30 Haziran 2024

Şu Gâlip dedikleri, şeyh mi şair mi: Siz hiç âşık gördünüz mü?

Şiirin bir tarihi yokmuş gibi tarih yazmaya girişenlerin yok ettiği misalde takılıp kalmış visale eremeyenler, iradenin elden gidişinin aşk olduğunu nereden bilsinler. Bir anlığına da olsa bir görüntünün içinde belirmek için delirenlerin hakiki olanlarla ne ilgilisi olabilir ki zaten?

Divan Edebiyatı bugün sadece akademik makalelere hapsolmuş çok eski bir şey olarak idrak edilir. Böyle de çok lezzetlidir. Bu yüzyıla da yeni girdik, yani diğer yüzyıllar da çok uzak değil, zaman izafidir. Yunus Emre'nin bir şiirinde, "Adım adım ileri, bu âlemden içeri, / On sekiz bin âlemi gördüm bir dağ içinde" dediği gibi yani… Makalelerin çoğu bir zorunluluk olarak kaleme alındığı için akademik dilin kullanım biçiminden de kaynaklanıyor bu anlaşılmazlığın yarattığı soğukluk. Oysa günümüz Türkçesine çevrilmese de Divan Edebiyatı -13. yüzyıl taklit döneminden 18. yüzyıla kadar bile- şiirleri ilgilisi için elbette anlaşılır bir dile sahip olmuştur hep. Kuşaklar arası ilgisizliğin değil sadece, eğitim sisteminin de mantıksız ve çarpık ideolojik dayatmacılığı kuşaklar ve o kuşakların kültürleri arasında dilleri yabancılaştırmış, bizden öncekilerle aramızdaki bağları koparmıştır. İnsanın bir dile, bir şeye, bir kimseye ilgi göstermesi için onun soyunun devamı olması gerekmiyor. Ömrünce Farsça konuşmuş ve bir gün doğrulup birden ayaklarını yere vurup Bağdat'ın bağrında, "En-el Hakk" dedi diye zındıklıkla suçlanıp derisi yüzülüp darağacına çekilmiş yetmemiş yakılıp külleri Dicle'ye atılmış, Dicle'yi de "Allah! Allah!" diye gürleten dedem Hallâc-ı Mansûr'dan torunu olan ve otuz altı yıl boyunca hüküm sürmüş ve Moğol istilasına geçit vermemiş hayatı boyunca Urduca konuşmuş Hint Kralı Alâeddin'in ana dili Kürtçe olan torunu olmasaydım da ilgilimi çekerdi yine benim. Yani insanlar gibi coğrafyalar ve diller de akrabadır, kimse ayıramaz bizi.

Bir şeyi anlamak için onunla biraz ilgili olmak da kâfi. Birçok insan piyano ya da keman dinlemekten hoşlanırken icra etmesini bilmez, ama bu onların piyano ya da keman çalamayacağı ya da bunlarla icra edilen müzikten bir mana edinemeyecekleri anlamına da gelmez. Divan Edebiyatı da böyledir doğrusu. Bugünün diliyle, tekniğiyle yazıla gelen şiirler de yeterince anlaşılıyor mu sanki? Belki de şairler ne anlattıklarını kendileri de bilmiyorlardır. Yazarken de yaşarken de kendinden öncekileri yok sayan şairlerin de bunda elbette payı var. Bundan dolayı da kutsal kitaplarda dahi şairler ve şiir için söylenen tenkitli sözler doğru olanla yanlış olanın birbirlerinden ayrılmasına dair bir tembihten öteye gitmezler. Doğrusu, başkalarının şiirlerini çalan, taklit eden şairler için bence hâlâ geçerli sözlerdir de onlar. Yarı hayvan olan insanın sezgileriyle de duygularının harekete geçtiği gerçeğini burada da öne sürebiliriz bu yüzden. Sadece sanat yapılan, şiir yazılan bir dil olarak değil, diplomatik bir dil olarak da Osmanlıcayı "dil" olarak kabullenemeyenlerin sembollerin, rakamların ve hatta davranışların dahi kendi çaplarınca bir dil olduğunu bilmekten mahrum anlayışlarını da ayrıca eleştirmiyorum. İnsan, anladığı kadardır zira.

18. yüzyılın ikinci yarısında Divan Edebiyatı'nın son büyük ve en yeni ve yenilikçi şairi olan Şeyh Gâlip Türkçe divanında Farsça şiirler de yazmıştır örneğin. Bir dil bilmek, o dilin başka diller öğrenmeye olanaklar sağladığı faydasından yaralandığımızda kendini ayrıca bir dil olarak gösterir. Öğrendiğiniz, bildiğiniz bir dil başka diller öğrenmede size olanaklar sağlamıyorsa onun zaten ne diyalektik bir varoluşu ne de ifade edişlerde sunacağı bir zenginliği vardır. Yani siz dünyanın en iyi şairi de olsanız dil size dile getirmek istedikleriniz konusunda da hiçbir olanak sağlamayacak, hiçbir kapıyı açmayacaktır. Bir dil ne kadar zenginse şairin aşkınlığı da o kadar arşı titretecek güçte olacaktır. Bu dilin Osmanlıca, Arapça, Farsça, İtalyanca ya da Türkçe olması bunu çok da etkilemeyecektir. Zira şair doğan şair gibi baktığında da okurunu zaten tatmin edecektir ki dil onu kullananlarla ayrıca gelişen de bir şeydir. İş bu noktada şairin kabiliyetine gelince, Divan Edebiyatı'nın altın mutasavvıfı Şeyh Gâlip de verilecek örnekler arasında en müstesna olanıdır. Yazdığı ve konuştuğu dili genişleten, geliştiren, ona kendi halinden kumaşlar biçerken durduğu yeri de hakkınca hak etmiştir.

Sadece şiir söz konusu olduğunda bile banimiz, dâhimiz, gönlümün azizi Şeyh Gâlip 1757'de dünyaya geldiğinde Divan Edebiyatı neredeyse son demlerini yaşamakta ve beş yüz yaşındaydı. Bu büyük miras elbette ancak onun kadar kabiliyetli ve Divan Edebiyatı geleneğine sıkı sıkıya bağlı ve pek az şairin kullandığı "tardiye"yi bile kullanmış bir şaire yar olmalıydı, öyle de oldu. Bugün şiir yazanların ne bilip ne bilmediği konusundan çok bazen ve çoğunlukla günlük meşgalelerden ibaret şiirler yazdıklarını ve şiirlerini yazarken sadece okuruna ağ atarcasına metinler tasarladıklarını inkâr edemeyiz. Divan Edebiyatı'nı zorlayıcı bulanları ayrı tutuyorum, ama ondan bihaber olanları nasıl saymalı ki şairden? Halden hale geçmekten imtina edenler, vezin bilmeyenler, bilmeyi reddedip yeni bir şeyler söylediğini söyleyerek kendini eyleyenler… Şiirin bir tarihi yokmuş gibi tarih yazmaya girişenlerin yok ettiği misalde takılıp kalmış visale eremeyenler iradenin elden gidişinin aşk olduğunu nereden bilsinler. Bir anlığına da olsa bir görüntünün içinde belirmek için delirenlerin hakiki olanlarla ne ilgilisi olabilir ki zaten? Şiirin kıymet-i harbiyesini yitirmesine neden olan da bu değil mi?

Henüz çocukluğunda şiirler yazmaya başlayan Şeyh Gâlip elbette anadan doğma şair ve âşıktır. Siz hiç âşık gördünüz mü? Bir kere çok zeki olurlar. Kısa zamanda öğrenemeyecekleri hiçbir şey yoktur. Maharet duyularının bildiklerini aşmış olmasındadır. Uyumsuz ve fedakâr olmakla da ayrıca nam salarlar. Şeyh Gâlip, yirmi dört yaşında (1780) Divan sahibi olmuş bundan iki yıl sonra "Hüsn-ü Aşk"ı yazmış "güzel" olanın üzerinden "güzel"in ilmini de bilimini de iltifatlara boğmuş hemen o yıllarda çileye çekilmiş ve henüz otuzlu yaşlarında şeyh olmuştur. "Şeyh"lik bugün kulakları tırmalayan bir kelime haline gelse de olur olmaz bilir bilmez herkesin herkese "hocam" dediği şu günlerde çiğnenen lafızlardan çok daha değerli bir hitap olmuştur. Müridi olsaydım birinin, bu kesinlikle ne bilimden ne ilimden bihaber Şeyh Gâlip olsun isterdim. İki taşın arasında ezmeye kalksa beni, "ah" bile demezdim. Değil duvarını yıkmak, o duvarlara elimi bile sürmezdim. Kör sağır olduğumuz Divan Edebiyatı'nın bu büyük şairi bugün şiirlerinde, "şu tekniği kullandım, falanca şairi geçtim" diyenlerden kendi yaşadığı çağda bile o kadar ileri bir şair olmuştur ki, Divan Edebiyatı'nda kendi tarzını kendi haliyle ortaya koymuştur. En kötü şiirleri bile okurken şairlerin haline eğilip bakmam da bu yüzden. Kendini iplik iplik ederken, neymiş ki o derim, içini içinden çıkarmasını söyleyen!

"Hüsn-ü Aşk"ı kaleme alırken kullandığı Sebk-i Hindî'nin de en önemli temsilcilerinden biri olmuştur Şeyh Gâlip. İran'dan Hindistan'a tesir etmiş Sebk-i Hindî akımı Şeyh Gâlip'in tasavvufi mesnevisinde şekle ahenk, ahenge şekil verirken, cevizin kabuğunu işleyen o ilahi el gibi onu sanatkârlığın zirvesine yükseltmiştir. Derinliğini köreltmeden, üslubunu germeden hiç… Mevlânâ'ya hayranlığı dillere pelesenk olan Şeyh Gâlip "Hüsn-ü Aşk"ın Mevlânâ'dan çalıntı olduğunu dile getirenlere dahi şu incelikle yanıt veren de bir şairdir, "Esrârını Mesnevi'den aldım / Çaldımsa da mîrî malı çaldım / Fehmetmeğe sen de himmet eyle / Ol gevheri bul da sirkat eyle." Şeyh Gâlip her ne kadar "Şiir nedir, ne değildir?" tenkitli yaklaşımıyla çağdaşı olan şairleri de eleştirdiği "Hüsn-ü Aşk"la öne çıksa da çok defa kaside ve gazelleriyle de tek başına çok güçlüdür. Bizim şairane kudretini bilmekten kaçtığımız Şeyh Gâlip'in "Bir şu'lesi var ki şem-cânın / Fânûsuna sığmaz âsmânın / Bu sîne-i berk-âşiyânın / Sînâ dahi görmemiş nişânın / Efrûhte-i inâyetindir" satırlarını duyduğunda hayranlığını dile getiren büyük Rus şair Mayakovski'den de onun şiirlerinin ne kadar güçlü olduğunu ayrıca dinlemek şansına nail olabilseydik keşke.

İnsanımızın sosyolojik bakış yerine çıkarına göre taktığı gözlüklerle gördüğü şey elbette günün siyasi literatürün yarattığı da bir şeydir. Şairler devirlerini yöneten yöneticileri dahi etkilerler ve bazen onlara da benzerler. Tıpkı işgüzar Bayram Paşa'nın girişimleriyle Nefi'yi boğduran ve henüz otuzlarına varmamış kardeşi Şehzade Kasım'ı boğdurduğu odada siroz hastalığından ölen IV. Murat'la (tütün ve kahveyi yasaklamakla meşhur) öfkede, yıkımda, tenkitte, Nefi'nin babasına ve IV.Murat'ın da annesi Kösem Sultan'a benzer bir nefret duyması gibi Şeyh Gâlip de III. Selim gibi dirayetli, hüzünlü, yenilikçi ve aile hayatında biriciklerdi. Mevlevi şeyhi bir şair olması elbette bu farkı da yaratan bir unsur olmuştu. Nefi gibiler bugün de hâlâ aramızda ve belki ben de onlardan biriyim, ama nerde şimdi Şeyh Gâlip gibisi…

Sebk-i Hindî tarzında yazdığı ve neredeyse şiirlerinin tamamını kapalı addedenlerin öğrenmeye kapalı yaklaşımları dışında elbette şiirlerini "ağır" getiren şey, onun yoğun hayal gücü olmuştur. Oysa Şeyh Galip "saf ve sade şiir"i sembolistlerden çok daha önce ele geçirmişti. "Hayal gücü yoğunluğu" ifadesi Şeyh Gâlip'in gerçeklerden koptuğu anlamından çok kendi gerçeğini bulmuş olduğu anlamına gelir sadece. Çocukluğumda bir ayet okumuştum, "Uyuturuz rüya gösteririz, uyandırırız rüyalarda gezdiririz" gibi bir meali vardı. Doğuda ya da batıda, gözlerine gam perdesi inen şairler her devirde böyle yaşamışlardır. Buna melankoli de diyebiliriz, mâl-i hülyâ yahut kara sevda bile. Bu şairlerde şiirin bir ilham ve hatta vahiy gibi gelişine neden olur, ama şu da var ki, "Vahiy alan değil şiir öğretilen ona." Perde perde bir yalnızlığın kendiliklerini kendilerinden aldığı başka âlemlerde dolaşmanın da yarattığı tılsımın dillerine yansıması olmuştur bu. Uyumuş rüya görmüş, uyanmış rüyalarda dolaşmışlardır. "Felekler ve Yıldızlar"ı kaleme alan Muhyiddin İbn'ül Arabî'nin kozmolojik yaklaşımıyla da bu âlemleri açıklamak mümkün elbette. Bu kevr-ü mekânın yapısı da insanın anatomisi de bilimsel olarak da çok uygun buna. Jung'un kişisel bilinçdışından ayrı tuttuğu analitik olan ve "bireylerin atalarından miras kalan kalıtımsal davranış kalıpları, ırktan ırka ve soydan soya geçen kalıtımsal davranış özellikleri"ne dair ortaya koyduğu "Kolektif Bilinçdışı" yaklaşımı ya da Mevlânâ'nın "Gönül Âlemi" dediği gibi bir âlem. Misal âleminin görüntüler âlemi olduğu konusunda Palton'un, "Her şeyin ve kavramların aslının ve hakikatinin bulunduğu bir âlemdir ve dünyadaki duygusal deneyimimize layık olan her şey, bu gök-sel gerçeklerin mecazı, kopyası ya da temsilidir" dediği "idealar âlemi" ile de aynıdır.

Şeyh Gâlip aldığı eğitimin ona açtığı yollarda da çokça çile çekmiştir, bugün "entelektüel krizi" diye ifade ettiğimiz buhranlı yıllara erken yaşlarda götürmüştür bu onu. Bu öyle bir buhrandır ki, şairliği şeyhliğini geride bıraktığı gibi şairliği de halinin enkazı altında kalmıştır. Çile günleri ve sonrasında tek bir satır dahi şiir yazmamıştır. En büyük şairleri dünya çapında bir şair yapan da budur. O buhran perdesinin altında tutulmuş olmaları kara sevdaya. Nesnelerden kurtulmuş, misalden sakınmış, kendini geçmiş, kavuşmak istediği visal uğruna canından dahi geçmiştir. Hani ne aradığımızı bilmediğimizi sandığımızda bile bir şeye yahut bir kimseye kavuşmak isteriz de kavuşamayız ya, Şeyh Gâlip bu uğurda Konya'ya gitmiş bin bir gün bir hücrede bu kavuşmaya sabır getirirken bitap düşmüştür. Anadan doğma şair olmanın ona bir lütuf mu, yoksa bir ceza mı olduğu konusunda hiçbir zaman net bir şey söylemeyeceğiz, ama bileceğiz ki bahsi açıldığında ilahi aşkın Leyla'ya baka baka Mevla'ya varanlar için birçokları, "Her türlü aşkın cinsel içtepi" olduğunu söyleyen Schopenhauer gibi düşünse de "Gâlibi dîvâneyim, Ferhâd-u Mecnûna salâ" diyen Şeyh Gâlip'in deliliği de veliliği de geride bıraktığını söyleyebilirim sadece. Şeyh mürit, usta çırak neyse ne, hem cins olsun ya da olmasın iki insan arasındaki böyle bir muhabbeti başka türlü yorumlamak isteyenler için adab-ı muaşeret eli sopalı bir mürebbiye olsun isterim. En sevdiğim şiirlerinden birinde, "Sevdim seni" diyen şu Gâlip, şeyh mi şair mi bilemem. Çünkü delilik divanelik değildir, delilikten geçmeyenler divanelik nedir, ne bilir! Biz de şiirler yazdık amma böyle de güzel yetişmedik… Siz hiç âşık gördünüz mü? Şeyh Gâlip hâlâ öldüğü yaşta doğduğu yer İstanbul'da.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Tanrı türkü söylesin, "Deli Kurt" Atsız da dinlesin

Atsız'ın 20. yüzyılın destancıları ve şairleri arasında önemli bir yeri var kuşkusuz. Fakat onun "milliyetçilik" tanımı ebetteki Ziya Gökalp'in "milliyetçilik" tanımıyla uyuşan bir "milliyetçilik" değildir

Ne bir arzu ne de bir vasiyet: Beşir Ayvazoğlu, sen ebediyetsin!

Doğrusu, huyumuz da suyumuz da birbirine benzemiyor, ama bu "Ayvazoğlu, sen ebediyetsin" demeye de mani değil. Ayvazoğlu, el yazısı bile güzel, sakin adam, âkil adam

Allah var, gam da var: Turgut Uyar, "Münacat"

Turgut Uyar, imanını ortaya şiirleriyle koyanlardan. İnancı olmayanın bir fikri de olmayacağından şiiri de olmaz. İman, sadece "teslim olmak, kabullenmek" demek de değildir. Karşı koymak da bir çeşit iman ve inanların bir gereğidir. Sadece bu yüzden de "şair" denmez ona

"
"