23 Mayıs 2021

Mehmet Bilâl Dede: Ölüm çok eski bir gerçeklik olmasına rağmen her insana yeni görünür

"'öteki' olmamak o kadar konforlu, güvenli ve garantili bir seçim ki! Senden önce kabul edilmiş her şeyi benimsemek bir sürüye ait olmanın gereği"

Mehmet Bilâl Dede ile 'öteki' olmayı, ölümü, ölümü düşünmeyi ve edebiyatı konuştuk...

- Hikâyelerinizde insanın var olma trajedisinin temelini oluşturan ötekilik, yalnızlık, içeriye alınmama, toplumsal yargılarla reddediliş gibi kaynağı sağlam kavramların temel olduğunu görüyoruz. 'Ötekilik' niçin toplum içinde bu kadar büyük bir dert? 

Çünkü 'öteki' olmamak o kadar konforlu, güvenli ve garantili bir seçim ki! Senden önce kabul edilmiş her şeyi benimsemek bir sürüye ait olmanın gereği. Her Türk gibi asker doğduğuna inanmak, hiç kafa yormadan 'milliyetçi' kimliği benimsemek, gerektiğinde 'dindar' görünmeyi de ihmal etmemek vs. temel ve zorunlu tutumlar. Aksi tehlike demek, huzursuzluk, mücadele, herkesten çok yorulmak demek… Hepimiz bu dünyaya adımımızı attığımız andan itibaren 'öteki'ne neler yapıldığı bilgisiyle veya tanıklığıyla büyürüz çoğunlukla. 'Öteki' olmak her yerde zor, ama bizim gibi toplumlarda kanlı veya psikolojik savaşlar şeklinde yaşanıyor çoğu kez. Korku diyelim, nefret diyelim, cehaleti de katalım elbette, sebebi ne olursa olsun 'öteki'ni yok etmeye, tecavüz etmeye, lime lime etmeye, en hafifinden aşağılamaya, yok saymaya hazır bir içgüdüyle hazır kıta bekler gibiyiz. Herkesin kendini üstün hissedeceği birilerine duyulan ihtiyaçla da açıklanamaz bu. Kendi gerçeğiyle, temel korkularıyla yüzleşmek, belki de bunlara yenilmek ihtimali de az caydırıcı değildir. Hele de birey olamamışsan, kişisel ahlâkını geliştirememişsen. Kötü eğitim, çok yazık ama ne vicdanla tanıştırıyor insanı ne merhametle ne de empatiyle.

- Bazen bütün dünya biraz yetimhane gibi gelir bana. Hatta bütün evler. Üvey'deki yalnızlık da bu biçimde sinmiş öykülere. İnsanın itirafları, yalnızlığı sadece erkekler üzerinden algılanmamalı elbette. Fakat orada ince bir çizgi var, biraz daha sert, biraz daha öfkeli. Buradaki yalnızlık karşı cins üzerinden yürüseydi bu kitapta en çok ne değişirdi?

Bütün dünyayı bir yetimhane gibi ifade etmeniz ne kadar etkileyici... Her kitabımda 'öteki'ni anlatmaya çalışsam da karakterlerimin toplamına baktığımda, Üvey galiba en kapsayıcı tanım. Hasarlı ruhlara sahip erkeklerin üveyliği, kimsesizliği, ağır yalnızlıkları, kaçılmaz bir lanet gibi yaşadıkları aşklar... Bu sorunuzun nedenini elbette anlıyorum. Çünkü buradaki ilişkiler ancak iki erkeğin karşılıklı becerebileceği(!) kadar şiddetle, öfkeyle, suçla ve suçlulukla, kafa karışıklıklarıyla dolu. İlişkiler çoğu kez heteroseksüel model kalıplarıyla çerçevelense de kurumlaşamaması, meşrulaşamaması, kapalı ve gizli yaşanması büyük depremlere zemin hazırlayan gaz sıkışmaları gibi… Oradaki yalnızlık erkek cinsi yerine kadın üzerinden yürüseydi rahatlıkla söyleyebilirim ki, daha az derin veya daha az renkli diyemem, ama şiddeti, öfkesi, suçu ve cezası daha az olurdu. İlişkinin suyu daha az bulanık olurdu. Bedenlerini o kadar da birer savaş meydanına dönüştürmezlerdi kanımca.

-Bir okur olarak her kitaptan elbette kendine pay çıkaran biriyim ben de. Kitaplarınızdaki ötekilikten tutun da, yalnızlığa, dışarıda kalmaya, reddedilmeye, bir biçimde şiddeti tatmaya kadar pek çok şeyi ben de herkes kadar tattım sanırım. Ama her okur böyle kitaplarda yazarın ne yaşadığını merak ediyor daha çok. Yazanların yazdıklarını sahih hayatta yaşaması da şart değil, ama yazmak da yaşamaktan çok uzak bir durum değil. Hikâyelerinizde, anlatılarınızda yazdıklarınızın ne kadar içindesiniz?

Bildiğiniz gibi kendi malzemesinden, deneyiminden güç alan yazarlar var, kendi içinden hikâye çıkaran veya dışarıdan, kısaca baktığı dünyadan yararlanan yazarlar var... Kimi günah çıkarır gibi yazar, kimi şeytan kovar gibi. Arınmak için, temizlemek ve temizlenmek için... Veya sadece yazmak denen büyülü, yalnız yolculuğun kendisi için... Ben de birçokları gibi ağırlıklı olarak kendi hikâyemden yola çıktım. Ama kabul edersiniz ki, hiçbir hayat beş altı romana, onlarca öyküye yetmez. Hissetmediğim hiçbir şeyi yazmadım kitaplarımda; kimsenin sahiplenerek sevmediği, yalnızlaştırdığı ama benim kendimi yanında hissettiklerimi yazmaya çalıştım. Uç bir örnek verebilirim. Vampir Béla'da ben ne kadar varsam cüce Paşa'da da o kadar varım, hatta eski Külhanbeyi yeni kayıkçıda da. Zaten hepsi 'öteki', hepsi 'itilmiş', neredeyse inadına yaşayan karakterler, ben de bir azınlık vicdanıyla yaşadığım ve yazdığım için onları yaratma nedenimle yaşatma şeklim de bir bütünlük içinde, iç içe.

- Ben de oraya gelecektim. Bir vampir serisi de yazdınız. Bir dönem serisi de bu aynı zamanda. Tarihi bu kadar eski bir dönemden başlatan bu tür fantastik kurgu kitaplarımız pek azdır. Bu tarihsel dönemi bu türde işleme fikrine nasıl karar verdiniz, Bir Orta Çağ Avrupa'sı değil de, niçin Osmanlı dönemi?

Benim yazmak istediğim öncelikle bir vampir hikâyesiydi. Daha öncekilerden farklı bir vampir olmalıydı, bana göre olmalıydı, hatta madem bir vampir yazıyorum, bu türe de katkılarım olmalıydı. Sahip olduğu gücü kötüye kullanan, havalı bir iblis olamayacağı gibi, destansı kahraman da olamazdı benim vampirim. Yeteneklerinin tam farkında olmayan bir çocuk gibi şaşkın, kalbinin sesini dinleyen, biraz karamsar ama özgür ve el yordamıyla bulduğu kişisel ahlâkında ısrarcı gönülsüz bir vampir... Osmanlı kısmı sonradan yaptığım bir seçim oldu. Daha önce benzer bir örneğinin görülmemiş olması da beni cezbetmiş olabilir gerçi, ama asıl vurgulamak istediğim şu: Birinci kitabın (Béla) II. Mahmud döneminde, ikincisinin (Günah) II. Abdülhamid döneminde geçmesi hiç boşuna değil!

- Hemen hemen karakterlerinizin çoğunda bir ölümsüzlük arzusu var. Günah ve Béla'da da son romanınız Merhum nasıl bilirdi?'de de. Mehmet Bilâl'in kendisinin de ölümsüzlük isteği var mı? sorusu geçiyor insanın içinden…

İster sadece aklından veya gönlünden geçirmiş olsun isterse açıkça dile getirmiş, ölümsüzlük istemeyen biri var mı, bilmiyorum. Bunu istemeyen bir yazar var mı, ondan hele hiç emin değilim. Her şey bir yana uzun yıllardır ölüm üzerine eskisinden daha çok kafa yorduğum doğru. Ölümün bizi mutlaka beklediği bilgisinden, bunun bir haksızlık olduğu hissinden kurtulmanın da bir tesellisi olabilir ölümsüzlük isteği. Bir de unutmayalım, ölüm çok eski bir gerçeklik olmasına rağmen her insana yeni görünür.

- Öykülerinizdeki insanlar toplum istese de istemese de bizim birer parçamız. İktidarlar da toplumlar da insana sermaye muamelesi yapsa da bu döner sermayeyi, bu yerin dibine batası dengeyi bu insanlara borçlu. Ötekileri de, ötekilik meselesini de önemsiyorum. Çünkü ben herkesin öteki olduğuna inanıyorum. Bu mesele yüzünden yazınsal alanda hiç incindiniz mi? İlk kitapta basılma konusunda reddedildiniz mi?

Herkes hayatın, kendi hayatının zorluğundan söz edebilir. Herkes kaderinin acımasızlığından bahsedebilir. Benim de hayatımda hiçbir şey kolay, rahat, dertsiz geçmedi. Ama (hayatımın en büyük zorluklarından biri olacağını düşündüğüm) ilk kitabım konusunda çok şanslıydım. Bir yerlere başvurmak, titreyerek beklemek ve olası bir hayal kırıklığı... Bunları yaşamadım. İlk okuttuğum kişi yakın dostum Gaye Boralıoğlu'dur ve onun psikolojik desteğini hep yanımda hissettim, edebi uyarılarını dikkate aldım. Sonra yine bir başka can dostum Birhan Keskin'e verdim kitabı okuması için. Okuduktan sonra beni aradı, “Bu kitap benim,” dedi. Ben daha ne dediğini anlayamadan kitabın sevgili Dilek Başak'ın Tavanarası Yayınları'nda basılmasını sağladı. Çevremden kitabım nedeniyle beni inciten birkaç kişi de oldu (sonradan bir şekilde özür dilediler gerçi), ama eleştirmenler ve okurlardan gelen tepkiler beni şaşırtarak mutlu etti. Ben dayak yemeyi beklerken takdir gördüm. Ama şunu biliyorum, birçok yayınevi kabul etmezdi ilk kitabımı. Dediğim gibi ben şanslıydım.

- Merhum nasıl bilirdi? geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Tersine bir bakma biçimi olarak niteleyebilir miyiz, bunu bilmiyorum. Ama herkesin öldükten sonra hayatını yeniden izlemek isteyeceğine de eminim. Bu kitap niçin her şey bittiğinde başladı? İnsan yaşarken görmüyor da ölüm yeniden bir görme biçimi mi oluyor ona?

Geçenlerde 2018 notlarımı temizlerken gördüm, aynen ve kısaca şöyle yazmışım: Bir öykü fikri: Kendi cenazesini anlatmak… Demek sadece not etmekle kalmamışım, fikir kafamda gezmiş ki, ismi de gelivermiş bir anda. İlk defa olan bir şey bu bende, tema veya izlek tamam da, ismini bulup kendime yeni bir dert açmak... Sorunuza daha net cevap vermeye çalışırsam, bence insan yaşarken görmüyor değil, pekâlâ görüyor. Ama onu tekrar gözden geçirmesi, yorumlaması, dile getirmesi, tepkisi vs. başka türlü olabiliyor. Hele de karakter benimki gibi bir 'öteki' ise, insan seyircisi bir garsonsa, tek başına değil, ama yalnızsa, yaşamaktan çok kayıt tutuyorsa...

- Ölüm düşüncesinin bir insan terbiyecisi olduğuna inancım var. Fakat ölümü düşünmek ölmeye benzemez elbette. Bu kitapta trajik durumlar da var elbette. Ölümden sonra ve önce… Ölümle iç içe bir kitap ilk kez bana çok ağır ve pesimist gelmedi doğrusu. Çok yerinde telkinler verdi. "Şurada şunu söylemek bana da çok eğlenceli geldi ya da çok acı" diyebileceğiniz bölümler sorsam size kitaptan?

Zaten ölümü ortasına yerleştirdiğim bir kitapta 'koyu kara kapkara' bir şey yazmazdım. Biraz bu dünya ve öte dünya ve de ölüm üzerine biraz sohbet gibi de düşündüm. İtiraf ederim ki, yazarken ve okurken ağladığım yerler var. Ama muhtemelen birçok okurda böyle olmaz. Başka... Doğan'ın ablasıyla birlikte akraba evlerindeki çocukluğunu anlattığı satırlar veya teyzesiyle gittiği hapishane ziyareti, mezarlığa gelen son ziyaretçi... Onları geçelim. Fatoş mesela, bana çok eğlenceli geliyor. Oktay ve Cengiz'in cilve savaşlarını, flört terörünü çok eğlenceli buluyorum. Son düzeltileri yaparken kıkırdayarak okuduğum çok yer oldu.  

- İnsan olarak yaşadığımız dönem de dâhil insanın bir değerinin, ederinin kalmadığı gerçek. Bir sosyolog olarak da metinlerinizde insanın varoluşuna ilişkin pek çok şey bulabilir okur. Neticede topluma en iyi biçimi bir toplum mühendisi verebilir. Yazarken bunun bilincini taşıyor musunuz? Çaktırmadan alttan alttan "Şu toplumu şöyle bir eğiteyim" diyor musunuz? Bunu hangi kitaplarda yaptınız mesela?

Sosyoloji eğitimi gördüm ama kendimi sosyolog olarak görmüyorum. Değerini sonradan daha çok idrak ettiğim bir eğitimim var. Sosyolojinin yanı sıra Felsefe, Psikoloji ve Pedagoji formasyonları. Sürekli okuyan, dinleyen, izleyen ve seyreden, sadece farları değil dörtlüleri sürekli açık biri olarak sanırım kendime bir terbiye kazandırdım, bir kumaş, bir inşaat oluşturdum. Ama kendimi klasik bir öğretmen veya misyoner hissetmedim hiç. Çaktırmadan eğiteyim değil de şu bilgiyi, şu gerçeği araya bir sıkıştırayım diyorum tabii. Örneğin, insan kullandığı bir markayı seçebilir, tercih edebilir veya değiştirebilir, ama kendini değil. Hâlâ 'cinsel tercih' diyenlere 'eğilim' denen şeyi hatırlatmak, eğilimini yaşama biçiminin bir tercih olduğunu söylemek gibi...

- Bu toplumda, bu dünyada elbette insan yok sayıldıkça da ölmüş kadar oluyor.  Dünyanın her yerinde her inanç sisteminde ölümden sonra bir hayat olduğu inancı var. En gelişmişinden, en ilkel kabilesine kadar… Peki, siz ölümden sonra yaşama inanıyor musunuz?

Roman, öykü, şarkı, başka başka bir şeyler de yazmaya çalıştığıma göre...

- Kitaplarınızda bazı bölümlerde insanın aklına bazı ezgiler geliyor. O durumun yoğunluğuna göre. Sanki orada durulmuş yazılırken bir ezgi mırıldanılmış, bazen bir türkü de olabilir, bir yabancı şarkı da. İçindeki ses o cümlelerin içinden geçmiş gibi. Yazarken müzik dinliyor musunuz, kimleri dinliyorsunuz? Müzik metinlerinizdeki yoğunluğu artırıyor diyebilir miyiz?

Yazarken genellikle sözsüz ve alçak volümde müzik dinliyorum. Söz çok çalıyor beynimi. Klasik müzik o açıdan bana çok iyi arkadaşlık ediyor. Çok sık değil ama bazen hemhal olduğum müziğin metnimde nasıl bir yoğunluk, tempo, akış kazandırdığını fark ediyorum.

- Sessizlik bozulursa her şey bozulur. Benim için sessizliğinizi bozdunuz, teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim