27 Haziran 2021

Yas / Uzun Bir Veda: Hasret duygusuyla yaşamak

Ölümden sonra ne var biliyor musunuz? Ne cennet ne de cehennem var. Ölümden sonra hayatta kalanlar için sürekli bir hale gelen gerçek ayrılık acısı var. Kaybedilenin, ölenin bir süre sonra bunlarla hiçbir ilgisi yok. Çoğu zaman kaybedilenin ardından ağlayanlar kendilerine ağlarlar, yaşadıkları şok karşısında bunun bilincinde olmadan

Yas ne Ross?
O ne!
Ben rüyaya inanırım mesela, mıhlanmış duygulara.
Rüya dediğim de senin anladığın değil, bunu da
belirteyim laf arasında.*

Benim çocukluğumda bir evden bir tabut çıktığında diğer evlerin de ışığı sönmezdi bir süre. Sokaktan biri bir daha dönülmeyecek bir biçimde ayrıldığında onun eksikliğini o sokakta oturan herkes hissederdi. Çanlar ve sala sesleri bir ölümü haber verdiğinde, o ölenle hiçbir yakınlığı olmayan ama haberi duyan herkesin içi sızlardı. Sanki herkes bilirdi, yas denen şeyin haber almakla başladığını. Benim çocukluğumda bir eve sessizlik çöktüğünde diğer evlerin de sesi çıkmazdı bir süre. Sanki bütün evler o eve bakardı. Hatıra bilgisi acı bilgisinin kaynağı olurdu böylece ama kimse bu hatıra bilgisinin aslında acıdan dönüştüğünü bilmezdi. Oysa bunun adı yastı. Toplumsal ve geleneksel, organik bir zincir olurdu insanlar arasında, böylece yas bir ritüel olarak gelip geçip giden bir duyguyu ve durumu temsil ederdi. İnsana hasarlar veren kalıcı gerçekliğine rağmen. O acı duyguya birer yabancı olanlar için bile. Çünkü bu da başka yas biçimlerini tepkimeye sokan gelecek olanın yasını tutmak, bunu prova etmek gibiydi. Yas denen şeyi harekete geçiren en güçlü şeyin ölüm olduğu gerçeği yüzünden. Çünkü ölüm yasa neden olan diğer biçimlere göre daha kesin bir şeydi, hâlâ olduğu gibi. 

Toplumda ölüm, kayıp, göç, hastalık, iş kaybı, ayrılık, düşen refah seviyesi, krizler, savaşlar ve daha benzer pek çok konuda herkesin yas biçimi aynı algılanırdı. Oysa evden bir tabutun çıkmasıyla, tabut çıkan bir evin atmosferi aynı değildir. O tabutun çıktığı evdeki diğer insanlar arasında bile o yas aynı seviyede, aynı biçimde değildir. Yas/Uzun Bir Veda'da da bu böyle geçiyor.

Dışarıdan bakanlar yasa neden olan bütün bunların geçiciliği ile avunurdu. Oysa içi görünmeyen insanın sessizliğini Türkçeye çevirmek diye bir şey olsa herkes anlayacaktı ki bu böyle değil aslında. Birini ya da bir şeyi kaybetmek ve hatta kaybetme ihtimali bile ölüm gibi bir şeydir çoğu zaman. Ama devam eden hayat dönülmez sonsuzluğun bir boyutu ve kapısı olan ölümden çok daha güçlü olduğunu göstermiştir her zaman. Buna benzer durumlar karşısında ölümün hayattaki karşılığının ne olduğunu anladığımı sanırım hep. Oysa ölümden sonra ne var biliyor musunuz? Ne cennet ne de cehennem var. Ölümden sonra hayatta kalanlar için sürekli bir hale gelen gerçek ayrılık acısı var. Kaybedilenin, ölenin bir süre sonra bunlarla hiçbir ilgisi yok. Çoğu zaman kaybedilenin ardından ağlayanlar kendilerine ağlarlar, yaşadıkları şok karşısında bunun bilincinde olmadan. Sevdiğiniz birinin ölümü ya da kaybettiğiniz çok önemli bir nesnenin bile artık bir daha varlığıyla hayatınızda yarattığı o 'anlamlı boşluğu' doldurmayacağınızı anladığınızda yaşadığınız dönem bundan ibaret oluyor. Ve hiçbir şey kronikleşen yas kadar çaresiz bir hastalık değildir. Kronikleşen yas zaman zaman kişilerde beliren depresyon halinden çok daha ileri ve tehlikelidir. Sonrasında onun da çatallanıp gelişmesi an meselesidir. Bunun bir sonucu olarak gözlemlerde bulunmak isterseniz ruh sağlığı ve akıl hastanelerinin arka bahçelere dönük bodrum katlarında ikamet eden ve artık yaşayan bir ölü gibi hayatla hiçbir bağı kalmış insanları ziyaret edebilirsiniz, bu gözleme dayanabilecek güçteyseniz eğer. Kronik yasın akut yasla insanı bu dünyanın dışına fırlatıp atmadığı ama onu yaşayan bir ölüye nasıl çevirdiğini görmek isterseniz tabii.

Psikoloji biliminde yasın akademik tanımları benim onu ifade biçimimden çok daha farklı gelebilir; ama bilişsel, davranışsal, fiziksel ve duygusal açıdan aynı sonuçları verir, aynı kapıya çıkar. Yası tecrübe eden herkes gibi biri olarak mikro yasların toplumsal yasların yansıması olduğunu söylemem çok da abesi bir şey olmaz sanırım. Dolayısıyla yasın da kendini tekrarlayan bir dönüşüm biçimi var. Ve bunu yasın kategorileri ya da çeşitlerine baktığınızda görürsünüz. Bireysel ve toplumsal yas iç içe bir mekanizma gibidir. Bunu kişiler üstünde etkili hale getiren elbette kişilerin kendi iç dünyalarında cereyan eden duygu durumları, bilişsel ve davranışsal yaklaşımlarını dışa vurum biçimleri ve tabii ruhlarının dışındaki dünya ile ilişkilerinin de etkisidir.

İnsanın dünyaya gelişini yas dönemini başlatmak olarak ifade edebilirim -ayrıca dünyanın nasıl bir yer olduğundan sözler etmeme gerek yok- ama insanın dünya denen bu yaşam alanında tecrübeleriyle onu kavradığını es geçmeyelim. Freud'la yasın kişiden kişiye değiştiği konusunda ben de hemfikirim. Fakat yasın yaşadıkça sona ermediği düşüncesinde çok daha istikrarlıyım. Dönüşüp, değişip bir tekrar olduğunun altını çizmeliyim. Yasa katlanmanın bir formülü olarak Ölüm ve Ölüm Üzerine adlı kitabında Elisabeth Kübler Ross yası beş evreye ayırıyor. Ross kısa bir yol seçmiş ve kesinleştirdiği başlıklarda biraz yüzeysel kalmış.Çünkü İnkâr şiddetli bir biçimde başlar. Çünkü onu başlatan şey şoktur. Ve Ross bu evrelendirmeyi inkârla başlatıyor ama kabullenme ile bitiriyor. Aslında asıl süreç kabullenmeden sonra başlıyor. Çünkü umut yaşayan bir insan için farkında olmasa da bütün bunlardan çok daha kuvvetli bir evredir ve diğer bütün evrelerin içindedir de. İnkâr etmenin dahi. Ross'un bu yöntemini başarılı kılan da budur aslında. İnsanın içindeki umut… Yürekte Kırk Mum adlı kitaptaki şu cümleleri tekrar etmek istiyorum, umuttan ve süreklilikten aslında ne kast ettiğimi açıklayabilmek için: Çok sevdiğiniz bir insan öldüğü zaman kalbinizde kırk tane mum yanar. Her gün bir tanesi söner. Kırk gün sonra bir tek mum kalır. O mum ömür boyu yanar. Yani insanı yaşatan umudu temsil ettiği gibi uysallaşmış, alışılmış, kabullenilmiş ve hatıralaştırılmış ama süren yasın da temsildir. 

Şengül Hablemitoğlu'nun bir akademisyen olmanın dışında yası deneyimlemiş ve bunun bilinciyle kaleme aldığı Yas /Uzun Bir Veda bir inceleme-araştırma ürünü olarak akademik dilin o soğuk ve herkesçe anlaşılmayan dilinin dışında bir üslupla vücut bulmuş kitaplar arasında yaşadığı ve toplumun ona yansıttığı ve böylece içine düştüğü ya da tanıdığı yas duygusu ve ortamından çıkmak-kurtulmak isteyen herkes için ‘kendine iyilik yapmanın' bu kitabı okumak olduğunu söyleyebilirim. Akademik dilin basite indirgenmesi doğru bir ifade biçimi olmayabilir, bunu anlaşılırlık düzeyi olarak düzelterek bu açıdan bu kitabın dilsel biçimini önemsediğimi belirtmek istiyorum. İnsanların okuma, anlama seviyeleri hiçbir zaman akademik seviyede olmayacak. Hiçbir toplum bir tek kültür ve sınıftan oluşmuyor ve o toplumları oluşturan insanlar da aynı kalitede bir eğitimden geçmiyor. (Bir bakıma bu bile bir yas nedeni elbette.) Akademik dilin artık bazı nedenlerden dolayı akademilerde bile anlaşılmadığını biliyoruz çünkü. Çoğu zaman kitapların ne anlattığı kadar neyi nasıl anlattığına da vurgu yaparken dilin sadeliğinden söz ediyorum. Anlaşılmayacak bir dil ve üslupla yazılan kitaplar da yas nedenidir, çünkü yüktür.

Yas, bir kavram olarak insanın duygularına yön veren kayıpları, başarısızlıkları, sahip olamadıkları ve hayal kırıklıkları ve tabii kaybetme ihtimalinin ve yaşadığı toplumun ona hissettirdikleri karşısında insanın yaşamını karanlığa hapseden ve bununla beraber akut yas dönemine indiği anda sürekli bir melankolinin oyuncağı olmasın diye tecrübe edilmiş ve gözlemlenmiş hikâyelerle desteklediği ve onu hem kendini hem kaybettiği şeyi artık bırakmasının neden gerekli olduğuna çağıran Yas/ Uzun Bir Veda Derrida'nın Freud'un Yas ve Melankoli makalesinden yola çıkarak yazdığı on dört kişisel yas deneyimini içerdiği tartışmalardan içerik olarak da çok farklı olmamakla beraber çözüm konusunda daha aydınlatıcı bir kitap. Bir kere toplumsal yasın dışında toplumun yas ile ilgili bireylere dayattığı yas formatının bir evdeki yas ritüelinin yaşayan bireyler arasında neye göre nasıl şekilliğini örneklendiriyor. Anne, baba, kardeş ve diğerlerinin yasa neden olan aynı acının farklı etkileri altındaki gözlemlerini hikâyeleştirerek. Öz tecrübesini bu hikâyelerle birlikte dile getirdiği yerde okur deneysellik görecektir, ama Hablemitoğlu burada bir deneysel yaklaşımdan çok uzakta. Bu bir kıyaslama da değil. Bu başkalarının yas biçimlerinde ve süresince insanın neye neden devam etmesi gerekliliğine yönelik bakış açıları geliştirmesinin örnek bir biçimi. İnsanın doğmuş olması da bir veda faslıdır. Ayrılacağı yere alışmakla, uyum sağlamakla geçer ömrü. Yas insanın hiç farkına varmadığı çok kısa anları da kapsar. Kalıcılığı ele geçirdiği anda insanın buna alışması bunu sonlandırması anlamına gelmiyor. Hablemitoğlu kitabında da yasın uzun bir veda olduğunu belirtiyor ama ekliyor da, yasın vedalaşma gerçekleştiğinde "hasretle duygusuyla yaşamak" olduğunu da söylüyor. Sanki bir araştırma-inceleme kitabı değil de, bunları da içine alarak yelpazesini daha da genişletmiş ev ev kapı kapı gezip yasın en sağlıklı hali olan vedalaşmanın gerekliliğini anlatan bir şifacı.

Onu, sevebileceğinin en yücesiyle sevdin.
Titreme daha fazla kalbim.
Bağışla kendini artık onu da
Bırak gitsin.
Bırak gitsin.
O senin ezel gününden kaderin
Sen onu nasılsa bin kere daha
Seveceksin…*



** Şiirler: Birhan Keskin

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim