28 Haziran 2020

Saba makamından hüzzama geçen bir kitap: Ausgang

Söz uçar yazı kalır. Belki de tarihi devamlı kılan şeyin ölmez bir hafıza olduğu gerçeğini Onnik Efendi'nin tuttuğu günlüğü bir parça olsa da kanıtlamış olur

Ausgang muhtevası ve anlamı bakımından içerik olarak hızı simgeleyen çıkış kelimesini sessiz ve yavaş bir film gibi kayda alan bir kitap. Ben şairin romanı derim. Şairlerin elinden çıkan öykü-hikâye ve romanlarda hep başka bir derinlik olduğunu söylemek isterim. Suyun altında bir başka kara parçasından söz ederler çünkü şairler. Karayı ve insanı kaza kaza bulamayanlar için suyun dibinden yüzeye fırlamanın yolunu gösterirler. Serkan Türk, şiirlerini asla geçemeyecek olan öykü kitaplarıyla da bir okuru olarak bende derin etkiler yaratan incelikli cümleleri olan bir şair-yazar. Fakat önce hep şair. Çünkü önce hep şiir vardı. Sonra da hep şiir olacak. Bahçelerden, caddelerden geçen kitaplar hayat verir insana. İçinde bir şiir, uzun bir mektup, iç geçirmeler, gelecek kaygısını bir anda yerle bir eden geçmişe duyulan özlem. Zamanın metinlerde insana kattığı farkındalık duygusunu şiirlerinde olduğu kadar Ausgang romanında da tattırıyor okuruna. Şairler öyle pek kapalı yerlerde kalamazlar doğrusu. Romanda ve öyküde işte bu kapalı yerde kalırlar. Anlatıcının ruhunu giyer, onun kalbini taşır, onun sesinin iskeleti olur. Ausgang'da Serkan Türk, sıkı sıkı çiseleyen bir yağmurun altına bir iskemle çekip oturmuş gibi. Yağmur hiç durmuyor ve şair hiç kıpırdamadan anlatıyor. Zamanın ve insanın çarpışmasından söz ederken paramparça olan şeylerin bütünlüğünden söz ediyor. Yas evinde ışıkların hiç sönmediği bir yer gibi söz ediyor yaşlanmaktan, yaşamaktan ve bütün bunları içine sığdıran dünyadan. O şairane üslubunu hiç yitirmeden. Şiiri romandan çok da uzakta bir yerde bir başına bırakmadan… Ausgang, Saba makamından Hüzzam'a geçen bir kitap. Bir yalnızın bir başkasının yalnızlığını yaşamasının kitabıdır. Saba makamı bir diğer adıyla derbeder makamıdır. Bir durak olarak la sesi üzerinde kuruludur. Ve la bir hece olarak sonsuzluğu çağrıştırır. Bu sonsuz çağrışım bana hep ölümü ve ölümün ardından bile sürüp giden şeylerin mecburiyetini gösterir. Bu mecburiyet çoğu zaman bir yüzleşme, insanın kendiyle hesaplaşmasıdır. Bütün bunlar dünya ve hayat olguları arasında olup biter ya da sürer, bu sonsuzluk çağrışımı yeterince fark edilirse elbette. Yoksa son çıkışı kaçırmak içten bile değil. Hüzzamsa, insanın hüznünün arttırmasıyla ünlü bir makam… Hayatın içine mi, dışına mı bilinmez o son çıkışı kaçıranların daha yürekten hissedebildiği bir makam. Ausgang da işte böyle bir kitap. Önce ürperti ve sonra hüzün… Önce yalnızlık ve sonra ölüm gibi...

İnsanlar arasında insan giderek çok daha fazla ıssızlaşan, yalnızlaşan bir adaya benzer. Çoğumuzu bir adada yalnız yaşamaya iten de, çağıran da budur aslında. Tepede bir ev gibi uzak diğer evlerden… İnsanın zamanla kıyasıya yarış içinde unutmanın ve hatırlamanın kendi aralarındaki çarpışmaları arasında kendini hızla ve tekrar tekrar gerçekleştirdiği sahneler boyunca, gençlik ve yaşlılık gibi birbirine zıt ve aynı zamanda birbirinin devamı olan bir yol hikâyesi okuyorsunuz kitabı elinize aldığınızda. Sinematik öğeleriyle insanı içine alabilen romanlar açısından da bir önem kazanmış böylece. İnsanı inancıyla varlığı arasında, varoluşsal kavramları aktardığı durum betimlemeleri ve yaklaşımlarıyla sorgulamaya, kendinden başlayarak başkalarını da anlamaya çağırıyor. Çok sık tekrar ettiğim, nerede fırsatını bulsam sıkılmadan bıkmadan dile getirdiğim yalnız olana acımasız olmak durumunun çevresinde ve içinde, diplerinde örüyor kendini Ausgang. İyi bir roman içinde tasarlanmış karakterlerin ne hissettiğini iyi ifade edebilen romandır. Ondan daha iyisi ise; karakterlerin hissettiği bütün duyguları okura da aynı biçimde hissettirebiliyor olmasıdır. Ben sadece bir okur olarak okumak için okumam. Okumaktan, okuduğum şeylerden büyük beklentilerim olur. Yeni ifade biçimleri, yeni kelimeler, daha önce metinsel olarak yaratılmamış-tasarlanmamış duygu durumları. Bütün bunlardan daha ilerisi kendi duygu durumumu ifade etmede kalbimi de zihnimi de bir anda dünyanın en geniş ovasıymış gibi yeşertmesini. Fakat asla yeni bir şey olarak ortaya konan metnin, türü ne olursa olsun bilimsel metinler de buna dâhil, metnin ne kadar dil ve onun teknolojisi olarak kendini geliştirirse geliştirsin, içinde insanı mutlu kılan, toplumun eski geleneksel zaman öğelerini anlatan durumları olsun isterim. Ausgang, bu açıdan da önemli bir kitap. Besin zincirinde bile bir yeri olmayanın insanın yaşlılık ve hayat tecrübeleri üzerinden anlatıldığı son kitaplardan biri olarak. Son kitaplardan, çünkü artık yaşlı bireylerle aynı evde yaşamıyor yeni nesil. Biraz da bu yüzden bu yeni modern yaşantıların içinden çıkan modern barbarların yıkıcı ve toplumun bir arada olma özelliğini geliştikçe yıkan bir yanı var. Günlük tutmak, eski gazetelerden makaslarla fotoğraflar oyup saklamak gibi alışkanları yok örneğin yeni neslin. Dijitalleşmenin buna engel olduğunu da hiç sanmıyorum doğrusu. Öyle ya, artık gazete de okumuyor insanlar. Ellerindeki ekranlarda hızlıca bir akış, derken göz bile unutuyor elinin değmediği şeyleri. Bir yerde şu cümle tam da ne demek istediğimi söylüyor: Yenidünyada kemiklerine bile huzur vermiyorlar. (78s.Ausgang) İçten ve acıklı öyküsüyle trajedi ile hiç temas etmiyor üstelik Ausgang. Dünya tarihi ile günceli ve insanın kendi tarihini birlikte yürütüyor. Birbirine dargın iki insanın yan yana yürümesi gibi. Burada görünmez anlatıcıyla başlayıp Onnik Efendi ile devam etmesi ve bunu sağlayan diğer anlatıcının ortaya çıkması da böylece destekliyor olması her şeyi sahici kılıyor. İşte burada sonsuzluk devreye giriyor. Artık hayatta olmayan birini yaşatan bir şey konuşturuyor onu. Onnik Efendi'nin günlüğü. Benim için insanın bir sonraki hayatı da biraz böyle bir şey. Ölümünün ardından canlılığını hiç kaybetmeyen bir fotoğraf, bir mektup, bir günlük ya da kitap... Okuyunca insanın zihninde her şeyi yeniden canlandıran, diri tutan resimli bir ses kayıt cihazı gibi. Albert Einstein'in şu sözlerini hatırlatıyor Ausgang;

İnsanoğlu, ağzından çıkan cümleleri ve beyninden çıkan düşüncelerin bütün evreni dolaşıp tekrar onlara geri döndüğünü bilse, eminim çok daha dikkatli olurdu. Serkan Türk bu romanıyla kendi kuantum alanını da oluşturmuş aslında.


Bir kitabın içinde bir başka kitaba benziyor Ausgang. Başkasının rüyasında kendi rüyasını arar gibi dolaştırıyor okurunu bu romanda. Sanki perdeler gibi birbirine değdikçe açılan geçmişi de geleceği de merak duygusuyla irdelemeye doğru kışkırtıyor olaylar ağıyla da. Kimsenin hayatı boyunca belki de hiç tanıyamayacağı özellikleri olan bir insanı, kelimelerle anlam bulan sesler etrafında ete kemiğe bürünmüş biri olarak çıkarıyor karşınıza. Merhamet çok popüler bir kelime olmasına rağmen hâlâ davranışlara çok az yansıyan, sirayet eden bir kelime. Ausgang işte bu kelimeyi dirilten bir kitap olmuş daha çok. Bu açıdan ne önemi var peki? Farkında olsak da, olmasak da edebiyat ürünleri de Kuantum alanını etkileyen bilgiler içerir. Yukarıda verdiğim örnek gibi. Ausgang, sadece olaylar silsilesi üzerinden değil, öne çıkardığı yaşantı, yaşlılık, yalnızlık, ötekilik gibi olgular üzerinden de bilinçlice bilgiler aktarıyor. Ve hiç şüphe duymaksızın eseriyle aktardığı şeylerin okurları aracılığıyla başka alanlara aktarılacağının da farkında kanımca... Okura yavaşlık hissi veren de bu anlamda yarattığı farkındalık etrafında oluşturduğu dikkat duygusu. Çünkü dikkat duygusu o an içinde bulundukları enerji ile insanlar arasında olması gereken şeylerin oluşum hızını ve gücünü daha da arttırıyor. Bu da burada, şairin romanında, ne kadar ince, derin bir üslup kullanmış olsa da şairanelik gibi bir çıkmazın tersine lirik bir diyalektik ortaya çıkarıyor. Daha derine indiğimizde, böyle bir kitabın neden ne anlattığından çok, nasıl anlattığı konusunda böyle tuhaf şeylerden söz ettiğimi kitabı okuduğunuzda, bu hayattan ayrılmış birinin günlüğünü okuduğunuzda anlayacaksınız. Çünkü söz uçar yazı kalır. Belki de tarihi devamlı kılan şeyin ölmez bir hafıza olduğu gerçeğini Onnik Efendi'nin tuttuğu günlüğü bir parça olsa da kanıtlamış olur. Lirik Diyalektik metne kitaptan şöyle bir örnek vereceğim:

Ölmüyorsun.

Ölemiyorsun; böyle bir yerde ölünmez diyorsun kedine. İnsan kendi bahçesinde vermeli son nefesini. Babadan, dededen kalma bir öğreti işte. Hiçbir şeye inanmadığın kadar inanıyorsun bu öğretiye.(68s.Ausgang)

Serkan Türk, benim için her ne kadar bir romancı olmaktan evvel önce hep bir şair olsa da, Ausgang ile şiirin de, anlatı sanatının da çok ilerisine gitmiş; geleceğin, şimdinin kalbinin tam ortasında okurunu geçmişe, artık bugün yaşayanlardan çok daha eski bir insanın Onnik Efendi'nin geçmişine götürerek. Ausgang, yavaş bir roman değil kesinlikle. Bir mekik gibi hızla ileri geri yani geçmişle gelecek arasında o son çıkışın kararını vermek üzere yazılmış ve okurunu kendi içinde dolaştıran bir roman.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim