05 Aralık 2021

Yazsam roman olur: En güzel çağındasın!

Ahmet Altan o hayatı, o yeni başlangıcı yine kendi yarattı. Başkalarına da bir kapı açarak… Tıpkı seneler önce ilk kitaplarında yazdığı gibi. Bir pencereden dışarıya baka baka konuşan yetişkin bir çocuk gibi. Böylece diyelim ki, artık yer değiştirdik. Yazsam roman olur derler ya hani, işte öyle. Bugün yetmiş bir yaşında ve en güzel çağında

"Bana hayatınızı anlatsaydınız, size kimi çağıracağınızı söyleyebilirdim belki.
Size hayatımı anlatsam, siz bana kimi çağıracağımı söyleyebilirdiniz belki.
Mutlulukla aramızda kendimiz mi duruyoruz?
Garip bir soru bu.
Ama ya doğruysa?"*

Her metne "Sağ da bizim, sol da bizim. Politik toplum da bizim, sivil toplum da…" diye başlamaktan hiçbir zaman yorulmayacağım, bıkmayacağım. Fakat her defasında bunu türlü biçimlerde dile getirmekten hicap duyacak, mutsuz olacağım. Bu kavramların içi yan yana gelmeyi reddettikçe üzerlerindeki hegemonyanın hep altında kalacaklar. Bireysel olarak da, toplumsal olarak da… "Memleket" diyorsam, bütün bir dünyayı kast ediyorum. Çocukluğun bahçesi, yetişkinliğin çilehanesi… Hamurumuza suyu, havası, kokusu sinen tek yer içinde yaşadığımız dünya; konuştuğumuz diller, azıyla çoğuyla ta ruhumuza kadar inip yerleşen kültürler. Birini diğerinden ne kadar uzağa atabiliriz ki? Niye atıyoruz ki? Bir türkü şöyle diyor: Gel seni benden ayırma/ sen benimsin, ben seninim… Bugün hepimiz aynı dertlerden ibaret salgınlarla, maddi manevi buhranlarla mücadele ediyoruz. Bir de "dış güçler" var tabii! Tanrım sen herkesi koru. Âmin! Çünkü teknoloji gibi acı da gelişir. Yanlış gelişen teknoloji de acı da insanı yeryüzünden silip atabilir. Bütün renkler, bütün düşünler birer dayanaktır. Bir sonrakinin var olma nedenidir. Biri eksilirse öbürü tökezler. Ayakları kırılırsa, yıkılır bütün iskeleler. Hınç hiç iyi bir şey değil. İki yüz on yedi artı bir kemik demek. Ameliyatla bile aldırmazsınız, çünkü insanın kalbine yerleşirse onu oradan bir daha kimse çıkaramaz. Can çıkar, huy çıkmaz bir şey olur. Oysa buna ne gerek var?

Üzerine yazdığım her kitaba kendimden katmışımdır. Çünkü okuduğum her kitapta kendimi aramış, kendimi bulmuşumdur. İnsan kendisiyle temas etmeyen bir şeyden nasıl söz edebilir ki yoksa? Atomu parçalayanlar birçok insanı aynı anda öldürmeyi keşfettiler, ama bir yandan da sonsuz hareketli ve sonsuz canlı çekirdeği de buldular. Ben buna "sonsuz hayat" derim, o halde neden ölümü tercih edeyim? Bu yüzden bazılarının yazanı, bazılarının okuru oluruz. O sürekliliği sonsuz yapan şey işte bu. Bir devir daim, bir dönüşüm. Okuduğum her yazanı ilk kitabından itibaren okumuşumdur bu yüzden. Çünkü okumadan yazamazsın zaten. Okumak bunun dışında ayrıca bir disiplindir. İnsan okuduklarıyla kendi kendine de istediği şekli verebilir. İnanın buna, fizyolojik olarak da. Bu biçimde bir kelime gelir, dilinize yerleşir, zihninize yerleşir, kalbinize yerleşir ve sonra yüzünüzdeki ifadeye de yerleşir. Çok sürmez, bir süre sonra takındığınız tavır, insanlara davranış biçiminiz haline gelir. Cemil Meriç, "Üslubunuz kimliğinizdir" der, insanlara davranış biçiminiz de kim olduğunuzu gösterir. İyi bir metin okumak, o metni yazanın ekmeğini yemek gibi bir şeydir bu yüzden. İyi bir yazanı gözden çıkarmamak gerekir. Kendi çıkarına hizmet edenler istedi diye dört duvara teslim etmemek. Üslubumu sevenler şunu bilmeli; doğuştan değil bu, benim üslubumun da elbette mimarları var ve inşa ettikleri bu üsluptan habersizler. Okuduğum hiçbir metinden bir şey almıyorum. Ben onun bir parçası olduğumun bilincindeyim zaten. Varlığını ispatlatmış bir şeyle temas ettiğinizde varoluşunuza bir delil bulursunuz. Var olursunuz. Aksi o metni parçalamak olur, onu yazanı yağmalamak. Böyle ilerleyenler tarih bloğunu kendileri yıkarlar, kendi üzerlerine. Üslubumun mimarlarından biri de Ahmet Hüsrev Altan. Sadece bir yazar değil, bir okul benim için. Bir üniversite. İlk kez bir kitabını okuduğumda on bir yaşındaydım. On bir yaşında bir çocuk için Ahmet Altan okumak ağır bir iş gibi gelebilir. Ama dışarıdaki dünyanın sesini duymak isteyen bir çocuk için on bir yaş bir engel değildi. "Hayat Hanım"ın ilk cümlesi, "İnsanların hayatları bir gecede değişiyordu." Benim hayatım da bir gecede değişti, daha o yaşta. İnsan hayatını değiştiren şeyleri gelişi güzel özetlememeli. Ahmet Altan’ı bu metne sığdıramam ama hayatıma nasıl sığdığından söz edeyim:

Yıl, 1997. Haberlere baka baka, sarsıla sarsıla büyüyorum. Bir nedeni yok, toplumsal olan her şeyle ilgileniyordum. Evde çok ciddi bir ortam var. Aksayan ayağımı kusurdan saymıyorum, ama varoluşsal olarak "sakat doğmak" diye bir tabir var, belki de bu yüzden. Hoş, istesem de diğerleri gibi olamazdım zaten. Beni de yaratan böyle yarattı, bundan ben sorumlu değilim. Hep söylerim, "yetişkin doğmak çok acı". Bir çam serçesi gibi kafesimde kendi dünyamın şarkısını şakır ama perdenin arkasından sokağa bakmaktan da kendimi alamazdım. Biri gelip kapıyı çalsın, anneme, "O da gelebilir mi?" Desin isterdim. Çocukken hep başkalarının istediği gibi yaşarız, onların istediği gibi biri olmak için büyürüz. Dışarıdan bakınca bir plastik bebek gibiydim bu yüzden, oysa plastiği ateşe tutsalar insandan önce erirdi. İşte böyle bir çocuk… Kitaplardan başka bir dünyada yaşamayı öğrenemeyen bir türlü…

Çocuk sesleri evlerin pencerelerinden içeriye coşkuyla doluyordu. O günler hele ki, yaz mevsimi, dünya ne güzeldi. Zaman kimsenin umursamadığı bir kavram olarak vardı. Bugünkü gibi benden biraz daha büyük olanlar bile sokaktalardı. İnsanları insanlardan uzağa atan kafes gibi mekânlar, paralı zindanlar henüz bu kadar yaygın değillerdi. Ah, bir çıksaydım o sokağa ben de bir daha girer miydim eve! Bir pencereden bakardım dünyaya. Herkes sokaktaydı. Bir köşede daha yetişkin olanlar oturmuşlar bir duvarın üzerinde çekirdek çitliyor, kendi dünyalarının önemli meselelerini konuşuyorlardı. Onlar da yaşıtlarım da politikacı olmayı ya da üniversite okumayı o sıra akıllarından bile geçirmiyordu sanırım. Bu kadar rahat olmanın başka bir açıklaması yoktu çünkü. Akşam eve gelen bir somun ekmek artıp ertesi güne de kalıyordu nasılsa. Herkes usulca çekilip zorla evlere çağrıldığında evin karşısındaki duvarda oturan liseliler de kalkıp gitmişlerdi. Sokak sessizleştikçe evlerin ışıkları bir bir sönmeye başlamıştı. Dünya o günler de aydınlanıp kararan bir yerdi. Duvarın üstünde bir parlaklık. Beyaz. Nefes nefese evden sokağa çıktığımı hatırlıyorum. Hâlâ kendi kendime bunu hatırladıkça, "O kalenderliğini nasıl da bir koşu üç dakikada harcadın?" der gülerim.

 

Duvarın üzerinde bir kitap. Bir sayfası paramparça yırtılmış, yerlere saçılmıştı. Toplasam onarılmayacak kadar paramparça. Toplasam, onarsam o kelimeler artık başka anlamlara gelecekti sanki. O kadar paramparça. Kitabın adı, "Karanlıkta Sabah Kuşları…" Karanlığın karnını kesen bir parlaklık… Kitabı kaptım eve koştum. Düşünsene, üstelik bedava! Nasıl mutluyum, nasıl mutlu ama! Annem beni kapıdan girerken gördü; ilk defa kurcalamadı, çünkü zaten beni takip ederdi. Bu hayatta her şeyi bilen takip eden bir Allah bir de annem vardı zaten. Özlüyorum tabii, insan özlemez mi? O yazı, o akşamı, o günleri. Kapağı açtığımda içinde şu yazıyordu: "Emel Memedi seviyor." Sevsin tabii, bir şey dediğimiz yok. Ama seksen dördüncü sayfa ile seksen yedinci sayfa arasındaki sayfa yoktu. Hâlâ aklıma geldikçe söylenirim, "Niye yırttınız o sayfayı, vicdansızlar!" Sanki ben büyüdüm, yaşlandım onlar orada hep çocuk kaldılar. Yazık oldular. O kitap hâlâ bende durur ve o kayıp sayfasını hâlâ çok merak ediyorum ama inatla bunca yıldır o kitabın aynısını alıp da o sayfasına bakmaktan kaçınıyorum. Belki bir büyüdür bu, bir tılsım. Bozulsun istemiyorum. O ana kadar okuyan ben, o andan sonra yazmayı öğrendim kendi kendime. O yırtılmış sayfanın bende açtığı boşluğu doldurmak için gelişmişti bu birden, belki de. O kitaptan birçok şey "öğrenmeyi" öğrendim. Ne kadar çok okursam okuyayım hiçbir şey bilmediğimi aslında. Her şeyden ve herkesten ve benden bile çoğu zaman bağımsız bir kalbimin olduğunu. Yazarın, yazarken ne hissettiğini ama hissettiği şeyleri metne alırken bir yandan da genel kültür dersleri verdiğini. Ahmet Altan bunu bilemez ama bana yazı üstüne böylece şan dersleri vermiştir. "Şan" sadece müzikle ilgili değildir benim için o zamandan beri. İçinde ses olan her şeyi kapsar. Ahmet Altan denemeleri, içinde şiirin sesini taşıyan metinlerdir. Bana başka kitaplar okumayı da öğreten kitaplardır onun kitapları. Her şeyi biliyor gibi yazmıştı. "Ben niye bilmiyorum?" demiştim. Daha on bir yaşındaydım, sakin olmalıydım. "Gece Yarısı Şarkıları", "Kristal Denizaltı", "İçimizde Bir Yer", "Ve Kırar Göğsüne Bastırırken", "Bir Hayat Bir Hayata Değerken"… Bu kitaplar, "Şiirini dizelere sığdıramayan bir şairin düz metinleridir de" diyebilirim. Bu bir iddia değil, diyelim ki bir arzu, aruz vezni ile yazılmış olmasa da olur. Bir şey dikkat alanınıza girince o artık çok daha görünür bir hale geliyor. O kitaptan sonra bütün kitaplarını okudum Ahmet Altan’ın. "Kılıç Yarası Gibi", Sudaki İz", "Tehlikeli Masallar", "İsyan Günlerinde Aşk", "Aldatmak", "Ölmek Kolaydır Sevmekten…" Her yeni kitabı sadece bana yazıyormuş gibi bekledim. Gazeteler, televizyonlar, radyolar takip ettim durmadan.

Saplantı mı, yoksa derinlik mi? Kitaplar hakkında nasıl bir duygum olduğunu bilmiyorum hâlâ. Şunu biliyorum ama sevdiğim bir kitabın yazarını o bu dünyadan çıkıp gidene kadar bırakmayacağımı. Bunu kavradıktan sonra şu gelişiyor insanda: "Nerede ne söz etti, nerelerde neler yazdı?" Önemli olan şu ama: "Bütün bunları neden yaptı?" Kaçırmak istemiyorsun. Bir yazarı takip etmeye başladığında –o takip edilmeye değerse tabii, o etkiyi yaratabilmişse- sanki her sabah kalkıp bir okula gider gibi ya da tam saatinde dükkânını açıp tezgâhına oturur gibi hissediyorsun. Ya hocan geliyor, ya ustan sana durmadan bir şeyler anlatıyor, bir şeyler öğretiyor her yeni kitabın kapağını açtığında. Aynı kitapta "Duracaksın" adlı denemesinde, "Ölüm seni kuşattığında, tam da o sırada, hayatı düşüneceksin" der. Bu kelimelerin bendeki parıldamasını nasıl ifade edebilirim bilmiyorum, ama işte öyle bir şey. Metinleriyle kuşattığı anda aslında düşündürdüklerinin bir sonucu olarak da ortaya çıktım sanırım. 

Ben onu sokakta buldum, bir duvarın üzerinde. Henüz karılmış bir hamurdum, onda maya buldum. Bazı yazarların bir biçimde bir başka versiyonuyum bu yüzden. Belki de şöyle mi demeliyim: "Bir kitabı okumak kendi kendine konuşmak…" Siz bir yere gitmeseniz bile o size gelmenin bir yolunu buluyor. Bizi biz yapan şeyleri inkâr etmemek gerektiği için söylüyorum bunu. Hüzünlü, toplumsal gerçekçi ve romantik… Hem çok politik hem çok âşık… Politik toplumla sivil toplumun birbirine karışması gibi üzerindeki hegemonyayı yıkıp atabilmek… İlk iki kavram benim için kâfi. Ben bir okur olarak da bir yazan olarak da onun hüzünlü ve toplumsal gerçekçi yanıyla yetiştirdim kendimi. Tür belirtmeksizin düz yazanlarda bir tek şey var beni çağıran, şiir. Ahmet Altan da benim için içinde bir şair taşıyan yazarlardan. İçine doğduğu ev, kültür, toplum, aile bütün bunlardan bağımsız bir yazan… Kendi olarak doğmuş. Zaten bazı yazarlar vardır, hani o başka türlü gelenler, onlar bir yere sığamadıkları için yazarlar. Hapsedildiği süre içinde "Üç Özgürlük Manifestosu (Savunmalar)" dâhil; on dokuz denemeden oluşan "Dünyayı Bir Daha Görmeyeceğim", "Zarlar" ve "Hayat Hanım" da bu sığamamanın bir ürünüdür. Bu kitaplardan sadece biri "Hayat Hanım"  ait olduğu bu coğrafyanın diliyle bu ülkede henüz yayımlandı. Eskiden Türkçe bir kitap çevrilsin, başka ülkelerde de yayınlansın diye yazarlar da yayıncılar da bin takla atardı. Ahmet Altan, "Hayatımın son düzlüğüne fiyakalı giriyorum" derken göğsümü kabartıyor benim. Çünkü artık kitapları Türkçeden önce başka dillerde, başka diyarlarda yayınlanıyor. Tüme varmaya çabalarken yarı yolda kalanlar, yolundan dönenler gibi değil. O tüme varmış ve oradan zerrelere dağılıyor artık. Dönüşü de dönüşümü de işte böyle şaşalı, böyle muhteşem. Tıpkı ilk denemelerinde olduğu gibi bu son romanında fiziki dünyanın içinde var olurken bir de içimizdeki dünyanın sesini çıkarmış yeryüzüne. Başka hayatların ne kadar yakınındayız işte böyle diyor "Hayat Hanım"da bir yerde:

"Şairin balkon parmaklıklarından atladığını gördüğümde ben de onun ölümünün bir parçası olmuştum. Hayatın bitip ölümün başladığı çizgiye onunla birlikte kaymıştım. Şair çizgiyi geçmiş ben çizgide kalmıştım, ne ölüme doğru ilerleyebiliyor ne hayata dönebiliyordum…"

Zaman zaman bir aşk hikâyesi okuyacaksınız, ama bütünde bir aşka bile şekil vermenin derdine düşmüş bir sistem eleştirisi. Siyasal manada ben buna bir değişim değil, "bozulma" diyorum. Bu zaten ortada. Kitapta işte bunun açıklamaları var. Bir roman ancak böylece ete kemiğe bürünebilirdi, hem de şu zamanda bunca olup biten arasında. Politik olanın sivil olanı tarumar etme girişimi. "Hayat Hanım"ın içinde Dostoyevski var ve onu keşfeden Berlinski. Bir Berlinski olabilir miyim bilmiyorum ama ben de bugün bir Dostoyevski’den söz ediyorum. 1840’lı yıllarda "devlet aleyhine komplo" suçlamasıyla tutuklanan Dostoyevski de hapis yatmış, bu yollardan geçmişti. Mutlaka çok sevinirdi kanımca, adının geçtiğini görseydi bu kitapta. İçeride insan yalnız kalıyor çoğu zaman, belki de biraz da bu yüzden "Hayat Hanım" Ahmet Altan içerideyken herkesi bir araya getirmiş bu kitapta. Her şeyi. Adaleti, edebiyatı, hatta "sıradanlık"la "gerçekliği", Cioran’la Adorno’yu. Son düzlükte kendini bulan herkes yeni bir hayat ister, yeniden başlamak. Ahmet Altan o hayatı, o yeni başlangıcı yine kendi yarattı. Başkalarına da bir kapı açarak… Tıpkı yukarıdaki o cümlesi gibi ölüm kuşatması başladığında, tam da o sırada, hayatı düşünmüş o da. Tıpkı seneler önce ilk kitaplarında yazdığı gibi. Bir pencereden dışarıya baka baka konuşan yetişkin bir çocuk gibi. Böylece diyelim ki, artık yer değiştirdik. Yazsam roman olur derler ya hani, işte öyle. Bugün yetmiş bir yaşında ve en güzel çağında. Hem de çok afili, çok "fiyakalı" ve fırtına dindi, Tanrı onu bir düzlüğe indirdi.



*Karanlıkta Sabah Kuşları/ Ahmet Altan

Yazarın Diğer Yazıları

Tarihi “yürümek” ve “savunma” ile ele alan ‘Karşı Roman’ın yazarı Ali Ayçil: İnsan güvenilmez bir varlıktır ve her organizasyon bir iktidardır

“Durduğunuz yerin başkalarının durduğu yerden daha kıymetli olduğunu gösteren bir ölçü mü var elinizde? Biri size nişan alarak bu ya da karşı taraftan bahsettiğinde cehaletin şiddetiyle yüzleşiyorsunuz. Cevap vermek bile yorucu”

Halk edebiyatı, halkın edebiyatı: Veysel’i dinliyorum, gözlerim kapalı

Veysel’i okuduktan sonra öğrenmiştim kör olduğunu. O söyledikçe sesinin tutulmuş kayıtlardan yazıya aktığını… Allah Veysel’in iki gözünü birden almış, ama yerine de görünün en hakikisini bırakmıştı. Masal gibi, masaldan gerçek!

Nazan Bekiroğlu: Yalnız olmadığımı, benim gibi hisseden insanların var olduğunu bilmek güzel ama çok kırgın, yorgunum

"Onaylayıcıların, sessiz kalmanın konforuna sığınanların çokluğundandır, tufan beklemiyorum. İnsanın evrenin efendisi olması meselesi bence, çok ağır bir dezenformasyona maruz bırakılarak tefsir edilmiş asırlar boyunca"

"
"