22 Kasım 2020

Trajedinin ölümsüzlüğü: Merhum nasıl bilirdi?

Şunu söylemeli Mehmet Bilâl'in kitaplarıyla ilgili: Ölümden, ötekilerden, eşcinsellerden, yalnızlardan, âşıklardan korkmamak gerek. Korkunç olan insanı kendinden uzağa atandır. Onu hor kullanan, ona hoyratlık eden…

Hiçbir konuda, kulağa hoş gelmesi dışında uzmanmış gibi sözler edemem, fakat ölümü bütün hayatının merkezine koymuş, onunla bir zamanlar yüz yüzeyken birden sırt sırta vermiş biri olarak kimseyle yarışa girmeye bile tenezzül etmez sözler edebilirim. Hayatı kadar, eğitimini ve kendi kendini eğitiş biçimini de bu mesele üzerinde şekillendirenlerdenim. Ve ölümün pek çok çeşidini de öğrendim, diyebilirim rahatlıkla. Ölüm bizi ayırana kadar da öyle olacak sanırım. Nedir ölmenin diğer biçimleri? İtilmek, dışlanmak, öteki ilan edilmek, kişinin bütün varlığıyla alınmadığı içerinin kendisi olmasına rağmen dışarıdan bir yabancı gibi muamele görmek. Varlık sahasında insan yok ise, yok sayılıyorsa, sesler kısık ve nesneler anlamsızdır orada. Elbette deniz bile hazmedemediği şeyleri kıyıya iter, ama dibi gören göz kavrayan ruh bilir ki, orada az ya da çok olan her şey ve herkes birer ötekidir ve ötekiler birlikte ancak bir bütünü temsil edebilir. Bu bütün resmi metne dökebilen az ve nadir yazarlardan biri de Mehmet Bilâl'dir.

İnsanın değeri ve ederi konusunda belki pek çok kitaplar yazıldı. Yaşarken kalbimizi biraz da onlar kırdı. Çünkü şunu gördük bazılarımız, tartılarda terazilerde ruhumuzdan başka bir ağırlımız olmadı. Antik Çağ'lardan önce de ve bugüne hiçbir mesele insanın algılama ve algılanma biçimi kadar önemli de olmadı. Ama tuhaf bir biçimde bu önem merkezindeki insanın yerine yine insan eliyle beş para etmez nesneleri koymayı insanoğluna yine insan reva gördü. Çünkü hayat, "varsa insan var" diye, anlamlı bir şey olmakla ilgiliydi. Sosyolojik ve psikolojik alanda da… En önemlisi her zaman edebi alanda yazılanlardır oysa. Çünkü edebiyat dışında ve kişilerin imge gücü ve içsel bakışı diğer hiçbir alanda kişinin kendi algılama ve hissedişiyle aynı kavranamaz, aktarılamaz. Türkiye'de bir branş olarak pek de gerektiği kadar önemsenmeyen Sosyoloji üzerine, belki de uluslararası bir makale ile değil de, toplumun büyük kesimini ilgili ya da ilgisiz herkesi bir konuda bilgilendirmek, duygulandırmak, düşündürmek adına en yetkin olduğu kültür yayıncılığı ağı içinde roman ve öykülerle ve hatta şiirle daha etkin olduğu gerçeğini de gösteren yazanlardan biri de Mehmet Bilâl, bir Sosyolog olarak da.

Yazarın beni kendi yazma biçimiyle en çok ilgili kılan, Üçüncü Tekil Şahıs, Üvey ve Adresinde Bulunamadı adlı kitaplarıydı. Bir yazanı ısrarla takip eden herkes ilk kitabıyla son kitabı arasında toplumla ilgili ve ancak toplumla etkili derdini görebildiği derecede okuduklarını yaşamında iş görür ve etkili bir biçimde değerlendirebilir. Bir yazanı ciddi ve samimi yapan da yazdığı her kitapta o toplumsal derdi kendi benlik derdiymiş gibi her defasında biçimi her ne kadar değişse de işlemekten vazgeçmiyor olmasıdır. "Öteki"nin yalnızlığı, bir başınalığı herkesin bütün insanlığın yalnızlığı ve bir başınalığıdır. Şu dünyaya gelip de yalnızlığı, bir başınalığı tatmamış bir Allah'ın da kulu yoktur. Çünkü herkes bir bakıma bir "öteki"dir. İnsanlar varlık olarak, hareketli ve düşünebilen nesnelerdir. "Nesnenin ruhu var" cümlesi bu yüzden en geçerli tezdir.

Üçüncü Tekil Şahıs, toplumun çoğunluğunu oluşturmasına rağmen azınlık gibi görünen, öyle algılansın diye asıl azınlığın, o barbar ve ölümcül ideolojik politikalara boyun eğen kesimin evlerden, sokaklara, mekânlara kadar saçından tutup sürüklercesine, bastırdıkça patlattıkları yalnızlığın saçılıp dağıldığı en çok da muhafazakârların karşı durduğu gerçek muhafazakârların hikâyesi. Muhafazakârlıkla muhafaza etmenin aynı şeyler olmadığı gerçeğidir de. İtilmenin, dışlanmanın, hor ve hoyratça kullanılmanın; insanın ne olduğu, ne iş yaptığı, neye benzediği ve neleri nasıl dile getirdiği ile ilgili olmasının da buna neden olduğunu hemen her kitabında görmek mümkün Mehmet Bilâl'in.

Dünya her zaman bir yetimhane olmuştur benim için de. Üvey'i böylece de özetleyebilirim sanırım, herkes herkesin yabancısı. Allah'tan korkmayanların eşcinsellerden korktuğu bu dünyayı dile getirme biçimi olarak da Üçüncü Tekil Şahıs, Adresinde Bulunamadı ve Üvey her zaman kalbinin yerini arayan ve vicdanlı insan olmakla ilgili çabalayan herkesin okuyacağı kitaplar olarak da varlığını gelecekte de koruyacak. Öyle ki, bu biçimde içeriğe sahip kitapları basmaktan kaçınanlar bile bu kitapları her defasında yayımlamak zorunda kalacak. Bu tür kitaplar her zaman yer altı edebiyatı ürünü olarak algılanacağı için zaten başka bir çareleri de olmayacak.

Son kitabı Merhum Nasıl Bilirdi?'de tersine bir bakış açısı ile okuruna hüznü de tebessüm ettirmeyi de başarmış. Benim çocukluğumda dedeme sorduğum "ölüler bizi görüyor mu?" sorusuna verdiği yanıtları bana yaşatan bir kitap olmuş. Ölümün son olmadığını, yeniden başlamak olduğunu, insanın yaşarken görmediği her şeyi öldükten sonraki görme biçimini çok yerinde ifadelerle anlatırken, okuruna altı çizilecek pek çok yerde ibretler silsilesi ile nasihatler etmeyi de ihmal etmemiş.

Kimse ölmek istemez elbette, ama şüphe yok ki, herkes öldükten sonra da Doğan Ekinci gibi her şeyi her ayrıntısıyla görmek ister ve inanır da buna. Pek tabi bu kitapta da pek çok öteki var, öteki herkestir, okuyanlar bunu da görecektir. Hafıza konusunda yazılırken, tasarlanırken ne kadarını düşündü ve bilerek kaleme aldı yazar, bilemiyorum. Fakat ölümden sonraki yaşamda, benim de inandığım bir şey bu, hafızanın çırılçıplak açığa çıkıp insanın yaşarken hiç farkında olmadığı her şeyi artık dünya kaygısından çok uzakta olduğu için belki de pür hür ve bağımsız görebildiğini, tahlil edebildiğini de çok net ifadelerle dile getirmiş.

Ölümün de insan beyninin de bir sır olduğunu biliyoruz, belki de bilmediğimiz henüz keşfetmediğimiz tek şey insan beyninin bu dünyadaki en ilkel şey olduğudur. Olamaz mı? Bilimsel bir veri olarak da insanın kalbinin aslında beyninin merkezinde olduğuna inananlardan biri olarak, elbette ruhun bedenden ayrıldıktan sonra da akıllı bir varlık olduğunun da altını çizmekte fayda görüyorum. Yani ne yaşarsan yaşa, nasıl yaşarsan yaşa "unutmak" diye bir şey yoktur. Ölüm diye bir şey de yok. Ölüm, bir "hatırlama" biçimidir belki de. Var olmanın formu değişiyor. Yeni varlık sahasında insanın görme ve duyumsama biçimi değişiyor. Uyku nasıl ki, ölümün yarısı gibi geliyorsa insana, yazmak da biraz öyle bir şey gibi geliyor bana.

Mehmet Bilâl, Doğan Ekinci ile birlikte ölüyor ve o ne yaşıyor, o ne görüyorsa onu anlatıyor. İnsan yaşarken ne kadar yok sayılıyorsa o kadar çok derine gömülüyor bir ölü gibi. İnsan ölünce de unutmuyor, sevdiğini, sevildiğini, sevilmediğini. Defter kapanınca hesap kapanmıyor insan öldüğünde. "Merhum Nasıl Bilirdi?"de bana işleyen bir tek şey vardı, ayrılık ayrıcı. Çünkü ölümden sonra ne cennet ne de cehennem var. Ölümden sonra sadece gerçek ayrılık acısı var. Bu acıyı insan yaşarken de yaşıyor evet tabii, ama farkında olmadan. Kısacası belki de şunu söylemeli Mehmet Bilâl'in kitaplarıyla ilgili: Ölümden, ötekilerden, eşcinsellerden, yalnızlardan, âşıklardan korkmamak gerek. Korkunç olan insanı kendinden uzağa atandır. Onu hor kullanan, ona hoyratlık eden… Mehmet Bilâl, trajedinin ölümsüz olduğunu göstere göstere yazan bir yazardır. Trajedisi olmayan yaşamın bir gerçekliği yoktur.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim