıllar ikamet etti. 2016 yılından beridir de Çin'in Şangay şehrinde oturmaktadır.
Arap baharının bir dalgası olarak Libya'da başlayan ve Muammer Kaddafi'nin öldürülmesiyle yeni bir ivme kazanan isyanları konu alan Devrim Ateşinin Altında kitabının yazarıdır. Devrim Ateşinin Altında, Aya kitap, 2018
Yogayı öğrenmek için Hindistan'ın güneyinde Tamil Nadu bölgesinde bir ay kalmıştı birkaç yıl önce. Tapınaklar şehri olarak bilinen Madurai şehrinin dış eteklerine kurulmuş, kalabalık bir maymun ailesinin de ikamet ettiği bir Hindu Tapınağı'nda öğrenmişti yoga'nın inceliklerini
Ne yazık ki başka bir dünya var mıydı, onu bile bilmiyordu. Bildiği sadece içinde bulundukları durumun biçareliğiydi. O yüzden olsa gerek, bir gün kafesin dışından kendilerini seyredenlerden bir çift elin uzanıp onu o kıvrıldığı çaresizlikten koparıp aldığında ve montun içindeki vücudun sıcaklığını hissettiğinde anlamıştı başka bir dünyanın varlığını
Farah, trafiğin vızıl vızıl aktığı Şangay'ın en yoğun yollarından birinin yanı başında şimdiden köhneleşmeye yüz tutmuş, bir gökdelende, fare deliği diye tanımlanabilecek apartmanındaki tek pencerenin önünde durup bir an dışarıda akan trafiğe odakladı gözlerini...
© Tüm hakları saklıdır.