Karlı dağdan kopsan gelsen
Kor diye göğsüme basarım seni
Bir rüzgârla yaksan gelsen
Yar diye sineme katarım seni
Bu türküyü severim. Dinledikçe aklıma başkalarının hayatı bir kenara kendi hayatında bile kendine yer bulamayanlar gelir. Rilke gibi Hölderlin gibi... Hayatla mücadelesini bırakmış, kendiyle mücadele eden şairler. Bu mücadelesi bazen sadece kendini iyileştirmeye çalışmanın mücadelesi, bazen kendini yok etmenin mücadelesi oluyor.
Kimse dışarıdan göründüğü gibi durmuyor kalıbının içinde. Güneşin altında bir bakır tasın içinde buharlaşmaya bile razı gelenler var elbette. O şairlerden biri, "Şeytanlarımı kovalayayım derken, meleklerimi ürkütmekten korktum" diyordu. Meleklerini ürkütmüş bir başka şair ise, Paul Celan. Cem Yavuz'un Türkçeye çevirdiği Tedirgin Sohbet'i okurken Martin Heidegger'in karşısında sessizce oturmuş, elleri dizlerinin üzerinde bir Celan hayal ettim hep. Sanki Hitler'in bütün suçunu Heidegger ve bütün Yahudilerin lekesini Celan taşımış gibi. Sessizce bir cevap, aklı başında bir mazeret duymak istiyormuş gibi Heidegger'in kulübesinde "varlık" ve "zaman" üzerine sözler etmiş bir filozofun gözlerinin içine gözlerini hiç kırpmadan bakan bir şair gibi.
Tedirgin Sohbet'in yayınlanmasının ardından bir başka Martin Heidegger'in varlığından haberdar oldum böylece. Sessizliğe sessizlikle cevap veren ve şiiri çok seven bir filozof, Heidegger'in kendi iç dünyasıyla dışarıdaki ideolojilerin döndürdüğü dünya arasında nasıl da çaresiz bir filozof olarak kaldığını anladım. Demek ki felsefe büyük oranda sadece bir sanatmış, var olmak üzerine düşüncelerden faydalanan ve pratikte değil, teoride olup biten düşüncelerden ibaret olan. Heidegger'in bu iki dünya arasında nasıl ezildiğini, "varlık" ve "zaman" hakkında düşündüğü ve yazdığı gibi var olmayı da zamanı da aslında neden anlattığı ve yazdığı gibi kavrayamadığınıysa Paul Celan'la karşılaşmalarında fark ettim.
Tedirgin Sohbet'in ardından yine şair Cem Yavuz'un Türkçeleştirdiği Paul Celan'ın bugünlerde yayınlanan dokuz şiir kitabını içeren Sesler, İşitin Bizi De bu seslere bir karşı ses olarak yükselmiş şiirler içeriyor. Biz, susanların sessizliğinin ne anlama geldiğini bilenler şunu da biliyoruz elbette, Tedirgin Sohbet'le başlayan o sessiz fırtına şimdi Celan'ın neredeyse külliyatını içeren bu çeviri ile sesleri yutan bir fırtına gibi yükseliyor.
Yalnızca
ağızlardır,
korunan. Siz
dibi boylayanlar, işitin
bizi de.
Celan'ın iki dönemden oluşan şiir hayatını da şiirlerini de anlamak için mücadele edenlerin önce Tedirgin Sohbet'i okuması gerekiyor sanırım. "Ne yaşadın ki?" sorusunun yanıtını bu şiirlerden almak istiyorlarsa tabii. Böylece sadece Celan'ı değil, Heidegger'i de tanımış olacaklar. Bu aslında filozofların da şairlerin de şiirlerini ve düşüncelerini de açıklığa kavuşturacak, "aslında neymiş" diyeceğimiz her şeyin çıplak yanıtı niteliğinde. Celan'ın daha önce çevrilmiş şiirleri için de bir çeviri karşılaştırması örneği Sesler, İşitin bizi De. Sadece bir şairin maruz kaldığı dünya koşulları değil taşıdığı anlam. Sıradan bir insanın ne kadar ileriye doğru adım atsa da hep geriye, geçmişine doğru bir bataklığa nasıl saplandığının da hikâyelerini içeren şiirlerle dolu bir kitap. Le Seine kıyısında bir yürüyüş aslında. Suyun sesini duymak istenler kendi sessizliklerini de duyacaklar böylece.
Bir çeviri kitabından beklenen karşılıklı iki dilde birbirlerini karşılayan imgeler denizinin ortaya çıkmasıdır. İnsanı boğmayacak, sevindirecek kadar serin olacak bir imgeler denizi. Bu yüzden şiir çevirmenleri şair olmalı derim hep. Çünkü bana öyle geliyor ki, şairler dili kullanma biçimleriyle zaten başka bir dil kullanıyorlar. Ve o dili sadece şiir nedir bilenler ve şairler biliyorlar. O dil anadilden daha da kök bir dil. Aynı buhurdan yaratılmış ruha sahip olanların dili. Bu beden dili gibi bir şey de değil... Tek yumurta ikizleri gibi gelir bana aynı dilleri bilen çevirmen şairler. Celan hem bir şair hem bir çevirmen. Şiirlerini Türkçeleştiren şair Cem Yavuz gibi… "Akrabalık"dan kastım çoğu zaman bu aslında. Bize benzeyenlerden çok bizim gibi hissedenler. Bizimle aynı dili aynı biçimde kullananlar, yazarken de konuşurken de susarken de. Hatta başını önüne eğip yere bakarken bile. Karanlığa ve kendi geçmişine baka baka yürüyenlerin bildiği bir dilden söz ediyorum. Almancadan, İngilizceden, Farsçadan söz etmiyorum, akrabalığın ilk koşulundan söz ediyorum… Akrabalarımız arasında maymunların, şempanzelerin de olduğunu düşününce, tabii ki insan kendine benzeyenden çok kendisi gibi hissedenleri yakını belliyor. Sessizliğinin bile sesini duyanları. Yakınlık duygusu da zaten insanların birbirlerini anlamasına dayanmıyor mu?
Bu anlayış Sesler, İşitin Bizi De'de Cem Yavuz'un bu kitaba bu ismi vermesidir. Sesler arasında duyulmamış, duyulduğunda gerçek anlamı anlaşılmamış seslerin en anlaşılır olana çevrilmiş olduğu "hiza" ile çıkmış ortaya. Öyle ki kitaptaki sunuş şu başlıkla karşılıyor okuru: Kalbin acı kuyusundan… Şair, şairin sadece şiirini değil, ona o şiirleri yazdıran mental dünyasına kadar girmiş. Celan gibi bir şairin ruhuna sirayet etmek, iç dünyasına girmek kolay şey değildir. Aşırı melankoli kireç kuyusuna benzer. O kuyuya girmek kolay, çıkmak zordur. Diğer sayılarla yan yana gelirken anlamlı ama hep yutan bir sıfır gibi. Çünkü biliyorsunuz, sıfır sayıların en büyüğüdür. Şiir de daima sıfırdır. Onu anlamlı kılan bizdeki imgeler denizi dalgalandıracak güçte imgeler içermesidir. Heidegger'e de olan buydu aslında. Hitlerin Yahudilere yaptığı şeyi bir bakıma Celan şiiriyle Heidegger'a ve Alman şiirine, diline yapmıştır, ama onu öldürerek değil yaşatarak. Ona sonsuza kadar yaşatacak anlamlar katarak. Bakın bu bir zaferdir örneğin. Bir ülkenin, bir dilin ötekisi ısrarla o ülkede o dilde yazarak elde etmiştir aslında bu zaferi. Sonunda kendi iradesini ilan etmiş olsa bile. Nazi partisin üye, Nazi gençlerine kulübesinde özel dersler veren bir Alman filozofunu bile kendi şiirlerine hayran bırakmıştır. Annesinin ölümüne neden olanların dilini annesinden öğrenmiş bir şair olarak, "ölümünden itibaren filozofların şairi" diye nitelenmiş, şiirlerini ilk okuduklarında onu Alman bir şair bile zannedenler olmuştur. Onu ne kadar fırlatıp atmak istedilerse bile, o alma diline yerleşip kalmıştı. Onun ilk yerlisi gibi. "Bademlerden say"ılmasak bile Sesler, işitin Bizi De! Şiir, onu yazana değil belki ama okuyana hep iyi gelir. O dili bir başka konuşanda varmış, o yollardan bir başkası da geçmiş, o acı sulardan bir başkası da içmiş dedirtir. Şiirin terapi olduğunu söylediğimde aslında ben hayatı tekrar edenlere bir "tecrübe kılavuzu"ndan söz ederim. Şiirin bile iyileştirmediği bir şairin şiirlerinin başkalarına iyi geleceğini tecrübe etmiş biri olarak şunu emin ve inanarak söyleyebilirim, aynı dili konuşanlar başka çağlarda sadece bir şiir üzerinden karşılaşsa ve sadece bir dize ile bile akraba olsalar yalnız olmadıklarını anlarlar.