Bir şairden ve onun şiirinden söz ettiğimiz zaman şunu bekliyorlar çoğu zaman; onun şiiri hakkında teknik bilgi ya da şiirinin neden "iyi şiir" olduğuna dair klişe sözler etmemizi. Bunu bekleyenler çoğunlukla şiirin nasıl yazıldığını öğrenmek isteyenler oluyor. Hayır, ben bunu yapmayacağım. Çünkü şiir metne düşmeden önce şairin iç dünyasında yazıya geçiyor. Ve biz birer okur olarak o ilk süreçteki alfabeyi, sembolleri hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz. Zaten yapısalcılık bir yapıtı, bir sanat eserini, bir olguyu, bir değeri toplumsal-tarihsel özellikleri içinde değil, bir bütün olarak kavramayı ileri süren bir öğretidir. Sadece öğeleri karşılıklı konumlarına göre "eleştiren bir sistem" teknik bilgiler gerektirir.
İyi şiir iyi şiirdir, eleştiri metinleri kötü şairleri iyileştirmek-geliştirmek için gereklidir. Bir şairin şiirini ne kadar teknik ayrıntılar ve bilgilerle kaleme alırsanız alın, o şiir şairin yazdığı ve okuyanın anladığı kadarıyla kalır. İyi şiir de iyi şair de bütün bunlardan münezzehtir ilk andan beri. Öyledir de zaten. Çünkü biz şiir okurken tekniğe değil, bize nasıl ve neden iyi geldiğiyle ilgileniriz.
Şiirin altyapısı, dil ile ilgili olan kısmından çok daha fazla, şairin hayat tecrübesidir. Bu tecrübeyi şiirine sığdırırken ruhumuza, kalbimize temas etme biçimi dilin teknik yanından önce ruhumuza nasıl sirayet ettiğiyle ilgili olan yanıdır. Ruh bilimde yapısalcılık işlevselciliğin karşısında yer almıştır hep. Yani ruhumuzla kalbimizle temas ettiğini hissettiğimiz her şey zihinsel süreçlerimizi dinamik açılardan etkilerken, yapısalcılık biçime yönelik olmuştur. Yazılı eserlerde elbette biçim de önemlidir. Fakat şiir hiçbir zaman metne inmese de duyumun ilk kıpırdadığı evrede insanın ruhunu ayağa kaldıran olmuştur. Evrende güzeli bize gösteren kusurdur. Eğer devrik cümle dilde bir kusursa güzelin dipteki ilk kaynağı şiirdir. Birbirlerinin var olma nedenleri olan insanlar ve kavramlar çoğalmanın yolunu açmış ve böylece var olmuştur. Bu, gecenin karanlığında bir kandili ateşlemeye benzer. "Ama biz ışığı görmüyoruz ki" diyenler, ateş böcekleri de bilmiyor, neden yanıp yanıp söndüklerini.
…
hiçbir geçmiş yitik değil
ışığı bildikçe aydınlandı körlük
sonunu gördükçe hikâyenin
kurgunun ipi bağlandı
ayak altlarında ateş rayları
göçüp gitmiş dostlara götürdü rüyada
…
hiç bağlanmayacak içindeki ipin ucu
sen oturdukça arkanda yığılacak
yaşanmışlıklar değil
gelecek günlerin yaşama dilekleri
isim konulmamış varlıklar halinde
seslenecekler sana
dönüp bakmayacaksın
gözlerin açık yüzünde hep aynı gülümseme*
İşte şiir bunun bilincini veriyor insana. Bu bilinç, beden ölse de yaşadığını düşündüğümüz ruhta başlıyor. Bir şair dili elbette bilinçlice kullanan kişidir, ama şiiri çocukluğundan, ilk gençliğinden bize getirip verdikleridir.
Biz insanlar geçmişin sesiyle yaşarız ve geçmiş az şey değildir, yarına doğru yola çıkanlar için. Luce Irıgaray, "Doğmak" adlı kitabında diyor ki, "Edebiyatımız, hatta felsefemiz ve dinimiz çocukluğumuzla ilişkili nostaljik duygulardan ilham alır." İyi şiirin ne olduğu konusunda benim dayanağım da budur. Gelenekten gelmek, kendi geleneğini kurmak için de kaçınılmaz kılmıştır bunu hep. Devrik cümle kurmak değil hüner, üst üste devrilmiş bir zamandan hiç ölmeyen hatırlar çıkarabilmektir. Kendi dilini, kendi şiir geleneğini kurarak… Bu herhangi bir şeyin, eserin ya da yeni bir insanın inşası ve yaratma ve var olma süreciyle ilgili Henri Delacroix’ın, "Her bileşim kendini oluşturan kurucu öğeleri aşar" cümlesinin gerçekleşme biçimini de gösterir. Şiir bu yüzden iyi bir şairin bize temas ettikten sonra makas tutmayı iyi bilen bir terzinin tezgâhında dünyayı okuyabilme olanağı verir. Makası nasıl tutuyor, kumaşı nasıl biçiyor bunu gördükten sonra kendi kendimize de idrak ediyoruz, bir gömlek nasıl dikilir ve sonra nasıl giyilir. Bu da bilincimizdeki ya da kendi dışımızdaki nesneleri, sesleri, kelimeleri paranteze aldığımızda kendi estetik nesnemizi yaratabildiğimizin açıklaması olur, ama önce bilincimize ve dışımızdakileri idrak edecek seviyeye gelmemiz gerekir. Onu taklit ederek değil, bilerek, bildirerek. Gelenek bu yüzden gereklidir. Köklerini bilen dallarını nereye nasıl uzatacağını bilen bir ağaç gibi yetişir.
Şair hakkında kaleme alınmış metinlerde hep bir kıyaslama, hep bir başka şairin şiirinden yola çıkılarak yapılmaya çalışılan benzetmelerle karşılaştım. Oysa bunlar sadece üzerine konuşmaya çabalamaktır şair hakkında da şiiri hakkında da. Her şey ve herkes birbirinin içinden çıksa ne olur ki? Mümkün değil bir zanaatın, sanatın el değiştirdiği anda aynı biçimde var olması, sürüp gitmesi. Her şairin kendine has bir dili, şiirinin sesi, şiirindeki sembollerle çizdiği bir resmi vardır.
…
senin bıraktığın yerden başlayacağım
işte bu yarım nokta
bu çıkılacak yol
canımdaki diş
dilimdeki acemi hırlama**
Bazı şairlerin şiirleri keman gibi inler, bazı şairlerin şiirleri tanbur gibi inletir. Bu o şairin kendi geleneğini nasıl kurduğuyla ilgilidir. Ömer Erdem bu şairlerden… Gelenekten gelmiş, kendi şiir geleneğini kurmuş bir şair.
Gelenek: Bir toplumda bir önceki kuşaklardan bir sonraki kuşaklara sözle, yazıyla, davranışla ve tabii ki sanat eserleriyle geçen değerlerin tümüdür. Gelenek dendiği zaman yeni kuşakların düşman kesildiği şey üzerlerine yıkılan bir duvar değil; onların, kökleri bir zindan zannetmesidir. Oysa şair, "odalar dolusu" şiirinde geri dönmeyi, geriye gitmeyi şöyle ifade etmiş -bana göre-:
…
bu odalar dolusu çocuk arasında
gözüm bana yabancı değil
buluta da inanıyorum ölenlerin ağaç olup dirilişlerine de
o güvercin başlı adam
bir ayağa kalksa bir alnıma dokunsa
ona neler neler anlatacağım
hazırım odalar dolusu ayağa kalkmaya
hazırım geri gelmiş bir çocuk gibi yaşamaya***
Şiir, neredeyse her fırsatta durmadan tekrar ettiğim gibi, "şairin değil, ona ihtiyacı olanındır". Görünürde içi sessiz harflerle dolu bir şiir bile onu yazan kadar ona ihtiyacı olanların da haykırma biçimidir. Sesi kısıkların gönlünü genişleten şey şüphe yok ki iyi şiirden başka bir şey değildir. Şiirle hiç temas etmeyenler bir hız trenine binmiş gibi sonunda tren durduğunda anlamsız bir boşluğun, isimsiz bir hastalığın eline düşmüş gibi hissederler. Bu hız, yerinde duranların da hayatını içine alan zamandan başka bir şey değildir. Geçip giden günlerin ışığın yanıp yanıp sönmesinden başka bir his vermediği insanlar kalplerini genişletecek şairin şiirlerini buldukları zaman daha sakin daha huzurlu bir tekrarını yaşarlar hayatın, hiç sıkılmadan. "seksek bilmeyen sokak" şiirini başlatan şu iki dizesi gibi:
aşınca tepeyi
açılıyor insanın önü****
Dünya saadeti nedir? diye sorsalar, şiirlerini hatmettiğim bir şairle cemal cemale oturmuş olmak derim. Çok kısa bir zaman seneler evvel bir defaya mahsus olsa da. Çünkü o an orada bir yaranın nasıl aktığını dışarıya birlikte görmüş, onu nasıl saracağımızı birbirimize söylemesek de düşünmüşüzdür. Bir şair bir başka şairin şiiri üzerine sözler edecek kabiliyete haiz olduğunda kendi şiirini bir kenara bırakmasını bilmeli.
Bir şair yaşarken şiiri ve şahsiyeti üzerine sözler duysun, işitsin isterim hep. Bu onun gönlünü eylemekten çok bize neler kattığını bilsin diye. Bu herkesini yitirmiş birinin kendi kendine kurduğu dünyada edindiği en yakın insanlara verdiği değerle ayakta duran bir nesnenin kendini anlamlı hissetmesi için ilahi bir varoluş biçimidir. Bizi var edenlerin bizi var ettiklerini bilmeleri gerekir. Bu tıpkı toprağın içinden dışarıya bir çiçeği fırlatıp attığında dünya ile kurduğu bağa benzer. Gönül bağı hayat bağıdır. Hayatta kalmak için insanın bir neden bulup ona sarılmasıdır. Şiir bu nedenlerden biri oldu benim için hep. Ayağına bir taş bağlayıp denize atlamak yerine, ayağına bağladığı taşın üstüne oturup denize bakmayı öğreten şairlerin şiirleri oldu beni de hayatta tutan şey. Son zamanlarda o kadar çok insan kaybettik ki, her gün daha fazla iman etmeye başladım, yaşayan bir şairin ne kadar değerli olduğuna. Çünkü bir şiirin iyileştiremediği birini ruh hekimleri de iyileştiremiyor. İyileşemeyenlerin vebası yaşadıkları çağa işliyor. Bakın bu çağ ruhu hastalanmış insanların çağı. En çok da bu yüzden şiirin divanesi olmuş bir deli gibi durup durup tekrar etmek istiyorum; Şiir yaşıyor, şair hayatta: Bir saygı göstergesi, kalem bırakmak masaya.
şimdi kimseler inanmaz buna
bir bardak su yarım çay ve ısırılmış kuru bir poğaça
insanla dünya arasında bir zalim var
o da inanmaz her sabah aynada baktığına
yerinden kalktı birden yürekten
işte dünya dedikleri aralanmış bir dudak gibi
hem yarım hem dar hem de…
Tanrının son izi masada kaldı*****
* Güneş Kalır Bir Başına/peşi sıra, s.18-19
** Azap/senin kaldığın yer, s.48
*** İstanbul’a/ odalar dolusu, s.62
**** Yarım ağaçlar/seksek bilmeyen sokak, s.17
*****Azap/ölüm için çift rubai, s.117