08 Eylül 2024
"Kimse kimseyi küçümseyecek kadar büyük değildir, bilmelisin.
Küçümsediğin her şey için gün gelir, önemsediğin bir bedel ödersin."
15 Temmuz 1932'de Hüseyin Nihal Atsız'ın "Atsız Mecmua'da (15. say.)" Cengiz Han ve Timur üzerine kaleme aldığı yazıda "Türkler ve Moğollar iki kardeş millettir" sözleri elbette doğrudur, ama ayrı ana-babalardan doğma kardeşlerdir bu iki millet. Diğer bütün milletler gibi. Kendini ne kadar ‘Türk' ifade ettiği rivayet edilirse edilsin, Türk olmadığının altını çizerek şunu da kabul etmeliyiz ki, bugün bile hâlâ birçok Türkçünün kendi Tarih akışına mal ettiği, Türk bellediği Cengiz Han, 13. yüzyılda Türk olmamakla beraber Müslümanlar ve Türkler için bir karabasandı. Onun komutanlarından birinin Yiğit Sabutay olması ya da Moğolcanın yanında Türkçe de bilip konuşuyor olması elimizde biyolojik olarak antropolojik bir veri bulunmamasına rağmen sosyolojik ve tarihsel verilere dayandırılan bu gerçeği değiştirmez. Fatih Sultan Mehmet'in çok iyi derece İtalyanca, Farsça konuşup yazabiliyor olması gibi Mustafa Kemal de çok iyi derece Fransızca konuşup yazabilen bir komutandı. Rivayet o ki, doğduğunda elinde bir kan pıhtısıyla doğan Cengiz Han'ın Türklüğünü ispat etmeye çalışanlar onun da bir kurukafacı, kafatasçı, bugünün kavramlarıyla faşist-ırkçı olduğunu es geçerek, ille de bir akrabalık çıkarmak için Timur'un annesi Tekine Hatun'un etnisitesini bile ona dayandırmışlardır. Elbette Cengiz Han Türk olmadığı gibi Timur da aslen değilse bile "tercihen" Moğol'dur. Cengiz Han'dan birkaç kuşak sonra Müslümanlaşmış ve Türklere karışmışlardır. Moğol damadı Timur'dan da "milliyetçilik" konusuna gelecek olursak, Yıldırım Bayezid'e yazdığı mektuplardaki "Rum" ithamı dahi milliyetçiliğin amaçlar doğrultusunda gününe göre nasıl işlediğini gösterir. En ilkel dönemlerde bile "milliyetçilik" de birçok kavram gibi Tarihi anlamda kemikleşmemişken etkisini fermanlarda, mektuplarda, at üstünde ulak ağızlarında göstermiştir.
Irk araştırmalarını merkeze aldığımızda bir "insan bilimi" olarak Antropolojik çalışmalara da konu olan bu liderlerden biri de Timur. Stalin'in emriyle 1941'de mezarı açıldığında Antropolog Gerasimov da onun İslami şekilde yüzünün kıbleye bakıyor olmasından tutun da tipik bir Moğol'un yüz hatlarına sahip olduğunu söylemiştir. Bir insanın tamamen ırkını tespit etmeye çalışmakla onun insan popülâsyonu içindeki yerini tespit etmeye çalışmak arasında uçurumlar var. Söz konusu Antropoloji olunca, "bilim mi bilimsel ırkçılık mı" tartışması da burada yeniden başlar, ama bence gerek yok. Biyoloji tarihi açısından önemliyken sosyal ve siyasi tarih açısından insan ırkını topyekûn yerin dibine sokmakla kalmayıp bilimi de bilim insanlarını da tıpkı atom bombasının üretimi ve kullanımında kötü emellerinde kullanan liderlerin, yönetimlerin sosyosiyasi projelerinin bir parçası olmasıyla insanlığın geleceği bakımdan her geçen gün daha büyük bir tehlike yaratmak yolunda şekillenmiştir. Kafatasçılık, kurukafacılık, bilimsel olmaktan çok uzak kalmış ırkçılığı ve ön yargıları desteklemek amacıyla yanlış ve hatalı yaklaşımlarla var olmuştur. Frenoloji ve kraniometrinin tek başına belirleyebileceği şeyler değiller çünkü bunlar. Yani sadece kırk kişilik bir bölükle Çin sarayına baskın veren büyük Türk kahramanlarından Kürşad'ın kafatası ölçülseydi örneğin yahut kanı tahlil edilseydi, babası Göktürk Hükümdarı Çulluk Kağan ve annesi de bir Çin prensesi olan İ-çenh Hatun'un oğlu daha çok bir Türk mü yoksa Çinli mi çıkacaktı, kim bilir… Onun bir Türk mü yoksa Çinli mi olduğundan daha gerçek olansa "melez" olmasıdır.
İnsan erozyonlarıyla şekil değiştiren dünya gibi insan da elbette değişmiştir, her yeni doğan kuşakla birlikte insan zaten ayrıca değişir. Yani bir insanın kan testleriyle, kafatasçı ölçümlerle ne olduğundan çok kendisini ne olarak ifade ettiği daha önemli. Tıpkı Kürt kökenli ama Türkçü sosyolog Ziya Gökalp gibi… Kendisinin ne olduğunu yine kendi ifade eden bir kimse için bir başkasının ona ne olduğunu söylemesinin ne anlamı olabilir ki zaten? "Macarların büyük atası" olduğunu birçok kaynakta okuduğumuz Attila'nın da Asya'dan gelmiş olması dışında Türk olup olmadığı konusunda tarih Profesörü İlber Ortaylı, "Attila'nın Türk olup olmadığı hakkında elimizde kesin ve net bir kaynak yok" demiştir. Aksini iddia edebilmek için Orhun ya da Göktürkler'den geriye kalan yazıtlar gibi kaynaklara sahip olmamız gerekir. Kimi Avrupalı Türkologlar Hunların Türkçe konuştuğu konusunda deliller elde etmiş olsalar bile bu imparatorluğun hâkimiyetindeki her topluluğun Türk olduğunu varsayamayız. Elbette Türkçe dünyanın en güzel dillerinden biri, ama sanki Türkler bu dili bugün daha iyi öğrenmeli. Ne de olsa bir lisan bir insan… Peki, ama aslında kafatasçılık nasıl başladı? Kelle koparmak bununla ne kadar ilgiliydi? Bütün bunlar antropoloji bilimini evrensel manada ne yönde etkiledi? Vahşet ayrıca tarihsel bir süreç olarak alınsaydı kayıtlara eğer, kelle uçurmakla nam salmış Cengiz Han'la başlar, kellelerden kuleler yapan Timur'la devam ederdi. Kudretin insanda yarattığı acımasızlık kendinden olmayanların başlarını gövdelerinden ayırmakla ortaya çıktı tarih boyunca. İnsan toplumuna bir gözdağı olarak… Moğollar, Karadağlılar böyle yapmışlardır. "Öteki" dediğimiz şey Kavimler Göçü ile ortaya çıkan şeydir de bu yüzden.
Batıl şarktan, vahşi Avrupa'ya birçok dönemde kesilen başların mızraklara takılması, ağaçlara asılması, bir alanda üst üste yığılması da öyle… 19. yüzyılda örneğin, Sırp İsyanları'nda Osmanlı ordusunun kumandanı Hurşid Paşa, öldürülen Sırpların kellelerinin toplanmasını emreder. 950'den fazla bu kellelerin bir kısmı derileri yüzülüp içleri doldurularak ll. Mahmud'a gönderilirken kalan kellelerden kule inşa edilmesi isyancılara başlarına ne geleceğini ima etsin diye bir araya toplanıp sergilenmesi de kafatasçılığa dayanır. Tarih boyunca neredeyse bütün milletler tarih sahnesinde birbirlerini aşağıladıkları, birbirlerini birbirlerinden üstün ya da aşağı gördükleri için karşı karşıya gelmişlerdir. Yani Sırpların bu satırlarda "isyancı" olduklarını belirtmek bile bazıları için kâfi gelmeyeceğinden ve her dönemi kendi koşulları içinde değerlendirmekten kendini muaf kılarak fanatik duygulara kapılacaklar için her yeni hamlenin bir önceki hamleden kaynaklandığının altını çizmek gerekebilir. 15. ve 16. yüzyıllarda Müslümanlığı benimseyen Boşnakların da faşist bir dönemi olmuş ve bu dönemde bağımsızlığı boyunca Sırplarla ayrıca mücadele eden Boşnaklar, faşist dönemde Faşist Ustaşa hareketinin Boşnak ordusuyla giriştiği sıkı işbirliğiyle 1941-45 yılları arasında 750 bin Sırp, 60 bin Yahudi ve 26 bin Çingene'yi öldürmüştür. Yani Sırpların zulmettiği kadar zulme uğradığını söylemek taraflılık anlamına gelmeyeceği gibi şahsen Aliya İzzetbegoviç'e duyduğum hayranlığa da halel getirmez ki, İzzetbegoviç bu dönemi saklanarak geçirmiştir.
Yirminci yüzyılın hemen başlarında antropologlar, insanlığın kendisine ilişkin istatistiksel çıkarımlarda bulunmak üzere insan nüfusu ve yığınlar üzerinden (her türlü canlı varlıkların tümü için geçerliyken) ırkçı açıdan kategorize etmek amacıyla kafatası indeksi üzerinden insanların kafataslarını ölü diri fark etmeksizin ölçmüş, Avrupalı "ari ırk" ve "üstün ırk" ideolojilerine yaslanan aşırı milliyetçilik gibi ideolojilere kaynaklar yaratırken görünürde bilimsel, ama özünde "bilimsel ırkçı tasnif" hareketlere alet olmuştur. Bilimin de bilim insanlarının da bir şekilde ikna edildiği yahut devlet eliyle zorlanarak ırkçılığa hizmet çalışmalarına dair söylenmesi gereken şeyi yine bir evrimsel biyolog ve bilim tarihçisi olan Stephan Jay Gould bir söyleşisinde şöyle itiraf eder, "Kendi bilim dalımın tarihi konusunda pek konuşmamayı tercih ederim; çünkü mahcup olurdum ve utanırdım."
Antropoloji için Eric Wolf'un yaptığı, "İnsani bilimlerin en bilimseli ve bilimlerin en insanisi" tanımlamasının arkasında yatan şeyler insanın uydurduğu şeyler arasında tarihin de insanlığa değil, bir grup insana göre yazılıp şekillendiğini gösteren cümlelerden biri olmuştur… Sorun sosyolojide, tarihte ya da antropolojide miydi, yoksa sosyologlarda, tarihçilerde, antropologlarda mı? Aslında sorun, sınırları belirleyen olayları stratejik olarak sosyoekonomik ve kültürel bağlamda kontrol altında tutmaya çalışanlardaydı. Zaman çok da hızlı akıp giden bir şey olmadığı halde insan çok az zaman dünyada bulunuyor diye belki de her şey gibi tarih de, cumhuriyet de aceleye gelmiş gibi vücut bulmuştur bu coğrafyada. Burada ne demek istediğimi Sevan Nişanyan'ın "Yanlış Cumhuriyet" adlı kitabı yanıtlayacak niteliktedir nitekim. Hem komiktir hem de çok trajik, çok da medeni olmayan "Medeni Bilgiler" kitabı da böylece neşrolmuştur mesela. "Bu dönemde Türk olmadığı için kafası gövdesinden koparılan çok vaka yoktur" demek kesinlik içermemekle birlikte şapka devrimine karşı çıkanların idam edilmesini de kafatasçılık diye nitelerim şahsen. Zira kafatası ölçümlerinin Türklük-Türkçülük iddiasına hizmet ettiği bu yıllarda yapılan ölçümler için düşüncelerine değil, ama yaşına hürmet duyduğum ve "Ulus olmak sınıf atlamaktır" da diyen şair-çevirmen Özdemir İnce, "Cumhuriyet'in Üç Fedaisi" adlı kitabında bu ölçümlerin insanlara uygun şapka üretimi için yapıldığını kaleme almıştır. Yani savaş görmüş bir memleketin insanları için memurlar başta olmak üzere, en gerekli şey her şeyden önce "bir şapka mıymış?" düşüncesini kolayca idrak etmek mümkün olmasa da.
Daha sonra Profesör olan ve Mustafa Kemal'in manevi kızı Afet İnan'ın Fransızların hazırladığı bir ders kitabında karşılaştığı Türklerin "barbar" olarak ifade edilişinden rahatsız olduğunu dile getirmesi ve bunu Paşa'ya iletmesinden sonra resmen başlayan kafatası ölçümlerinin ve hazırlanan "Medeni Bilgiler" kitabının da insanlara uygun ölçülerde şapka üretilmesi için hazırlandığına biraz daha millileşirsek ikna da olacağız ama... "Medeni Bilgiler" kitabının 1930'larda müfredatlarda "bir medeniyet nasıl olur" derslerinden çok, "otoriter baskıcı bir ulus nasıl olunur"un uygulanmaya çalışıldığı metotlar içeriyor olmasına da bir şapka uyduracağız tabii. Yani İnce'nin bu ifadelerine bakılırsa, toplumun o döneminde de halk sorgulamıyormuş anlaşılan pek çok şeyi, bugün de olduğu gibi. Oysa Abdülhamit zamanında bile bir önceki padişahların yarattığı koşullara bakıp Abdülhamit'in dönemini sorgulayan bir kesim yüzünden tarih kitapları sansürlenmiştir. Kafatası ölçmenin antropoloji bilimiyle ilişkisi üzerinden maskelenmiş bir hareketle insanları mezarlarında bile rahat bırakmayan bu çalışma hakkında rahmetli Zafer Toprak'ın, "Darvin'den Dersime Cumhuriyet ve Antropoloji" adlı kitabında, ölçüm heyetinde de yer alan aynı zamanda bir hekim -ki sanırım Hipokrat yeminini çok da yürekten etmemiş olmalı- akademisyen de olan Şevket Aziz Kansu'nun ölçümler neticesinde, Avrupa'nın üstün ırklarından sayılan Fransızlarla Türklerin kafataslarının aynı olduğunu aktarırken tam olarak, Türkler için ders kitaplarında "barbar toplum" diyen Fransızlara, "aynıyız" mı demek istiyordu, bir medeniyet yarışındaymış gibi yoksa gerçekten de bir antropolog gibi mi değerlendiriyordu meseleyi, muğlâk!
İşin aslı antropoloji perdesi altında ideologların, siyasal, toplumsal, düşün-bilimsel bir öğreti yaratmaya çalışarak Avrupalı milletler arasında Türklüğün yeniden dizgilenmesine katkıda bulunuyorlardı; ama yol, yordam, yöntem yanlıştı. Bu dönem tek particiliğin de altın bir dönemi olarak aydınların, yazarların da ödev konusu "milliyetçiliğin aşılanması" olmuştu, ama Osmanlı'nın son dönemlerini yaşamış birçok aydın için İslamcılık, ümmetçilik, ırkçılık gibi hareketlere engel olduğundan hafif dozda milliyetçikle sınırlı kalırken daha ileri tarihlerde Hüseyin Nihal Atsız gibi ideolog şairler bu işi fazlasıyla abartacak ve tam anlamıyla ırkçılığa vardıracaklardı. Öyle de oldu.
Dini felsefi ve Türkçü ideoloji ile ömrünü eylemiş edebiyatçılar arasında Necip Fazıl Kısakürek, Sâmiha Ayverdi gibi isimlerden mevzu "din" olduğunda keskin bir biçimde ayrılan bir şair, Hüseyin Nihal Atsız. Ateşli bir antikomünist olmasına rağmen "Tabutluk" günlerinden sonra yaşadığı çelişkili günlerde aynı cezaya çarptırılmış komünistlerin işkencelerden yükselen seslerini hatırlayıp sessizliğe bürünmesi onun cezası olmuştur. Atsız, her ne kadar "milliyetçi" olarak nitelense de söz konusu "milliyetçilik" olduğunda, neredeyse yoluna baş koyduğu, Ziya Gökalp'ten de keskin bir biçimde ayrılır. Onun devamı olabileceği isim elbette aşırı milliyetçilik tezlerine dayanarak ırkçı görüşlerini ortaya koyan Yusuf Akçura'dır. Akçura, ırkçılığı bir kavram olarak da kullanan ilk isimlerden biri olmuştur. Ziya Gökalp'in ortaya koyduğu teori ile Türk milliyetçiliği daha önceki yıllarda derin toplumsal buhranlara neden olan din, mezhep ve ırk ayrılıkları savaşını ortadan kaldırmış ve ortak kültüre dayanan bir toplum ve toplumsal alan inşa etmişken, Atsız bu konuda çok daha ileriye gitmiş uzlaşmanın bütün yollarını saldırgan, yayılmacı ve 1960-1970 yıllarındaysa giderek militanlaşan karakteriyle tıkamıştır. Milliyetçiliğin bile bir görüş olarak toprak bütünlüğü ve kültür konusunda sadece üstün bir tek ırka ait olduğu konusunda hırçın fikirlerini ortaya koymaktan da hiç çekinmemiştir. Konuşurken daha ılımlı, esprili bir dile sahipken yazarken yıkıcı bir politikayı benimsemiştir.
Atsız'ın 20. yüzyılın destancıları ve şairleri arasında önemli bir yeri var kuşkusuz. Fakat onun "milliyetçilik" tanımı ebetteki Ziya Gökalp'in "milliyetçilik" tanımıyla uyuşan bir "milliyetçilik" değildir. Mikro ve parçalayıcı bir yaklaşıma sahip oluşunu Hitler hayranlığına da bağlamak mümkün. Öyle ki, Atsız'ın milliyetçiliği "milliyetçilik" değil, tam anlamıyla ırkçılıktır. Öte yandan Atsız'ın Hitler ve onun politikalarına yaklaşımı da çelişkilerle doludur. Atsız'ın çelişkili hallerinin manevi oğlu olduğu siyasetçi Rıza Nur'un bir zamanlar Mustafa Kemal'i överken yurt dışında yaşamaya başladığında kaleme aldığı "Hayat ve Hatıratım" adlı eseri boyunca iftiralar, hakaretlerde bulunmasına benzer. Yani ortalamamızı belirleyen şeyin genel olarak çevremizdeki insanların ortalaması olduğu 'genel-geçer' olarak da doğrudur. Üstelik Atsız, bütün bunlardan sonra da desteğini esirgememiştir ondan. Aşırı saldırgan ırkçı yaklaşımı kulağa hoş gelen kötü sözler gibi şiirlerinde harikulade heybetli dursa da İslami forma geçiş yapan dönemin MHP'si ile de yollarının ayrılmasına neden olmuştur. Nihal Atsız'ın aşırı milliyetçiliğinin bir bakıma bir zamanlar Türkçü ve yakın arkadaşı olan Sabahattin Ali'nin öldürülmesinde de büyük etkisi olmuştur. Bir kaçış yolu olarak göçe çıktığı yolda öldürülmesinin önemli nedenlerinden biri de Atsız'ın onu teşhirle hedef haline getirmiş olmasıdır. Türkçülükten komünizme doğru yönelen Sabahattin Ali'ye duyduğu öfke müridini kaybeden bir şeyhin öfkesine dönüşmüştür. Ali'nin ölümünden sonra hiçbir kitapta ne ölümü ne de geçmiş hakkında kurduğu yeni bir cümle de olmamıştır. Sigmund Freud'un "Şair hastalığı" diye nitelediği nevrotik ruh halinin de bir çıktısı sayılacak derece paranoid bir biçimde Ali'nin "İçimizdeki Şeytan" adlı romanında yarattığı "Nihat" karakterinin "Nihal" olduğunu öne sürerek, "İçimizdeki Şeytanlar" başlığıyla yayınladığı tehdit ve hakaret dolu bir mektupla da kitlesine ve milliyetçilere bunu kendince ispatlamış sayacaktı… Atsız'ın milliyetçiliği, herkesin aşağı ırk, yalnızca Türklerin üstün ırk olduğunu iddia etmekle herkesin bir milletten olduğunu kabullenip herkesi eşit saymak arasında kapanmaz bir uçurum olsa da kabullenemediği şey komünistlerin de milli duygularının ve ülkülerinin olduğuydu elbette. Zira bir edebi figür de olan ‘Kürşad' Nihal Atsız'ın "Bozkurtların Ölümü" adlı romanında var olduğu gibi Sabahattin Ali'nin "Esirler" piyesinde de yer almıştı.
20. yüzyılda bile aruz vezniyle yazdığı müthiş şiirleri dışında kafatasçılığı bir ideolog olarak Atsız'ı ayrıca ele aldığımızda ideolog bir karakterin tanımına binaen, "Gerçeklerden uzak olan, gerçekleri dikkate almayan görüş ve düşünceye sahip kimse" olarak onun neden ciddiye alınmayacağının açıklamasıdır. İnsanın fizyolojik gelişimini tarih boyunca izlemek, kayda almak elbette bilimsel adımlar açısından uygunken yeni bir millet yaratmak ve bu milletin ırka dayalı üstünlüğünü diğerlerini "öteki" kılarak dayatmak maksadıyla bunun ayrıca bir eyleme dönüşmüş olması insanlık adına utanç verici çünkü… Bu dönem insanların da hayvanlar gibi ırklara sahip olduğu düşüncesi bilimin bir araştırma alanı olmaktan çok siyasete hizmet eden bir alan olmuştur. Yine bu yıllarda Avrupa'nın tamamını ele geçiren faşizmin ortaya çıkardığı bu durum İtalya, Almanya başta olmak üzere şiddetli toplu ölümleri, soykırımları da hızlandırmıştır. Hitler Almanya'sında Nazilerin başını çektiği Alman soyundan gelmeyen halkların katliyle birlikte komünistler, eşcinseller ve kendileriyle aynı ırktan gelseler bile kendilerine muhalif olan herkesi yok etmişlerdir. Kafatası ölçüleri uyuşsa bile düşüncelerin uyuşmuyor olması da buna bir nedendi. Yani milliyetçilikle ırkçılık arasındaki fark da bu kadar net ve kesindi.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinde ümmetçilikten, Osmanlıcılıktan henüz tam manasıyla sıyrılamamış olan aydınlarına belki de çok şey borçlu bir toplumuz bu yüzden. Dönemin Avrupa ve şarkında şiddetlenen komünizm ve faşist milliyetçi iki kutuplu atmosferi içinde Hitlerin askeri başarılar elde etmesi ırkçılığın milliyetçilik maskesi altında başka ülkelere sıçramasına da neden olmuştu. Dünya dalgalandıkça bunun etkilerini yaşamaya devam da edeceğiz.
Atsız'ın aktivistliği, şairliği, romancılığı, ideolojileri bağlamında kusursuz bir netlik de taşımaz üstelik. Oysa insan çelişkilerinde bile net olmalı. Atsız'ın, cemaatler ve tarikatlar konusunda ettiği sözleri anımsadıkça, cenaze töreninde hocanın, "Nasıl bilirdiniz?" sorusuna, en yüksek sesle, "Bu musalla taşı, Atsız kadar gerçek bir er kişiyi az görmüştür hoca efendi!" diye bağıran ve bütün şahsiyetini ve yaşantı terbiyesini Halvetiyye tarikatının Şabaniyye koluna mensup olmaktan alan yine aynı zamanda bir şair de olan Fethi Gemuhluoğlu ile olan dostluğunu akıllara getirir… Bu dostluğu Sabahattin Ali'den esirgemiştir oysa daha sonraları. Zira dünya görüşü "milliyetçilik, aşırı milliyetçilik" diye nitelense de, Atsız'ın insanlığa bir armağanı olan oğlu Yağmur Atsız da, "Babanız ırkçı mıydı?" sorusuna, "Irkçıydı. ‘Türk soyundan gelenlerle kendini bir Türk kadar Türk hissedenler Türktür' diyor. Kendini Türk hissedenler diyerek, kapıyı kapatmıyor... ‘Ben Türküm diyorsa Türk' diyor. Soya sopa çok baktığı için bunu söylediğine göre ırkçıydı" yanıtıyla bizatihi destekler bunu. Yani Atsız söz konusu olduğunda bile dünya görüşü ırkçılık olan "Rudolf von Sebottenderf'un "yaratıcısı" olduğu Hitler'e hayran" biri için "dervişlik" tanımlaması yapmak, "Yoksulluğu, çile çekmeyi benimsemiş" olmak dışında bir anlama gelmeyecektir. Her sıradan insanın da ayrıca böyle bir yanı vardır zaten. Yan yana durduklarında aralarındaki kavramsal akrabalığa rağmen milliyetçilik ırkçılıktan daha zayıf bir kavramdır. Ezilenlerin de milliyetçiliği göz önüne alındığında elbette ırkçılık ezenlerin milliyetçiliği olarak ondan daha serttir, teoride de pratikte de.
Dil üstündeki hâkimiyeti, toplumsal dini normlara rağmen kurmuş olduğu kendine has kaidelere de aynı zamanda bağlı olduğu derin kültürü ve mükemmel Türkçesi ile yaşadığı çağda ve bugünün de önemli şairlerinden biri olduğu reddedilemez. Nasıl ki ırkçı, faşist birçok lider gibi Hitler'i tarihten silip atma imkanımız yoktur, Atsız'ı da yok saymak gibi bir gücü olmayacak kimsenin. Şiir gibi Tarih de çok ıstırap vericidir bu yüzden. Fakat şiir Tarih ile yan yana geldiğinde daha sahihtir. Çünkü Tarih şiirden daha çok yalan söylenebilen bir alan. Şu çok korkunç bir gerçek olmasına rağmen Atsız'ı iyi bir tarihçi olarak yorumlayanlar onu aslında "Vakayinameler" yayınladığı için değil, birçok kıyım içeren olayları ifade ederken örtülü ifadelerin aksine açıkça soykırımları teşhir ederek ifade etmesidir. Atsız, tarihteki kıyımlara pek çok tarihçi gibi "soykırım" demekten de çekinmemiştir. Bunu dürüstlükle mi ifade edeceğiz yoksa vicdansızlıkla mı orasını bilemem tabii. Fakat şurada durmak gerekir, dururum; aşkın ilk çıkmazında yaralandı diye, kafatası ölçmeye başlamış olması aramızda yeni bir kıta belirecek kadar derin bir uçurum açmıştır onunla. Oysa bir insanın fikirleri dışında kafatası ölçülerini dikkate almak gerekirse, önce kendi ölçüsünü alması gerekmez mi? Nitekim Atsız'ın kafatası ölçümünü de en yakın arkadaşlarından Profesör Reha Oğuz Türkkan, Atsız'ın isteği üzerine ölçmüş ve Türkkan'ın ifadesiyle, "Sonuçlara göre, ‘yeterince Türk' çıkmadı ve çok bozuldu" demiştir. Böylece Atsız da iddiasından vurulanlar arasındaki yerini yadırgasa da almıştır. Atsız'ın savunuları elbette bir çeşit kast sistemini savunmaktan başka bir şey değildi. Irkçılık ne derece bir dünya görüşü sayılırsa artık… Yine de bir şair nasıl anılmak isterse öyle anılmalı. Bugün ulusalcı, milliyetçi genç şairlerin birçoğu bir şairden çok bir "Türk düşünürü" olarak anılmak istiyor, Atsız'a bakıp. Fakat içi boş merhalelerle dolaşmak dilenci tasıyla dolaşmaktan başka bir şey değildir. Hoş, bugün ülkenin içinde bulunduğu bu koşullarda düşünmeyen kim kaldı? Belki de Atsız'ın kendini en iyi ifade edebileceği ve istediği ölçülerde anlaşılacağı dönem bu dönemdi, kim bilir…
Atsız'ı bir şair ve insan olarak değerlendirmek gerektiğinde tutunduğu kavramları çok da yadırgadığımı söyleyemem doğrusu. Faşizmin ve ırkçı faşist komünizmin şiddet üreten iki kutuplu bir dünya yarattığı o günlerde o da elbette kendi tarafını seçecekti ve seçti de. Bu edebiyatı dışında birçok şeye mâl olmuştur. Akademik kariyeri, hayatı, evliliği, çocuklarıyla olan ilişkilerine de yansımış ve çok daha iyi olabilecek birçok şeyin mümkünlerini kırıp atmıştır. "Keşke bir şairden söz ederken sadece şiiri ile ilgili konuşmamızı sağlayacak bir geçmişi olsaydı" diyemem. Yine de en sevdiğim şairlerden biridir, aruzdan aldığı ses benim de şiirlerime sesin bir yankısı olarak yerleşmiştir. Bir şair olarak onu güçlendirmiş ve bende de etkisini göstermiş bir diğer yanı da kimi sevse, nereye yerleşmek istese reddedildiği için yaralanmış olmasıdır. "Geri dönen mektup" bu reddedilişin eseridir. Yaralanmış şairler yaralamayı da iyi bilirler elbette, ama öldürmeyecekseniz, "vurmayın" derim… İnsanın birden ayağa kalkası gelir. Hiçbir şairin dini inancı da hiç kimseyi ilgilendirmez. Bu açıdan onun Müslüman ya da şaman ya da başka bir dine, inanca mensup olması sadece kendisini ve inanç çemberi içindeki varoluşunu bağlar. Yine de oğlu Yağmur Atsız'ın babasının dini inancını merak edenler için bir gazete köşesinde kaleme aldığı şu sözleri es geçmeyeceğim: "Atsız Müslüman olarak tanımlanamazdı, ama Şamanist mamanist de değildi. Onun bu mevzudaki konumunu bence en iyi ‘lâ dînî' olarak tasvir etmek yerinde olur." Atsız'a bir din elbette ki şart değildi, ama içinde insanı tek başına değerli kılacak inançları da olmalıydı. Sadece bu yüzden bile "Tanrı Türkü korusun" dediklerinde, Tanrı Türkü söylesin, kardeş katlini ballandıra ballandıra bir destan gibi anlattığı romandaki "Deli Kurt" gibi Atsız da uyansın, dinlesin. Geçen yıl hakka yürüyen oğlu Yağmur Atsız'ın yazıp Zülfü Livaneli ve Tülay German'ın birlikte söylediği, "Günlerimiz" gibi… Tarih biraz "böylece" yazılıyor, ben üstünkörü geçiyorum.
- "Moğol ve Türklerin Kökenleri ayrı." Prof.Dr. İlber Ortaylı
- http://www.antropoloji.hacettepe.edu.tr/tanitim.shtml
- Halvetiyye tarikatının Şaban-ı Veli'ye nisbet edilen kolu.
- https://www.star.com.tr/pazar/babama-sormayi-ihmal-ettigim-bir-dizi-sual-var-haber-760959/
- https://www.youtube.com/watch?v=5h2N2ibYXx8
- https://www.tamgaturk.com/dr-riza-nur-meselesi-ve-turk-milliyetcilerini-zehirleyen-anilar/11661/
- http://heretik.com.tr/irk-lekesi/
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
Türkiye’deki sorun öne çıkarılan bütün sorunlardan çok daha ileri ahlak ve insani değerler sorunu. Kültür değil, sınıf çatışması. Sermayeyi hangi sınıfın elinde tutacağından kimlerin nerelerde ne koşullarda yaşaması gerektiğine kadar karar verecek iktidar gücünü de elinde bulundurmanın savaşı
Denizde balık, havada kuş ne ise, insan da karada odur. Sâmiha Ayverdi de sadece bir insan, yazan, fikirleri kadar yaşayan bir insan ve fikirlerini sadece “bir tek millet” milliyetçiliğiyle de sınırlı tutan. Fakat bu ciddi ve renkli kişiliğinin yanında bir de inadı var ki, nasıl sevmeyeceksin onu?
En büyüğünden en içerideki küçük bir iç savaşa, evde ellerinde yetiştiğimiz insanların yaşam biçimlerinden, disiplin anlayışlarına kadar şeklini aldıkları düzene itaat edenlerin en gevşek halleriyle bile üzerlerimizde kurmaya çalıştıkları baskı ve sorumluluklarının da ortak bir payda olduğunu “Kaçak Yazarlar”daki birçok yazarın hikâyesinde de görüyoruz
© Tüm hakları saklıdır.