İnanmayı değil, bilmeyi tercih ederim.
İhsan Oktay Anar
"Yenidünya" denen bu her gün daha da harıl harıl cehennemde "meta-evren" diye anlamın içi bozulsun, insan en hızlı biçimde çıldırsın ve çürüsün diye yeni yeni dijital dünyalar yaratıyorlar. Oturduğunuz yere ordusu yok bir millet gibi yapışıp kalın diye. Teknolojiyi kullanmayı bilmeyenler için bu evren elbette bir tımarhane. Bunun bir önceki daha alt seviyesi bilgisayar oyunlarından daha da ilkel olan televizyonun olduğunu biliyoruz zaten, değil mi? Sadece görüntü kalitesini yakalamak için antenlerine müdahalede bulunabildiğiniz daha ilkel ama neredeyse biraz daha gerçek bir meta evren. En çok da bu yüzden bir roman bile olsa her şeyin kitaplardan öğrenilmesini isterim hep. İnanmayı değil, bilmeyi tercih ederim diyen, İhsan Oktay Anar gibi... Yoksa tarih filmi/dizisi diye izledikleri akışkan bantlarda koca Abdülhamit'in sürekli aldatılan, sarayında casusların pire gibi uçuştuğu bir padişah olduğuna inanır insanlar. Böylece neredeyse kimsenin bilmediği bir şey olarak kalır 1886'lardan itibaren Osmanlıda denizaltının ll. Abdülhamit ile başlayan bir dönemin ürünü olduğu bilgisi. Bir görüntüye kapılıp gidenler, sizi elbette böyle ehlileştirecekler. Çünkü paranız bitti, bu yüzden artık aklınızla, iradenizle dalga geçiyor, onu tüketmek gücüne eriştiklerini size göstere göstere tatmin oluyorlar. Ve buna "teknoloji" diyerek size "ilkelleşen yeni insan" da diyorlar anlamadığınız bir dille. Çünkü sadece göze hitap eden -kötüye ve kötülüğe hizmet eden- bir illüzyon bir hipnozla da size şekil verebiliyorlar. Siz o parlak ekranlarda göz bebeklerinizi büyütüp aklınızı küçültürken onlar bir yandan en ilkel haliyle savaşı havadan, karalardan, denizlerden yürütmeye devam ediyorlar. İşte tam bugün de olduğu gibi!
Böylece tarihi, böylece mitolojiyi, böylece insanı anlamlı kılan dili ve onun gerçekliğini ortadan kaldırmaya çalışıyorlar. Aklınızı ve onun işlettiği iradenizi siz insanlar sadece çalışın ve tüketin her şeyi ve birbiriniz diye ele geçirmeye çabalıyorlar. Oysa kitaplar -buna ayrıca hizmet edenler tabii ki bunun dışında- ona ilk dokunduğunuz anda bile bir başka âleme götürür sizi. Bugün tam da yeniden karaları kana boğan savaş ortamında Tiamat'la bir cenge gidiyoruz, dil ve tahayyül ile denizlerin sessizliğini bile bozan cenge, bir denizaltıyla denizlerin dibine. Gerçek meta evrenine, tabiatın kalbine… Suyun sesleri ve şiddeti bastırabilmesine rağmen denizin altında bir savaşa. En akıllı nesne yahut bir kimse en deli biçimde dönebilendir, şaşmadan kendi yörüngesinde ve bu ancak bir yazarın yazım ve kurgu biçimiyle oluşturduğu karizmanın yazdığı ve yaşadığı dilin yapısına, varlığına olduğu kadar itibarına da katkıda bulunmasıyla mümkündür.
İhsan Oktay Anar son romanı Tiamat'la tahayyül ve dil ile birlikte başka bir âleme götürüyor okurunu. Tiamat: Dilden yapılmış bir evren, haberler veriyor eski denizlerden… Denizin altında dünyanın sesini boğuk boğuk duyarken bir damla bile su yutturmuyor okura İhsan Oktay Anar. Bu yüzden bir telsizden duyacaksınız kitabın adını. O an neden bu ismi aldığını ve sonra neye benzediğini tahayyül edeceksiniz Tiamat'ın. Önceki kitaplarını da anımsayarak... Amat'ı, Kitab-ül Hiyel'i. Tarih belli elbette ama aslında her şey mitolojik unsurlarla, öğelerle alıyor asıl biçimini. Çünkü tarih olgusu henüz yokken mitoloji ve efsaneler vardı. Bugün bir bakıma tarih de edebiyat da bu yüzden genel hatları daha net bir biçimde var olmadı mı zaten?
İnsanın karaya ilk inişi gibiydi ilk kitabı. Sıralı okunursa kitapları kendi tarihi kronolojisini oluşturmuş bir yazanla karşılaşacak okur. Önce karadan başladı yazmaya. Sonra kıyıları yazdı ve denize indi Kitab-ül Hiyel'deki gibi. Bir denizaltının yapımına tanıklık ettiğimiz kitap bir padişahın karşı karşıya geldiği ölüm anından çok daha çekici bir içeriğe sahipti benim için. Metni yazanın metni yazma biçimini belirleyen şeylerden biri elbette ki metne konu olan aracın yapımına dair dönemin de ayrıntılı bir biçimde anlatılıyor olmasıdır. Fakat yazar ne bir tarihçi ne de bir mühendis. Fakat tarihten beslenen yazar tarihi başka biçimlerde okuma ve gerçek tarihi okumaya doğru da çağrılarda bulunan romanlar koydu ortaya daima. İnsanda gerçeğe dair en ufak bir şüphe yahut bir ilgi kıpırtısı yaratabilmek bile tarih bilincinin gelişmesine faydalıdır. Çünkü tekrar etmek gerekirse İnanmayı değil, bilmeyi tercih etmek hayati manada önemlidir. Sadece bu bile cehalet mutluluktur argümanını kaldırıp atmaya yeterlidir. İnanırsanız size herkes yön verebilir. Fakat bilmek isterseniz kendi yolunuzu kendiniz belirlersiniz. Böylece hatalarınız da size ait bir şey olur, başarılarınız da, bu bile yeryüzündeki savaşları önlemede bireysel de olsa bir ilk adım olur.
İhsan Oktay Anar bir tarihçi ya da mühendis olsaydı bile aynı zamanda betimlemedeki güzelliği bu denli metne yerleştirebilir miydi peki? Yani bu roman sadece tarih ya da teknik bilgiden ibaret bir metin olarak mı çıkardı karşımıza? Belki de... İhsan Oktay Anar'ın tarihle ve yazdığı her şeyi şekillendirirken ve dili dahi yeniden biçimlendirirken edebiyat ve felsefe karşımı gizli bir özelliği var metinlerinin. Sadece edebiyat bir şeyi ifade etmede çoğunlukla metinsel bir alanken felsefe onun daha da çatallanmasını böylece ayrıntılı ve daha düzenli olmasını da sağlıyor. Felsefe edebi eserlerde mitolojik kaynakları değerlendirebilme olanağı da sağlıyor. Onunla ilgili ve ona dair bilgilere sahipseniz tabii.
Kimi yazanların metinlerine ve metinlerinin sesine kulak tıkamazsanız, o metni yazarken yazıya geçirdiği satırları sesli bir biçimde tekrar ederek mi, yoksa içinden konuşarak tek seferde mi yazıyor sezebilirsiniz. Tahayyül etmek okuduğunuz metni ayrıca lezzetli bir hale getirir. Kelimeleri zihninizde anlatım biçimiyle görsel bir şölene çevirmek elbette sizin elinizde; bir dönemi film izler gibi okuyabilmek yeteneği zaman makinesiyle tarihte fantastik bir seyahate çıkmak gibidir. Okurken de çünkü yazılmış bir kitabı yeniden sanki onu biz yazıyormuşuz gibi zihnimize alırız. "Eski kelimeler" diye ifade edilen kelimeler içermesine rağmen. Ayrıca söylemek gerekirse -bana göre- eski kelime yoktur. Anlamını bilmediğiniz kelimelerin -Anar'ın kullandığı kelimeler hâlâ güncel sayılır, eğer zaten sürekli okuyan biriyseniz, telaffuzu kolay kelimelerdir de- cümle içinde zaten aslında ne anlama geldiğini anlarsınız. Mühendis, denizci, tarihçi olmaya gerek yok ki. İnsanlar anlamlarını bilmedikleri kelimelerle karşılaştıklarında bunu bir kusur, bir dil problemi gibi aktarabilirler. Bu dilin değil, dilini bilmeyenlerin problemi. Yani aslında kelimeler eski değil, insanlar yeni ve 'yeni insan'ın bence 'bilmeyen' gibi bir anlamı olmalı. Çünkü insan bilmediği her şeyi öğrenebiliyor olmasıyla 'muktedir' ve ünlü. Eleştirmek yerine bence de öğrenmeli. Bilmek de bilmemek de bir tercih olduğuna göre bu yazarın değil, okurun mahreminde dilinin geleceğiyle de ilgili bir problem. Yani bir kitabı okumaya ondan kusur aramada sefere çıkar gibi okumaya başlayanlar, 'kusur'un kelime anlamını öğrenerek işe başlayabilirler.
Tiamat'ın eril mi yoksa dişil bir nesne mi ya da başka bir şey mi olduğu konusunda da çok sözler etmeye gerek yok doğrusu. Evrenin bir anlık bir kaosla meydana geldiğini biliyoruz, aslında insanın da. Evrenin kedisi dişil ve doğurgan, tıpkı kaos gibi. O halde zaten kaosu içeren her şey de dişil ve doğurgan değil midir? Bu tanımlamalara bakarak "kadın"ı ve "kadınlığı" nasıl tanımladığımız da tahayyül ettiğimiz de çok önemli değil bence. "İhsan Oktay Anar'ın kitaplarında neden kadın yok?" sorusunun yanıtı belki de pek çok kadın yazarın kitaplarında ve dizilerde yer edinen sözüm ona "erkek" karakterlerde aramak gerek belki de... Çünkü hakkını yememek için yiğidi ille de öldürmek gerekmemeli. Güneşin kalbindeki büyük patlamadan sonra Habil ile Kabil'in akıbetini de anımsarsak eğer. Her şey dünya soğumaya başladığında bir dalganın karaya vurmasıyla başlamıyor muydu zaten? Tiamat da böyle başlıyor, çoğalarak, çoğaltarak:
Soğuk ve karanlık dipler boş ve anlamsızdı. Kadim batıklarda ölü denizcilerin kıpır kıpır yakamozlu ruhları, yakarırcasına kolları yukarıda, yosunlar gibi akıntıda kıvrılıp kıvranarak salınıyor, zeminde çürümüş leş katmanından ölümün nabzı gibi tek tük atan kabarcıklar tıp tıp koparak yükseliyordu.
Tiamat bir savaş romanı. Tabii ki güzellikten, ılıman bir coğrafyadan cennet vaat eder gibi sözler ederek başlayacak değil, ama bu onun kötücüle yön veren bir başlangıç yarattığını da ileri sürmeye yetmez. Savaş karşıtı bir okur olarak kitabın muhtevasını ortaya koyarken savaşın amacını mı yoksa sonuçlarını mı dikkate almak gerektiği konusunda tabii ki ikinci seçenekten yana olacağım. Zaten okuyanlar da görecek ki karakterlerin mizacı, ruh halleri, tipolojileri de bu yönde vücut bulmuş metinde.
Kitabın sonlarında öyle bir yer var ki orada batmış bir denizatı hikâyesini anımsayacak olanlar şu türküyü mırıldanırken bulacaklar kendilerini: Ah bir taş ver cigaramı yakayım / sen sallan gel ben boyuna bakayım / uzun olur gemilerin direği / ah çatal olur efelerin yüreği… O atmosferde insanın ruh hallerini görmek-gösterebilmek elbette amaçlardan çok sonuçların konusudur. Tıpkı şu cümleleri içeriyor olması gibi: Akıl, hayatı sürdürme kabiliyetine denir. Biz askeriz, hayatta olmamız önem taşımaz, yakılacak mermiyiz.
Savaş romanları okurken okurun savaş ortamından çok askerlerin ruh hallerinin gelecekteki insanlarda nasıl ortaya çıkacağını görmesi için de gereklidir. Dünyanın aldığı yeni şekillerde bunlar da etkili savaş stratejilerinin bir parçası olmuştur hep. Çünkü savaş bir kere başlar ve hep sürer. Geçmişte başlamış savaşların bugün de başka biçimler ve yöntemler değiştirerek devam ediyor olması gibi.
Tiamat, içinde "şiir" sadece bir kelime olarak var diye bile okunacak bir kitap. Tiamat, yalnızca ismiyle bile okurunu Antik Babil'i, Mezopotamya mitolojisini, Sümerleri, cihan harbini, Osmanlı donanmasının tarihini ve insanın varlığıyla varlık bulan her şeyi okumak için de ayrıca bir çağrı olarak vücut bulmuş bir kitap. Böyle bir roman yazmış olmak için değil belki, ama yeniden yaratılış mümkün olsaydı bir başka evrende inanmayı değil, bilmeyi tercih eden biri olarak doğmuş olmak için İhsan Oktay Anar olmak isterdim.