Melankoli, kara sevda ya da mâl-i hülya; aşırı üzüntünün belirgin hâli. Bu öyle kara bir sevda ki, yok karşısında ne bir nesne ne de bir insan silueti. Hüzün gelir, gözlerinin içine oturur insanın. İnsan teslim olursa melankoli nedir ki, havadaki nem bile öldürebilir onu. "Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür"* ne güzel şiir, ne güzel türküdür. Değil mi? Melankolinin ruhsal bir bozukluk olduğu doğru değil. Bu zaten kişiden kişiye değişir. İnsan bir bilinmez olduğu gibi 'kesin bilen' bir varlık da değildir. Çünkü melankoli kimileri için bir kaynaktır. Ben hâlâ içerim o kara sudan, içim sızladıkça sebepsiz, kana kana. Bir kere var olmuşum, başka da bir nedene gerek yok galiba.
Çok kötü şeyleri güzel söyleyebilmek de ayrıca bir sanattır. Melankoli bu noktada coşku dolu bir karanlıktır. Bunun için o hakiki şairlere, yazanlara bakınız; o hakiki şiirleri, metinleri melankoliden uzakta yazmadı hiçbiri. Melankoli, insan yutan bir kapı gibi depresyona açılırsa elbette çok daha tehlikeli bir şey de olabilir. Oysa acı metne döküldüğü zaman, bir şiir olduğunda örneğin, yarayı örten bir merhem; bu, Allah ile bir alışveriş olur. "Ben ne konuşayım ki Allah'la? O benimle konuşsun asıl" diyenler de bu ağır yük karşısında elbette haklı olabilir. Ancak melankoli duyan değil, melankolinin yansıdığı/yansıtıldığı kişi için bu gerçekten de geçerli ve daha ağır bir yüktür. Bu yüzden ona yansıtılana bile dayanma gücü üretemeyen bir beden ya da zihin doğrudan maruz kaldığı enerji karşısında depresyona düşebilir. Suda yansımasını görenlerin sarhoşluğu gibidir bu yansıma. İnsanın uykusu gelir gibi karlı havalarda. Ölüm uykusu gibi bir uyku… Melankoli sözlü olarak yansıtıldığında bu böyledir. İnsanın insanı dinleyemeye tahammülü yok gibidir. Oysa metne inmiş melankoli düşündürür, boğmaz. "Ben çıkmazdayım" diyene yol bile verir. Fernando Pessoa'nın metinleri bu metinlerdendir. İnsanı kendi ruhunu ve çağını sorgulamaya götüren bilgiler içerir.
Melankoli, devinime karşı güçlü bir durağanlıktır, doğru. İsteksizlik, hareketsizlik, düşünceden kaçış değildir oysa söz konusu Fernando Pessoa'nın melankoli hâli ise. Her şey durduğunda hareket etmektir, onun verdiği biçimde ve onun hissettirdiği şiddetle. Kişi ancak onunla uyumu yakaladığında diğer her şeyle ve herkesle bile isteye uyumlu olmayı reddettiğinde bunu kendine has bir biçimde taşıyabilir. Bu konuda bir bilinç geliştirebilmişse tabii… Alışmaktan söz etmiyorum. Alışmak, zehirlenmek gibi bir şeydir. Aldırmamaktan, ona boyun eğmekten, ona teslim olmaktan ya da ona üstün gelmekten de söz etmiyorum. Onu, içeriğini kendini mutlu edecek biçimde duygularla doldurup değiştirmekten söz ediyorum. Ona karşı ne galip ne de mağlup olmamaktan söz ediyorum. Onunla birlikte yaşamayı öğrenmekten, onunla arkadaş, kardeş olmaktan söz ediyorum. "Paniğini kukla yapmaktan…" Kendi kendine yaylanır gibi yere değdirip yukarıya doğru yükseltip insanı yere çarpan melankolinin hızını, hareketlerini ele geçirmekten, taklit etmekten söz ediyorum. Sürülere özgü olanlar melankolik ruhlar için geçerli değildir. Uyumsuzluk acı verse de, acıdan kıvransa da kendisini bir yere, bir tanıma yerleştirmek istemeyenlerin elde edebileceği bir güçten söz ediyorum. İnsanın kendini en çok da kendinden koruyabileceği bir zırhtan, kalkandan… "Ruhumdan kovulmuşum sanki" diyen Fernando Pessoa'nın bunu dile getirirken, yine kendi ruhuna baka baka ruhuyla konuşabilmesinden.
Pessoa, Huzursuzluğun Kitabın'nda** şöyle der, "Hepimiz kendi dışımızdaki koşulların tutsağız." Buradan şunu anlamak gerekmez mi yani, dışında olduğumuz hiçbir şeyin içinde de değiliz madem, o halde ona neden kapılıp gidelim? Dışımızdaki koşulların tutsağı olmamak için Pessoa (Portekizce, insan/kişi) olmak gerekiyorsa, Pessao (Fransıca, hiç kimse) olmak en doğrusu değil mi? Max Lucado, "Orkestra yönetmek isteyen kalabalığa sırtını dönmek zorundadır," derken de bunu mu kast ediyordu acaba? Kuvvetle muhtemel, ben buna inanmak isterim. Başkalarının istediği gibi olma zorunluluğundan kurtulan melankoliye kendi istediği biçimi verebilir. Zaten kişiyi bu görünmez elin avucundaki sıkıntıya iten de budur; sorumluluklar değil, zorunluluklar. Pessoa, sorumluluğu zorunluluktan ayırdığında melankoliyi bir kukla gibi iplerini her gerdiğinde ona istediği hareketi verebilmiş bir şairdir. Böylece yaşadığı yüzyılın ölümünden sonra da olsa çok kimlikli ama kişilik bozukluğundan da çok uzakta önde gelen yazanlarından biri olmuştur. Bu onu yazanlar arasında bir deha da kılmıştır. Kendi fıtratını sorgulaya sorgulaya insan ruhunun tanımını ve hissiyatın bir kelime olarak anlamından çok daha ötelere ulaşmasının da kapılarını açmıştır. İşte bu huzursuzluğun verdiği huzurdur. Fakat melankoli duygusunun verdiği üzüntüden olsa gerek genç ölümüne neden olan karaciğer hastalığının da sanırım nedenleri arasında olmuştur. Denebilir ki melankoli: baldan tatlı zehir, zehir! Üzüntü insanın içini çürütür. "Duvarı nem, insanı gam yıkar"ın bir biçimi.
"Mutluluk, mutluluğun dışındadır. Bilmeden mutluluk olmaz. Ama mutluluğu bilmek de kendi içinde üzücüdür; çünkü insanın kendi mutluluğunu bilmesi, aynı zamanda mutlu anları aşması, dolayısıyla onları hemen ardında bırakması demektir. Bilmek, her şeyde olduğu gibi mutlulukta da öldürmektir. Ne var ki bilmemek de var olmamak anlamına gelir."
Melankoli şöyle de güzeldir aslında, kişi kendinden sıyrıldığında, nefsinden azade, pür hür olduğunda umursamaz değil, tamah etmez olduğunda, özgür bırakır esir olduğunu zannedenleri. Ağlayan Portekiz'in*** şairi Pessoa, bunu başarmış bir şairdir de mesela. Yaşamı boyunca tatmin olmayacağını bildiğinden belki de sıyrılmıştı 'ben'in kibirli, bencil duygusundan. Her şey ondan vazgeçmekle mümkündür bazen. O da ilk kendini feda etmişti bu yüzden. 'Ben' ayaklarına bağlı kum torbaları gibiydi, onu kaygılandıran bir kusur gibi. Pek çok başka isimde yazarken kendinden böylece kurtulmuştu. Bir kusur vardıysa artık, bu kusur onun değil, onun yarattığı diğer ben'lerin kusuruydu. Kusur hakkında edimini kendi üzerinden ediniyor ve yarattığı karakterlere atfederken de sonsuzun aksine sonlu olanlarla bağdaştırıyordu.
Böylece kim olmak isterse, o oluyordu, öte yandan 'sonlu' diye ifade edersek, kısa bir süreliğine de olsa. Çok kişilikli olmak anlaşılır olmaktan uzaktır. "Anlaşılır olmak kendini satmaktır" derken de böyle bir oyun oynuyordu belki de. Fakat onu anlayanların gerçek yakınları, akrabaları olduğunu da dile getirmiştir aynı zamanda. Pessoa, anlaşılır olmanın karşıtı olduğu kadar görünür olmanın da karşıtıydı. Şöyle bir durup düşününce, sonsuza değil hep bir sona inanan Pessoa, görünür olmanın görünmez olmaktan daha kısa bir hayat olduğunun da farkında bir akıl oyunu oynar gibi de yaşamış ve yazmıştır. Hayatı da metinleri de şiirleri de tıpkı bir matruşka bebek gibi insanın içinden insan çıkıyor gibi yahut belki de şöyle mi ifade etmeli bunu; tıpkı dama oynar gibi birbirlerinin üzerine doğru ilerleyen taşların birbirlerinin ardına geçme yarışı gibi bir mantık içeriyordu. Gerçekte böyle biri yazıya sığıp kalabilseydi eğer ki bu bir şair (ilk şiirini henüz yedi yaşındayken onu terk ettiğini sandığı annesi için yazmıştır), pek çok türde metinler yazamazdı sanırım. Bir tek tür yeterdi, yazmanın ve yazı dilinin başka hiçbir biçimine ihtiyaç duymazdı. Onu bir tek türe sığdırmayan elbette o coşkulu karanlık duygu, melankoliydi. Yani o aslında insanların duymasını istemediği ama söylemek de istediği her şeyi söylemenin bir yolunu bulmuştu yazıyla. Bu bazen şiirdi, bazen oyun, bazen aforizmalar, bazen sadece konuşup durduğu bir anlatı.
"9 Mart 1930
Gençlerin çoğunun tanrı inancını yitirdiği ve bunu vaktiyle atalarının tanrıya inandığı gibi yani niye olduğunu bilmeden yaptığı bir zamanda doğdum ve insan ruhu düşünmek yerine hissettiğinden bundan dolayı da doğal olarak eleştiriye yöneldiğinden bugün gençlerin çoğu tanrının yerine insanlığı koydu. Ben ne olursa olsun ait olduğu ortamın hep kıyısında duran ve yalnızca bir parçası olduğu kalabalığın değil, aynı zamanda yanı başındaki büyük boşlukları da görebilenlerdenim. İşte bu nedenle tanrıyı onlar gibi büsbütün terk etmedim ama insanlık düşüncesini de kabullenmiş değildim kesinlikle. Çünkü bir ihtimal de olsa tanrı var olabilirdi. Bu durumda ona tapmak da gerekebilirdi."
*Şiir, Ömer Lütfi Mete/Türkü, Bora Ebeoğlu
**Huzurusuzluğun Kitabı, Can Yayınları, Çev. Saadet Özen
***Mesaj, Fernando Pessoa, Kırmızı Kedi, Çev. Bengi De Sa Matos Paixao