arşimet kalbim bu dünyayı kaldırmıyor artık
su insanı boğabilir bu da bir keramet
suya üfle bana üfle dağılsın bu tuz
dinlen nemlen ve küflen artık
arşimet bak burada bekliyorum boğuluyorum
kandırılmanın kuvvetine yetişemiyorum
Hayattan ve hayatta olmaktan elimi eteğimi çekmeye karar verdiğim o geçmiş gün, anlamlı olan her şeyden uzaklaştığımda bile isteye, şunu hissettim-şunu gördüm: Uğruna acı çekmeye katlanabileceğim her şey de benden uzaklaşıyordu. Ben ve her şey, karşılıklı olarak anlamını yitiriyordu. Ben ve her şey, anlam kaybından yitiyordu. Masaya çöktüğümde en sevdiğim çorbanın tadı, kokusu, üstünde tüten buhuru bile. Dünya ile perdeler arasında gördüğünü kavrayamayan gözlere benziyordu bütün pencereler. Ruhu ışık almayanın ne işi olurdu ki güneşle? İçimde bir şey hızla tuz buz oluyor, “Ah” diye iç çektiğimde benimle birlikte toz olup savruluyordu. Sanki bir duvarın üzerinde çürümüş bir meyvenin küfünü rüzgâr alıp götürüyordu. Uçup giden küfle birlikte bütün gövdesi de yavaş yavaş çözülüyor, siliniyordu yeryüzünden. Zamanın ve oda sıcaklığının yıprattığı fotoğraflar gibi. Oysa çürümüş bir gövdeden geriye yeniden yeşermenin tohumları kalır. Her şey bir yeşil yaprağın gövdeden ilk ayrıldığı anda yeniden başlar. Bunun için suyun gövdeye yürümesi gerek. Suyu gövdeye çağıracak o derin nefesi bir kez daha alıp vermek gerek. İnsan bu küçük, önemli ayrıntıyı her şeyi bir anda içine alan o kısacık zamanlarda fark edemiyor. Çünkü sabır yeterince demlenmedikçe insanı kendini öldürmeye kadar götürebiliyor. Yaşam gayesini, arzusunu yitiren hayatını yitiriyor. Yakılmasa, gömülmese de olur. Ölüm, ölümdür bunu gördüm ben. Bunu yaşadım. Çevremizde dönüyor sandığımız her şeyin çevresinde dönen biziz çünkü. Bizim dışımızda her şeyin sabit olduğunu, durma isteğine boyun eğdiğimizde, yani durduğumuzda görebiliyoruz sadece.
Durmanın, durmayan bir şey olduğunu bilmeyenler yeniden hareket etmek istediklerinde bunu çoğu zaman başaramazlar. Başaranlarsa bazılarımız gibi göğüslerinde bir kurşun izi, boyunlarında bir ip, ruhlarında bir leke taşırlar. Üstelik tuhaf da bir kokuları vardır, sanki bin yıllık bir lahitten çıkmış gibi bir koku. Bazılarını çeker, bazılarını iter. Sanki çıkmak istedikleri kapının koluna takılmış da yırtılmış gibi hırkalarının bir yanı. Öylece asılı kalırlar boşlukta, boşlukla da uyumlu. Bunu tecrübe edenler için iz taşıyor olmak geri kalan hayat boyunca bazen bir vebalı gibi karşılık bulmak olsa da, tecrübe ve edimler edinmiş herkes gibi sırf “ölmesinler, yaşasınlar” diye kendilerini başkalarına siper etmeye adarlar. Çünkü bir başkasının yok olmasına, kendini yok etmesine gönlü razı olanın gönlüyle aklı arasında bir yol yoktur. Fedakârlık ne kan bağı ne de gönül bağı gerektirmez, yalnızca insanın iyiliğini düşünen biri için. Bu hümanist yaklaşımdan daha da hümanist bir yaklaşım. Acıyı tatmış olmanın insanda geliştirdiği bir şey sanırım. Gerçek acıyı tatmış birinin bir daha başka hiçbir şeyin tadını alamadığı hakikati yüzünden. Ölecek, ölmek üzere olan bir insanın içinde kalmış bir ukdenin bir anda birden bütün yakıcılığıyla parıldadığını ama onun için artık çok geç kalındığını görmüş, görebilen biri anlar ancak bunu. Viktor Frankl gibi.
‘Ölümden dönmek’ diye bir şey var yani. Ölmeye yatanları yeniden diriltmek. Oğlunu savaşın bir oyun olduğuna ikna eden bir adamın hayatını anlatan Hayat Güzeldir filmindeki gibi. Ölüme rağmen iyi nedenler bulmak yaşamak ve yaşatmak için. Logoterapi! Bunun için ruh hekimi olmak da gerekmiyor; insan olmak, insan okuyabiliyor olmak, halden anlamak kâfi. Bu, iki sıradan insan arasında ayaküstü bir sohbette bile üstesinden gelinmesi en zor durumlarda aklı başında nedenler üzerine bir konuşma olarak bile yaşamı sürdürmeye bir davet. Bütün kötü şeylere rağmen iyi nedenlerin yaşamı sürdürmek için yaratacağı nedenlere tutunmak gerektiğinin çok da zor olmadığını gösteren bir yöntem. Bunun için başkalarından sevgi sözcükleri duymaya gerek yok. İnsanın sevdiği şeyler ya da kişiler için kendi içindeki sevgiyi bir katlanma nedeni haline getirmesi, bunun gerçekten her şeye katlanmaya değecek bir şey olduğunu idrak etmesi yeterli. Kaldırıp elini omzuna koyduğunda bütün gücünü yitirmiş birinin, ona umut vaat ettiğinde, bir sorumluluk aldığını da idrak ediyorsun. Sorumluluk insanı yaşatır. Sorumluluk varoluşu anlamlandırır. Birilerinin yaşamasına neden olduğunda içinde bir şeylerin kıpırdadığını hissedersin -o şey elbette koşulsuz sevgiden başka bir şey değil- bu senin de karşındakinin de yaşama nedeni olur. Böylece her şeye rağmen hayat yaşamaya değmez mi? Elbette değer. Değmeli. Acıyı bal eylemeli.
Viktor Frankl, nörolog psikiyatr. Fakat her şeyden önce yaşadığı hayatı, var olduğu dönemi, çektiği acıları zihnen, bedenen ve ruhen de bizzat tecrübe etmiş bir insan. Yaşadığı çağın en karanlık dönemine tanıklık etmiş bir bilim insanı. “Damdan düşenin halinden damdan düşen anlar” gibi bir adam. Kan bağı, gönül bağı fark etmeksizin pek çok yakınını Nazi kamplarında yitirmiş ve oradan -başka hayatlar da kurtulsun diye anlamsızlığın elinden- sağ çıkmayı başarabilmiş ve İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte gelişen teknolojinin önümüze bıraktığı konuşan cihazların birer propaganda silahı olduğunu bir kez daha kanıtlamış bir yazar. Sesler insan zihninde yaratılan frekanslarla insana ve onun duygularına yön veren etkiler yaratırlar. Bunu sadece esir kamplarındaki insanlara yansımasının dışında cephelerdeki askerlere etkilerinde de görürüz ve tabii bugün radyoların, televizyonların karşında gözüne fener tutulmuş gibi birbirlerine donuk ve manasızca bakan insanlarda da. Sesler ve koşullar birbirine paralel olmadığında duygu bozuklukları bir türlü karşılık bulamayan anlamlılığın insanı intihara kadar sürüklediği gerçeğiyle de karşılaştırır bizi. Tıpkı bugün olduğu gibi. Karşılığını bulamamak anlamsız kalmaktır. Çünkü anlam kaybından da ölebilir insan. En çok da bu yüzden birer Nazi kampına dönen evlerinizde televizyonlarda bağıra bağıra konuşan “küçük Hitler” gibi adamları dinlemeyin artık. Size vaat ettikleri sadece hayal kırıklığıdır ve hayal kırıklığı da anlam kaybına neden olur ve öldürür insanı.
Hiçbir şeyin insana sadece iyilik olsun diye inşa edilmediği, sunulmadığı yeryüzünde insanın-insan soyunun maruz kaldığı acıları “neden” çektiğini kendi acı tecrübesiyle dile getirirken 20. Yüzyılın sonraki yüzyıllara özellikle de İkinci Dünya Savaşı’yla başlayan o hikâyenin her okurun kendi yaşam koşulları ve yaşadığı günü, yüzyılı güncellemesiyle daha derin bir algıyla görmesini sağlıyor aslında Frankl. “Düzen” denen işkence tezgâhlarında insan yaşamına nesiller boyu aktarılacak genetik hasarı onarmanın nasıl mümkün olduğunu bir direnç çiçeği gibi kapaklarını açtığınız kitaplarda kavrayın diye. Çünkü etki yaratabilme gücü, beklenilen etkiyi ortaya çıkaracak ‘şey’lerin niteliğiyle ilgilidir. Etkin olanın öz yapısı bir canlı varlığın (bu elbette bir nesne de olabilir, çünkü nesnenin de bir ruhu var hep söylerim) eylemlerinin toplamıdır. Bu eylemler de onun yarattığı etkilerden ibarettir. Bir fotoğraf gibi elbette kitaplar da bu etkiyi yaratan şeyler arasında yer alır. Siz çekilmiş bir fotoğrafa ya da yazılmış bir metne dondurulmuş bir ‘şey’e bakar gibi bakarsınız ama onu canlandıran şey zihninizdir ve aslında aynı zamanda zihninizi canlandıran ‘şey’ de odur. Ona bakmanızı, onu sorgulamanızı, onu yorumlamanızı sağlayan “neden”le tanıştırır bu sizi. ‘Neden’ yıkıcı ve yapıcıdır da aynı zamanda. Sorunun ya da yeninden başlamanın kaynağını gösterir insana. Etkin olmanın gücünü ortaya çıkaran da budur. ‘Neden’lerin kuvveti ve çekimi onlara verdiğiniz, yüklediğiniz anlamlarla sürdürülebilir biçimleri alır. Bu yüzden hayatınızı ve okuduğunuz kitapları elbette yorumlamanız gerekir. Kitaplar hakkında yazmak onlardan olduğu gibi sözler etmek demek olmamalı. Elbette onu yorumlamalı. Çünkü ancak böylece ona atfettiğimiz anlamları ‘neden’leriyle ortaya çıkarabiliriz. Çünkü onu yorumlamadan bugün bile neyi neden yaşadığımızı açıklayamaz, anlayamayız. Açıklanmayan her şey aynı biçimde sürmeye devam eder. Oysa “Bir uyanık yeter bütün uyuyanları uyandırmaya.”
İnsanın Anlam Arayışı 1942-1945 yılları arasında bir Nazi kampında her gün neredeyse on sekiz saat kazma sallayıp karşılığında hayvanların bile önüne koymaya utanacağımız kadar pis bir kaba konmuş bol sulu bir çorbadan başka hiçbir şey yemesine izin ve olanak sağlanmamış, yaşam motivasyonu her gün gaz odalarında ayakta ölsünler diye birer eşya gibi sevkiyatı yapılan yüzlerce insanın ölümüne seyirci kalarak darbeler almış Frankl’nin “anlam”la ve yaşamı sürdürmekle ilgili nedenlere yer verdiği ve bunu büyük bir soğukkanlılıkla yorumladığı kitaplarından biri. Bu kitap pek çok dile çevrilmiş, belki de dünyayı enine boyuna birkaç kez bu biçimde dönmeyi başarmış bir kitap olmasına rağmen o günün koşullarını bugünün koşularıyla bağdaştıramayanlar tarafından yeterince anlaşılmamış bir kitap. İkinci Dünya Savaşı bitti ya da , Nazi kampları kapatıldı sanılıyor. Yanılıyorlar. Savaşlar bitmez, sadece onlara verilen isimler ve savaşın nedenleri, gerçekleşme biçimleri değişir. Savaş hiç bitmedi. Bitmeyecek de. İnsan denen “eşref-i mahlûkat” diye tanımlanan ama insanlığın şerefi konusunda iyi olana karşı sadece kendi çıkarını tercih eden aç gözlü, hırslı, kibirli duygular ortadan kalmadıkça. Bütün bunlar yüzünden “dünya yaşanmaz hale gelecek” diye uzayda başka gezegenlerde “yaşam kuracağız” diyenler, siz nereye giderseniz gidin orası sizin kuracağınız, sizin şekiller vereceğiniz bir dünyadan ibaret olacak. Siz insanlar hırsından, kibrinden, aç gözlülüğünden yakasını kurtaramayanlar nereye giderseniz gidin hep cennet vaat edecek ama yeni cennetler satmak için bir öncekini hep yok edeceksiniz. Nazi kampları kapatıldı belki. Kapatıldı mı gerçekten? Bugün dünyanın her yerinde insan kamplaşmaları da bu biçimde çalışmıyor mu? Toplumsal kutuplaşmalar, siyasi partiler, sendikalar, STK’lar vesaire vesaire ve benzeri. Frankl, İnsanın Anlam Arayışı’nda sadece geçmişte yaşadıklarını anlatmıyor. Aynı düzenin başka biçimlerde işte bugün yaşadığımız gibi hep süreceğini söylüyor ve bu yüzden insanın yaşamını kendisi ve sevdikleri, yapmak istedikleri işler için sürdürmesinin nedenlerini keşfetmesini ve tabii bunu nasıl yapacağını da anlatıyor. Kabullenmeyi ama ona boyun eğmemeyi de.
Farklılıklar karşıtlarıyla birbirlerinin var olma nedenleridir, evet doğru. Ama Nazi kamplarında şu vardı, kendilerine karşı olanları imha etmek. Saf kan bir Alman toplumu yaratma ideali yani kendinden olmayanı, kendine karşı sesler çıkaranları yok etmek. Bu düzen ismi, biçimi değişse de var hâlâ. Toplumları yönetenlerin insanları kutuplaştırmaları kendilerine yakın ve kendilerine hizmet edecek yeni sınıflar yaratmaktan başka bir şey değildir ve bu da Nazi kamplarının bir başka biçimidir. Bu, bugün birçok insanın anlamsız ve çaresiz hissedip intihar etmelerinde önemli bir sebeptir. Yaşamının anlamını bütün bunlara karşı bulamayanlar şuna inanmalı: Bütün başarısız girişimler sonunda kusursuz bir başarıyı ortaya koyar. Başarısızlığı tekrar etmek yaşamayı göze almakla o başarısızlığı tekrar etmekle başlar. Tekrarda hayat vardır. Tekrar etmek için kendinize nedenler bulun. Bulamazsanız bana yazın, bana gelin. O ‘neden’i beraber yaratalım. Acıyı bal eyleyelim.