Mütevazılık hiçbir zaman gerçek bir üst değer olamamıştır bizde.
Bir ortamda mütevazı olmaya kalkarsanız saygı hemen azalmaya başlar, hissedersiniz.
-Nuri Bilge Ceylan
Sıradanlığın hakiki yetkinliğinden ve hakikatinden hızla uzaklaşmış bir toplumum önemsediği her şey korkunç karanlıktır. Sıradan olan niteliksiz, bayağı ve değersiz değildir; aslında sıralamayı belirleyen de odur ve isterse bütün sıralamayı da bozabilir. Sıra dışı olanları sıradan olmaktan çıkaran sıradan olandır, sıradanlıktır. Hakikat, tam anlamıyla kavradığımızı sandığımız 'şey'leri "kavramış ve kapsamış" dediğimiz bir boyuttan daha ileriye gidecek biçimde tanımlanmadı henüz. Tanımlanamayacak. Yazanlardan çok şey beklemiş olmanın hayal kırıklığının sonucudur belki de biraz bu yazı. Çocukluğunu kitaplardan bir dünyada geçiren herkes okuduğu metni yaratmış kişiyle karşılaştığında çoğu zaman yaşar bu duyguyu. Bir ışıktır ilk günler kapılır, yaklaşır ona pervane böceği gibi ve ancak kanatları yanıp yere düştüğünde anlar -artık bir daha hiçbir zaman eskisi gibi olamadığında- yandığını, yanıldığını, zaman kaybettiğini o ışığın etrafında. Çünkü tıpkı fizikteki gibi geçerlidir her ortamda aydınlanmanın şiddeti; kaynakla yüzey arasındaki mesafenin karesiyle ters orantılı, yüzeyin normali ile ışınların yaptığı açının kosinüsü ile doğru orantılıdır. Yani kaynak yüzeye ne kadar yakınsa aydınlanmanın şiddeti de o kadar etkilidir. Ama bu hem kendini tüketen hem başkalarını tüketen mum ışığı için geçerli değildir. Çünkü ateş ve ışık aynı etkide yetkinliği yaratacak 'şey'ler değildir. En çok da bu yüzden bu çağa bakınca -tam da bugüne- insanın gördüğü 'biraz aydınlatılmış' yeni bir Orta Çağ'dan başka bir şey değildir. Yazanların kendilerini sıra dışı ilan ettiklerinde olup biten de budur.
İyice görüyorum artık düzeni.
Orada, bir avuç insan oturuyor yukarıda,
Aşağıda da birçok kişi.
Ve bağırıyor yukarıdakiler aşağıya:
"Çıkın buraya gelin ki,
Hepimiz olalım yukarıda."
Ama iyice gözlediğinde görüyorsun,
Neyin saklı olduğunu
Yukarıdakilerle, aşağıdakiler arasında.
Bir yol gibi gözüküyor ilk bakışta.
Yol değil ama.*
Yukarıdakilerle aşağıdakiler arasında eylemi bırakıp olguya gömülen yazarlardan bazen ben de çok korkarım. Çünkü artık sadece konuşuyordur -çoğu zaman 'sadece konuşmak' için konuşan- ve söylediği her şeyin çok önemli olduğuna öyle inanmıştır ki saçmalığa katkıda bulunmaktan başka bir şey de yapmıyordur artık. Bir başka düzen kurduğu anda kendine has, kendine ait bir alan; bırakır yumruklamayı tepkisiz bırakmaması gereken düzeni. Saçmalığa katkıda bulunmak da çok önemsiz bir mesele değildir bazen ama saçmalığı bir yaşam biçimi haline getirmek ve onu satmaya kalkmak üstelik saçmalığın karşısında belirmesi gereken her şeyi ortadan kaldırır. Saçmalık böylece saçma sapan olmaya başlar. Takmıştır ardına düşünmeden her şeyi onaylayan bir kitleyi ve alışmıştır da o kitleye çıkıp yüksekten naralar atmaya. Ve bunu istediği düzeyde etkili hale getiremediğini ya da yarattığı etkinliğin seviyesinin düştüğünü fark ettiğinde hastalanır, bu da okurun göremediği taraftır. Çünkü hiçbir şey ve hiç kimse bir fotoğrafta donup kaldığı gibi durmuyor o fotoğrafın arkasında. Oysa yazmanın amaçları arasında -sanatın bütün dalları dâhil buna- egemen olana daima muhalif olmak şartı yok mudur? İşte bu eylemin bırakıldığı yerde belirir küçük sahte peygamberler. Nezaketi bırakmış, tevazu nedir bilmez ve itekler durur hor kullanarak mütevazılığın ruhunu. Sanki aramızdan birileri değil gibiler bazen. Bir eve, bir kavme, bir millete gönderilmiş ulu kişiler gibi davranıyorlar okura, insanlara. Eşitliğin, yüce gönüllülüğün ne olduğunu unutarak ama. Oysa ulaşılmaz olmak için evrenin dışına çıkmayı göze alacak iradeleri de yoktur, cesaretleri de. Her şeyin sınıfsal olmasına karşı olması gerekirken o eşitliği bozan, çoğunluğu sürükleyen ve ezen bu anlayışla mücadele etmesi gerekirken onun bir parçası olmaya çalışması bir yazanın, büyük hayal kırıklığı olur ona kapılmış, ona tutunmuş, ona inanmış okurun.
Arthur Schopenhauer'ın Seçkinlik ve Sıradanlık Üzerine'de üstünde durduğu ve yorumladığı deha doğmak veya olmak kavramına yapışmış, kendi kendini aydın tanımlayanların, bir bakıma Arthur'un da kendi varlığı ve dahası üzerinden ortaya koyduğu kriterler çerçevesinde iddialarda bulunuyor olması; kişilerin kendi kendilerini bir mevkiye, bir konuma tayin etmesi delice bir şey. Fakat Arthur şu konuda gerçekten de çok haklı: Bir şey ne kadar soylu ve mükemmelse onun olgunluğa erişmesi de o kadar geç ve yavaştır. Bazıları çıkıp diğerlerinden neden farklı olduklarını ifade ederken –niçin böyle gereklilikler duyar ki insan?- hastalanmış egolarını ateş tüküren bir ejderha gibi dışa vururlar. Türkiye'de bir şeyler hızla değiştirdi formunu bu yüzden. Genç yazanların büyük çoğunluğunun yakın tarihsel geçmişin bilgisini, sezgisel bilgiyi, ellerinin tersiyle bir kenara itip yalnız kendi yalnızlıkları üzerinden sistemi eleştirmeleri kadar bir önceki kuşakların da artık sözün değeri ve eylem dışında yalnızca anlık gündemlere dair sözler etmesi -gelip geçici bir biçimde, içinde akıl yok aforizmalar yaratarak- Türkiye'de ki yazı ortamı kadar yazanların, aydınların da artık pek çoğunun toplumsal bir meselede bir araya gelip düzen denen düzensizlikle mücadele etmeyip de kendi dertlerine kapılmış olmasının ve daha acısı kendi aralarında bir rant, bir yarışa kapıldıklarının resmidir. Öyleyse Arthur: Beyin bir tür asalağa benzetilebilir, insan bedeninin doğrudan iç ekonomisine katkıda bulunmaz ama onun bir parçası olarak bütün gıdasını ve besinini ondan alır; bedenin en tepesinde güvenli bir şekilde konuk edilir ve burada kendi kendine yeterli ve bağımsız bir hayat sürer, derken de çok haklıdır.
Meselesini yitiren, o meseleyi bulduğu yerde–ondan kişisel hırslarıyla yeterince faydalandıktan sonra- bırakan bir yazanın tarihte de yazın alanında da konuşan bir ölüden pek farkı yoktur ve böylece değerini sadece nekrofililer bilir, başka hiç kimse değil. Böylece sadece kendi varlığını korumaya alır, kendi vücut ve şahsi düşünsel bütünlüğünü koruduğunu sanır. Amacını yitiren bilincini yitirdiği için yanıldığını anlamaz ama. Toplumdan birey olarak ayrılmak –onun hep içinde kalarak- iyi, güzel ama o toplumu sürü yönetimine terk etmek ve bundan faydalanmak iki yüzlülük değil midir? Yani eşitler arasında kendine yer bulduğunda sadece kendi için kendi idealleri uğruna bir koşuya kapıldığında, sadece kendi hayat konforu için başarı kriterlerine uyum sağlayan bir yazan neden toplum için bir anlam ifade etsin ki, çok satmaktan başka? Kişisel gelişim kitaplarına dönüşen düşünsel yaratılar kime hayat vaat edebilir, kendini yanılarak tekrarlamaktan başka? Topluma hiçbir şey vermeden artık sadece sürekli ondan vergi alır gibi onu tüketircesine ondan 'sadece alan' bir yazan toplum için neden gerekli ve önemlidir ki?
Bir yazanın eserini sunma şekli olarak bu sunumun içine, yanına şahsiyetini nasıl koyduğu da çok önemli. Bütün bu dünya, bütün bu insanlar, Tanrı bile kendiliğinden bir dengenin kısa sürede kontrolünü kaybetmesinin ürünü olan sonsuz kötü iktidarların elinde. Bu sonsuz kötülük insanların kendi elleriyle icat ettikleri bir çeşit cinayet. Ve durmadan geliştirirler bunu ama şu var ki -pek akıllara gelmez- kültür tarihi affetmez. Bütün temelsiz ideolojiler, bütün iktidarlar ve kısacık hayatlarını kısacık bir şöhretin afetiyle mahvedeceklerinin bilincini yitirdiğinin farkında olmayanlar en zor şeyin peşindeler artık. Bir yalanın, bir hayalin; sonsuza kadar var olmanın. Oysa varlık sadece bir anlıktır. Sonsuz olan geriye berrak bir hatıra gibi eşitliği bir düzen fikri olarak bırakabilmektir, içinde mutlak bir bilinç taşıyan. İnsanlık için istenilen bütünlüğü kurmaktan kaçınmak, sadece kazanmak, ileride olmak ya da bir 'ben' yaratmak arzusu her şeyi yok saymak, yok etmeye yeltenmek değil midir? Bir Yaşar Kemal sahiciliği, Bir Aziz Nesin dürüstlüğü neden yazanları bir arada aynı kötülükle mücadeleye çağırmıyor da kendi aralarında kibirli, narsist bir yarışın içinde toplumu da gittikleri yere sürükleyecek en alt düzeydeki bilinci veriyor? Klişelerle, ön yargılarla dolu kişisel gelişim kitapları okuru pek bilemiyorum ama onları yazan, ortaya koyanları geliştiriyor mu acaba? Her kim olursa olsun sıradanlığını kaybettiği zaman, o sıradanlığı aşağılayıp azımsadığı zaman fikirsel, yazınsal, varlıksak namusunu, haysiyetini kaybeder. Bir yazan eğer yazmayı, ortaya yeni fikirler, düşünüşler koymanın amacını yaşam konforunu gereğinden çok daha fazla bir düzeye çıkarmak amacı güderek gerçekleştiriyorsa onun inancı bozuk bir tüfek gibi elinde patlamalı. "Bizden biri" olmayı kendine yediremeyen bir yazarın "biz" olması, "biz"den olması hakiki olmadığı gibi bayağı tanımlanan sıradanlıktan da aşağıda bir şey olarak kalmalı. Çünkü onda ölüm düşüncesinin duyumsatıcılığı yoktur. Oysa ölümü düşünen bir yazar -Aziz Nesin gibi- sıradanın yetkinliğini ancak şu sözleri dile getirdiğinde ve ona neden inanması gerektiğini idrak ettiğinde gerçekten bir deha olarak kabul görecektir:
Ölümü kesin bilen insan namussuzluk ve alçaklık yapamaz, ahlaksızlık yapamaz. İnsan bu ölüm duygusunu, beynine bir kıymık girmiş gibi her an duyarsa sanırım kötü insan olamaz.*
*Şiir: Bertholt Brecht
*Aziz Nesin