01 Temmuz 2021

Kitaplar sadece birer hayal dükkânı değildir: İstanbul Sözleşmesi neden gerekli?

Türkiyeli yazarların sözleşmeye dair beyanları

böylesi çok iyi
değiştirmeyelim hiçbir şeyi!
bunu mu diyelim güle oynaya?
bardağı görelim de
ölmeyi mi seçelim susuzluktan?
boşunu mu alalım
dururken dolu bardak?
yani biz hep dışarıda mı kalalım?
titreyelim mi soğuktan
içeri buyur edilmedik diye?
bekleyelim mi hep
nasılsa büyüklerimiz daha iyi düşünür diye?
en iyisi kalkmak,
yeter artık demektir
vazgeçmemek için
kırıntısından bile yaşamanın
karşı çıkmaktır var gücümüzle
acıyı doğuranlara,
yaşanır hale getirmektir
bütün insanlara dünyayı.*

İktidarlar, ülkeleri yönetenler, tüccar olunca aldıkları kararlardan hayır beklemek hata olur. Gözünün gördüğü her şeyi satışa çıkaranlar için insan da elbette sadece bir nesnedir. Ve bu canlı nesne sosyal ve iktisadi bir sermayeden başka hiçbir şey değildir onlar için. Kendi çıkarını halkın çıkarından üstün tutanların halkı temsil etmediğini insanlara başka nasıl ifade etmek gerekir? Evrende dokunulmazlıkların kendine hizmet edenlerin yorumuna mahkûm bırakılan kutsallar nezdinde yasallaşması kadar saçma başka ne var? Ki o kutsalları okuyup da diğer insanlara aktaranlar kim ya da daha önemlisi aktarma biçimleri, yöntemleri nedir? Sahi, kim oturup da kendi kendine düşünüyor bir kutsalın neyi neden ve nasıl söylediğini? Yani aynı dinden, aynı ideolojiden, aynı takımdan, aynı partiden olmayınca neden eşitlik ve adalet sistemi dengesi bozuk bir terazi gibi el değiştirip duruyor, sadece en güçlüler arasında? Burada bu gücü kullananlara bu gücü veren kim?

"Yasalardan üstün bir yasa varsa o da vicdandır"

Bu "son" yüzyıl insanın varlığıyla yine insanı sınıyor ve herkeste sabır ve tefekkür derslerinin ustalığı etkisini zehirleyen bir siyaset biçimi olarak gösteriyor. Sabır ve sebat insanı intihara götüren olguların başında gelir. Neye sabır, neye sebat ettiği de çok önemli değil. "Değişim" artık bu eylemi tanımıyla dahi karşılamaz hale gelmiş bir kelime. Sanki gece yarısı KHK ile boşaltılmış kelimelerin içi bile. Kutsallar da kurallar da eğer insana, çocuğa -çocuğu insandan ayırıyorum-, hayvana, tabiata zarar veren hiçbir şeyi ortadan kaldırmıyor, gerçekten hakkaniyetli bir ceza sistemi ile suça karışmış bireyleri caydırıcı etkide cezalandırmıyorsa "burada bir dert var, burada bir hata" dedirtmeli. Sahi, niçin dedirtmiyor sistem bunu kimseye? Yalnız insanda anlamlı bir hale gelen akıl ve irade neden oy sandıkları dışında geçerli değil bu yeryüzünde? Yasalardan üstün bir yasa varsa o da vicdandır. Çünkü ancak temiz bir vicdan aklın yakıtıdır.

İnsanlar sanıyorlar ki kitaplar sadece birer hayal dükkânı. Değil! Bu böyle olmadığı için her yerde önce ders kitaplarının içeriği değişir. Bu elbette bir stratejidir. Toplum da bir makinedir. İnsan üretir ve insan için insana dair pek çok şey. Bu strateji de bir üretim sistemidir aynı zamanda. Toplum denen makinenin çalışması gerektiği gibi çalışmasına engel bireyler yaratır ki hep istenen biçimi alsın, hep istenen insan tipini kalıcı kılsın. Yani hep öldüren, hep zarar veren bir insan tipi…  Çünkü böyle dönüyor bu zalim değirmen, insanı öğüte öğüte. Yeni gündemler yaratıyorlar böylece. Kadın cinayetleri, şiddet, çocuk istismarı ve iddia edilenin aksine ailenin bütünlüğü ve bir arada yaşamanın sağlıklı sürdürülebilirliği için uluslararası bir teminat olan İstanbul Sözleşmesi'nin feshine dair girişimle birlikte -sadece ilk 27 gün- 28 kadın vahşice öldürüldü. Bu vahşet kelimesine özgürlük verildi ve o da böylece dehşetli bir şeye dönüştü. Çocuk istismarı, ensest, insan ticareti bir hız treni gibi geçiyor içimizden. Bu da bir dönüşüm elbette ama Zygmunt Bauman'ın Retyopya adlı kitabındaki Kabileye ve Eşitsizliğe Dönüş başlıkları altındaki dünyaya dönüş biçiminde.

Ne dediği belirsiz din adamlarının tayin edebileceği bir şey değil bireylerin hayatı ya da onların istediği şeyler doğrultusunda şekil almamalı kimsenin inancı. İş bu gidişatla akıl da irade de rafa kaldırılır.  O halde insana bir akıl ve irade verdiğini söyleyen Tanrı'nın ne hükmü kalır? Türkiye'den ne İran olur ne de Hindistan. Ancak bu ikisinin karışımı bir ülke sahip olduğu jeopolitik konum sebebiyle de İstanbul Sözleşmesi gibi bir anlaşmanın ortadan kaldırılmasıyla görünenden çok daha büyük bir felakete açılır. Bir güzergâh olarak Türkiye eski dünya (şark) ve yenidünya (batı) arasında bir köprü olarak da yeni insan ticaret yollarını açmış da olur. Bir ülkenin köle pazarı olduğunu düşünebiliyor musunuz?  İnsan ticaretinde bir köprü…  Yeni burjuva toplumlar oluşturma çabası -kadınlar ve çocuklar üzerinden-. Komplo teorileri değil bunlar. Nelerin nelere dönüşebileceğini öngörmek zor değil. Buna örnek ülkeler, milletler var. Tarih tekerrürden ibretler sahnesidir. Bir silsile dalgası ile kendini gösterir. İlk insandan bu güne kadının varlığı hep bir mesele olmuştur. Çünkü batıl öyle istemiştir. Kendi kadınlarını bu düzenin dışında tutarak bir biçimde ama onlara da kendi istediği şekli ve bilinci vermiştir.

Psikotarihin önemli teorisyenlerinden biri olan Lloyd de Mause Çocuk İstismarı ve Savaşın Kökenleri'nde tarihin en eski dönemlerinden bu yana birçok toplumun bebeklerini öldürdüğünü, sakat bıraktığını, istismar ettiğini disiplinler arası bu çalışmasıyla ortaya koydu. Sebep insanı yaptıklarına rağmen cezalandıran bir hukuki sistemin olmayışı, gelenekler ve din üzerinden milletleri ve ülkeleri yönetenlerin insanlara dayattıkları varoluş biçimleri. Sebep İstanbul Sözleşmesi gibi bir sözleşmenin hayata geçmemiş olması. Yeryüzündeki en zalim azınlık çoğunluktan çok daha fazla şeye sahip olan yöneticilerdir ve her zaman daha fazlasını isterler. İstanbul Sözleşmesi'ne sadece kadınlar kapsamında bakılmadığını biliyoruz. LGBTİ+ ve tabii ki çevresel rant üzerinden kırılacak sermaye getirisi için de hoş karşılanmıyor.

Ne tuhaf şey değil mi? Aşağıda olup bitenlere yukarıdan bir Tanrı'nın yıldırımlar yağdırmayıp da onun yerine ve onun adına insanların "ilahi" kararlar alıp vermesi… Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabında da olduğu gibi kadının iş gücünün, her şeyin kaynağı olması… Belki de sorun budur. Virginia Woolf'un Kendine Ait Bir Oda, Ursula L.Guin'in Karanlığın Sol Eli, Maya Engelou'nun Kafesteki Kuş Ne Şakır Bilirim ve daha pek çok kitapta kadının varoluşu üzerine okumalar yapan herkes İstanbul Sözleşmesi'nden neden geri çekilmek istendiğini bu kadarcık kitapla bile kavrar. Fakat her şey o kadar süratle bozuldu ki -buna değişim diyorlar!- insanlar kitap okumaktan imtina ediyorlar. Oysa bu kitaplar bile dolaylı yoldan anlatıyor her şeyi. İstanbul Sözleşmesi'nin tam metni daha anlaşılır ve apaçık bir metin olmasına rağmen henüz toplumun büyük bir yüzdesi okumadan manüpilasyonlar ve siyasi tehditlerle, dini bir silah gibi kullananların dayatmalarıyla bir tek kişinin kararına bırakıyor metnin kapsadığı her şeyin akıbetini. Bir tek kişinin iradesine dayalı bir karar -esası yok, usule ters- yüzlerce kadının, çocuğun, ailenin ve diğer bireylerin yaşam hakkı ve yaşam tarzlarına neye dayanarak sınırlar belirliyor? Bu toplum her dönem onayladığı, kabullendiği kararlar yüzünden en az bir kez büyük bir pişmanlık duymuş bunun yansımasını yaşamıştır, izini taşımıştır. Oysa şu an içinde bulunduğumuz dönem bu pişmanlığı her gün yeniden yaşıyor ve toplumun iradesiyle topluma bir iyilik yapılıyormuş gibi bir manzaranın altında bütün sulara insan kanı karışıyor. Bu iyi adamlara Bertolt Brecht daha o günler şöyle diyordu bir şiirinde:

Anladık iyisin,
Ama neye yarıyor iyiliğin?
Seni kimse satın alamaz,
Eve düşen yıldırım da
Satın alınmaz.
Anladık dediğin dedik,
Ama dediğin ne
Doğrusun, söylersin düşündüğünü,
Ama düşündüğün ne?
Yüreklisin,
Kime karşı?
Akıllısın,
Yararı kime?
Gözetmezsin kendi çıkarını,
Peki, gözettiğin kiminki?
Dostluğuna diyecek yok ya,
Dostların kimler?
Şimdi bizi iyi dinle:
Düşmanımızsın sen bizim,
Dikeceğiz seni bir duvarın dibine...
Ama madem bir sürü iyi yönün var,
Dikeceğiz seni dibine
İyi bir duvarın,
İyi tüfeklerden çıkan,
İyi kurşunlarla vuracağız seni.
Sonra da gömeceğiz,
İyi bir kürekle,
İyi bir toprağa...* 

İstanbul Sözleşmesi neden gerekli?

İnsan kıskacı haline gelen toplumsal yönetimin iptal kararına karşı "İstanbul Sözleşmesi neden gerekli?" Türkiyeli yazarların sözleşmeye dair beyanları:

"İstanbul Sözleşmesi belki de uzun vadede erkeğin şiddet hastalığını da tedavi edecektir"

Ahmet Tulgar: İstanbul Sözleşmesi'nin hukuki ve teknik bir sözleşme olması, onun aynı zamanda toplumsal ve gündelik hayattaki bir sağlık sorununa ilişkin olduğu gerçeğini unutturmamalı. Kadına yönelik şiddetten çocuk istismarına ve homofobik saldırılara kadar erkeklerce işlenen birçok suç, eril ideolojilerin erkekleri hasta etmesinden kaynaklanıyor. Erkekte her zaman bir iktidar iddiası ve kendine atfettiği şiddet yetkisi ile ortaya çıkan eril ideolojiler bir aşamasında erkeği yetmediği ve denetleyemediği cinsel farklılıkları ve uzağına düşmüş olduğu masumiyeti kendi bedeni ile kendince kirletmeye ve bedensel şiddetiyle imha etmeye yöneltir. İstanbul Sözleşmesi içerdiği hukuki ve teknik önlemlerle kadınları, çocukları ve LGBTI+ bireyleri eril şiddetten korurken, belki de uzun vadede erkeğin bu şiddet hastalığını da tedavi edecektir. 

"Bir iktidar, toplumu neden kadına şiddet uygulamaya, tacize, kadınları ve çocukları istismar etmeye teşvik etmek ister?"

Altay Öktem: İstanbul Sözleşmesi'nin önemi tartılmaz. Ben konuya tersinden yaklaşarak İstanbul Sözleşmesi'nden hangi çevrelerin rahatsız olduğu, Türkiye'nin bu sözleşmeden neden çekildiği ve bu sayede nasıl bir toplumsal yapı oluşturulmaya çalışıldığını düşünüyorum ve ülkemiz adına çok tedirgin oluyorum. Bu sözleşme, imzalayan ülkelerin kadına yönelik fiziksel, cinsel veya ekonomik şiddet, tecavüz, taciz, zorla evlendirme gibi konularda hukuki yaptırım uygulamasını zorunlu kılıyor. Peki, nasıl bir zihniyet tüm bunlara mümkün olduğunca hukuki yaptırım uygulamayalım diye düşünebilir? Ceza kavramı sadece bireysel, sadece suç işleyene yönelik bir uygulama değildir. Ceza, aynı suçu işlemeye eğilimli olanlara yönelik bir mesajdır. O yüzden de suçun işlenmesini engelleyici etkisi vardır. Cezasızlık ise teşvik edicidir. Bir iktidar, toplumu neden kadına şiddet uygulamaya, tacize, kadınları ve çocukları istismar etmeye teşvik etmek ister? Kurdukları sistem ve bu sistemin sürdürülebilirliği açısından tehdit olarak gördükleri kesimi bertaraf etmek için elbette. Bu yeni bir şey değil; Ortaçağ Avrupası'ndan Ortadoğu diktatörlüklerine kadar farklı coğrafyalarda ve farklı zaman dilimlerinde yaşanan bir gerçeklik. Modern ve eşitlikçi bir toplumda iktidarlarını sürdüremeyeceğinden emin olanlar, uyguladıkları dini, etnik, politik ayrımcılığa cinsiyet ayrımcılığını da eklerler, hatta en fazla bunu eklerler. Kötülükten beslenenler kötülüğün, şiddetten beslenenler şiddetin, ölümden beslenenler ölümün tohumlarını eker. İstanbul sözleşmesi ise yaşatır; yaşatmaya yönelik bir akittir. Bu yüzden İstanbul sözleşmesini savunmak hayatı savunmaktır.

"İstanbul Sözleşmesi yaşamı savunmanın adıdır"

Betül Dünder: Türkiye'nin taraf devletlerden biri olarak sözleşmeyi imzaladığı 11 Mayıs 2011 ve yürürlüğe girdiği 1 Ağustos 2014 tarihinden beri, sözleşmenin gözettiği toplumsal cinsiyet eşitliği ve her türlü ayrımcılığa karşı 6284'ün uygulamasındaki bilinçli ihmaller, faillerin cezasız kalışı, sistematik bir şiddetin yaratılması cellâtlar ülkesine dönüşmemize sebep oldu.

Sözleşme'nin en önemli özelliklerinden biri de "denetim mekanizması" ile imzacı taraf devletlerin yükümlülüklerinden biri olan "Şiddetin önlenmesi için zihniyet değişikliği sağlamak"! Toplumsal cinsiyet eşitliğine dayanan, cinsiyet kimliklerini gözeten ve ötekileştici, ayrımcı bir şiddet ağını ortadan kaldırmak adına uluslararası bağlayıcılığı ve denetimi olan İstanbul Sözleşmesi'ni feshetmek tek cümleyle "yaşam hakkı"mıza açık bir müdahaledir. Kadını, çocuğu bir arzu nesnesi olarak görenlerin çoğulluğu karşısında; kutsal aile miti ile sistematikleşen şiddetin üzerini örtmek ve mağdurdan yana tavır almamak "benim sözümü dinleyemeyenin" katli vaciptir demenin başka bir hâli.

İstanbul Sözleşmesi yaşamı savunmanın adıdır. Kadınların hayatta kalma savaşının adıdır. Şiddetsiz bir toplumun, etik bir yaşam kurabilmenin, adaletin sağlanabilmesinin adıdır. Bugün buna direnç gösterenin karşısında kendimizi ve çocuklarımızı bu ölümcül zihniyetin elinden kurtarabilmek adına mücadelemizin adıdır. Bugün kadın cinayetlerinin bir dipnota dönüşmemesi, şiddet çarkının kırılması ve en önemlisi öncelikli olarak- toplumun herkesiminden kadının; istismara, tacize, tecavüze ve ölümlere karşı hayatta kalma ağını yaratabilmesi için bir araya gelmesi olmazsa olmaz bir koşuludur. Anıtsayaç çünkü, bir ölü kadınlar baladı! O duvarın yükselmesine izin vermeyeceğiz.

1930'larda İngiltere'de yapılan bir eylemde belgelenen şu fotoğrafa bir daha bakın.

Değersiz değiliz! Hiçbir zaman dünyanın hiç bir yerinde değersiz değiliz!

Feshi tanımıyor, mücadeleye devam diyoruz... 

"Bu sözleşme ev içi şiddet gören ya da partner şiddetiyle karşılaşan queer kadınlar için de..."

Burçin Tetik: İstanbul Sözleşmesi'nin kadınları koruduğu bilinse de hangi kadınları, hangi şartlarda koruduğu pek bilinmiyor. Madde 4/3 şöyle der: "Taraflar bu sözleşme hükümlerinin, özellikle de mağdurların haklarını korumaya yönelik tedbirlerin, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya başka tür görüş, ulusal veya sosyal köken, bir ulusal azınlıkla bağlantılı olma, mülk, doğum, cinsel yönelim, toplumsal cinsiyet kimliği, sağlık durumu, engellilik, medeni hal, göçmen veya mülteci statüsü veya başka bir statü gibi herhangi bir temele dayalı olarak ayrımcılık yapılmaksızın uygulanmasını temin edecektir." 

Lezbiyen, biseksüel ya da trans bir kadın İstanbul Sözleşmesi gereğince devlet koruması aldıkları süreçte kimliklerinden ötürü ayrımcılığa uğrayamazlar. Yani her ne kadar bazı kadın grupları kendilerini lubunyalara mesafeli konumlayıp devletin bizden beklediği "makul kadın" üzerinden politika yapsalar da gerçek şu ki bu sözleşme ev içi şiddet gören ya da partner şiddetiyle karşılaşan queer kadınlar için de var. Zaten sözleşmeden çekilmede günah keçisi ilan edilenler de yine LGBTİ+ oldu. Son aylarda her koldan kuşatılmış bir şiddet sarmalıyla yaşamak zorunda bırakılan, Onur Günü'nde polis şiddetiyle karşılaşan, renkleri yasaklanan, tehditler alan LGBTİ+'lar artık böyle bir hedef haline geldi ki adeta dokunan yanıyor.

Ancak kadın ve LGBTİ+ hareketlerinin Türkiye gibi bir ülkede birbirinden bağımsız ilerlemesi, hak araması ve hayatta kalması mümkün değil. Bu yüzden yılmadan, vazgeçmeden, sessizleşmeden İstanbul Sözleşmesi'nin kadınlar ve lubunyalar için hayati önemini telaffuz etmeye devam edeceğiz.

"Fesih kararı, hukuk usulü açısından da yok hükmündedir"

Çağla Çinili: İstanbul Sözleşmesi nedir? İstanbul Sözleşmesi bizler için neden bu kadar önemlidir? Kısaca "İstanbul Sözleşmesi" olarak bildiğimiz Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından 11 Mayıs 2011'de İstanbul'da imzaya açıldı. Türkiye bu sözleşmeyi ilk imzalayan ve parlamentosundan geçiren ilk ülke oldu. Bu kapsamda sözleşme, 1 Ağustos 2014 tarihinde ülkemizde fiilen yürürlüğe girdi. Sözleşmeye taraf oluşumuz "Nahide Opuz" davası ve akabinde pek çok STK ile kadın kuruluşlarının ayaklanması sonucunda elde edilmiş bir kazanımdır. Hukuki olarak önemlidir çünkü bu sözleşme uluslararası bir sözleşme olduğundan Türkiye, 1982 Anayasası'nın 90. maddesi uyarınca iç hukukunu, sözleşme çerçevesinde düzenlemek zorunda kalmıştır. Bir diğer yandan Anayasa madde 90'a göre "...milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle "çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır..." hükmü bu sözleşmenin iç hukuktaki her aykırı düzenlemenin üstünde olduğunu vurgular. İç hukuk derken kastedilen nedir? 6284 sayılı AİLENİN KORUNMASI VE KADINA KARŞI ŞİDDETİN ÖNLENMESİNE DAİR KANUN'dur. Hâkimlerin karar verirken Türk Medeni Kanunu kapsamında kendilerine tanınan takdir yetkilerini nafaka ve velayet hususlarında kadın ve çocuğun üstün yararını gözeterek kullanmasıdır. 

İstanbul Sözleşmesi şiddet mağdurları için devlet, adliye ve kolluk kuvvetlerinin acilen almak zorunda olduğu akut koruyucu ve önleyici tedbirleri içeren bir çatıdır. Temel hak ve özgürlükleri konu alır. Madde 90 kapsamında kanun yerine geçer hatta kanunun da üstündendir.  Yine Anayasa madde 104 der ki: "Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez. Anayasada münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Kanunda açıkça düzenlenen konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamaz. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile kanunlarda farklı hükümler bulunması halinde, kanun hükümleri uygulanır. Türkiye Büyük Millet Meclisinin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, Cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükümsüz hale gelir."

Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi'nden KHK ile tek taraflı fesih kararı, hukuk usulü açısından da yok hükmündedir. Her şeyden hatta tüm bu hukuki bilgilerin de evvelinde çocukları ve şiddet tehdidi altındaki bireyleri korumaya yönelik taraf olunmuş bir sözleşmeden çekilmek kararı, insan vicdanına ve mantığına sığmayan bir harekettir. Böyle bir sözleşmenin neden önemli olduğunu bir senedir her mecrada anlatmak zorunda kalmaktan dolayı tarifsiz bir utanç duyuyorum.  

Deniz Durukan: İstanbul Sözleşmesi, içerdiği maddelerle erkek şiddetine izin vermiyor. O yüzden "İstanbul Sözleşmesi yaşatır" diyoruz. Bu sözleşme sadece hayatımızı güvence altına almıyor, temel hak ve özgürlükler bağlamında da eşitlikçi bir anlayış taşıyor. Toplumsal cinsiyete dayalı kadına yönelik her türlü ayrımcılıkla mücadeleyi ve bu doğrultuda hukuki düzenlemelerin yapılmasını şart koşuyor. Dil, din, ırk, siyasi görüş, cinsel yönelim, göçmen, yaşlı, engelli ayrımı yapmadan şiddet gören veya görme ihtimali olan herkesi korumayı, farkındalık yaratmayı amaçlıyor İstanbul Sözleşmesi. Ev içi şiddet ve tacizi önlemeye yönelik uygulamaları kapsaması çok önemli. Bu sadece kadınları değil, evde şiddet gören tüm bireyleri, çocukları, herkesi, her türlü şiddetten, istismardan, tacizden korumayı ve gerekli önlemlerin alınmasını kapsıyor. Tüm maddeleriyle, eksiksiz olarak İstanbul Sözleşmesinin hayata geçirilmesi demek; kadınların, çocukların, LGBTİ bireylerin bu düzenlemeler sayesinde kendini daha güvende ve değerli hissedeceği, ayrımcılığa uğramayacağı, yasalarla hakkının gözetileceği demektir. O halde neden İstanbul Sözleşmesi iptal edildi? Niye ülkeyi yönetenler, şiddet gören, dövülen, öldürülen, tecavüz edilen kadınların çığlığına, "İstanbul Sözleşmesi uygulansın" çağrısına kulak vermez? Neden? Soruyorum planınız nedir? Ne yapmak istiyorsunuz?

Ece Temelkuran: Çünkü canları öyle istediği için kadınları öldürebilmelerini istemiyorum.

Ethem Baran: Dünyayı kendince okuma biçiminin, hayatı algılama ve yine kendince yaşama tercihinin bir sonucu olarak bakmaya çalıştığımızda bile akla uyduramayacağımız yönleri var bu düşüncenin. Kendilerine biçtikleri yaşama şekli ve dünya görüşü, gelecek tasavvuru gibi görünen durumun aslında kendileri için değil, kendilerinden olmayanlar için tasarlandığını görmek işin vahşi, acımasız, ahlaksız ve hukuksuz taraflarını göz önüne seriyor. Vicdan derseniz zaten yok! Dürüstlük mü? O da ne? Kötülüğün, kötü olmanın, vicdansızlığın, ikiyüzlülüğün, kaypaklığın her türlüsünü bünyelerinde taşıyor bunlar.

Fuat Sevimay: İstanbul Sözleşmesi zarar gören veya görebilecek olanlar lehine denge sağladığı ve zarar vermesi muhtemel kişiler nezdinde caydırıcı olduğu için ama en önemlisi gücünün baskıdan alan iktidarların direncini kırdığı için önemli. Emek, doğa ve kadın hakları öncelikli mücadele alanıdır ve İstanbul Sözleşmesi bu mücadelenin en önemli cephelerinden biridir.

"İstanbul Sözleşmesi iptal edilse dahi yok sayılamaz artık"

Jaklin Çelik: Birçoğumuz gibi ben de şunu anlamakta zorluk çekiyorum: Bu kadar çok kadın cinayeti, bu kadar çok ensest, taciz ve tecavüzün yaşandığı bir ülkede geniş vadede iyileştirme garantisi veren bir sözleşme neden iptal edilir? İptaline dair öne çıkan en güçlü söylem sözleşmenin Türk aile yapısına uygun olmadığı.

Şiddet üçüncü sayfa kadar bile uzağımızda değil. Eğitimli eğitimsiz, toplumun her kesiminde kadına çocuğa, doğaya, hayvana öldürücü dokunuşlar yapan bir akraba, bir arkadaş, bir tanıdık, bir komşu kadar yakınımızda artık. Hâl böyleyken İstanbul Sözleşmesi neden iptal edildi? Bu mudur korunması gereken Türk aile yapısı? İstanbul Sözleşmesi'ni iptal etmek yerine bu deforme olmuş yapıyı elden geçirip iyileştirmeye çalışmak daha doğru bir yaklaşım olabilir. Unutmayalım ki İstanbul Sözleşmesi iptal edilse dahi yok sayılamaz artık. Ülkenin vicdan sahibi insanları bu sözleşmenin peşini bırakmayacaktır.

Nilay Özer: İnsanı ilerlemeci bir kavrayışla, insan hakları ve etik bilgisi içinden biçimlendirmek istiyoruz. Bunu ancak iyi bir siyaset başarabilir. Şiddeti evlerden, ilişkilerden uzak tutmak İstanbul Sözleşmesi'nin uygulanmasıyla mümkün. Sözleşmeden çekilmek, iktidarın bizi şiddete ve ölüme terk etmesi demek. Bunun bir gerekçesi, açıklaması, affı olmaz. Halk olarak maruz bırakıldığımız değersizleştirme, yoksullaştırma, hukukun ve hakikatin önemsizleştirilmesi, İstanbul Sözleşmesi'nden çekilme kararı ile toplumu ve iktidarı bataklığa sürükler. Bu, açıkça, biz hükümet olarak kadınları, çocukları şiddet görmeye açık hâle getiriyoruz demektir. Sözleşme bizim hak ettiğimiz yasal çerçevedir ve bir an önce uygulamaya konmalıdır. 

Sözleşme, şiddetin önlenmesi konusunda devleti, kurumları, kişileri sorumlu tutması ve şiddetin cezalandırılması bağlamında getirdiği düzenlemelerle bir çıkış kapısıdır. Elimizdeki tek umuttur. Sözleşmeden çıkmak değil, tersine sözleşmeyi tanıtmak için uğraşmalıdır devlet. Şiddeti, cinayeti normalleştirmenin çok ağır sonuçları olur. Kadına yönelik şiddetin devlet şiddeti olarak okunabileceği bir evreye varırız. Kadınların kanı herkesin eline bulaşır. Sözleşme, Türkiye toplumunun yolunu, saygınlığını belirleme gücüne sahip.

Mehmet Bilâl Dede: Çünkü yaşam hakkı babaların, kocaların ve iktidarların insafına ve pazarlığına bırakılmayacak bir haktır.

"Bu çağda bunları konuşuyor olmaktan dolayı hicap duyuyorum"

Murat Gülsoy: İstanbul Sözleşmesi'nden çıkılması ve LGBTİ+ haklarının tartışılması evrensel temel insan haklarına aykırıdır. Ben bu çağda bunları konuşuyor olmaktan dolayı hicap duyuyorum. Hükümetlerin görevi hiçbir ayrım yapmaksızın tüm bireylerin güvenlik, refah ve mutluluğunu sağlamasıdır. Bunun tersi uygulamaları eleştirmek ve karşı çıkmak temel insanlık görevidir.

Pınar Doğu: Türkiye'de tüm kadınların ve çocukların suç öncesi ve sonrasında korunması, üstün yararının gözetilmesi, adil yargılamanın yapılması kadar sahih bir eşitliğin sağlanması için de gerekli. İlaveten siyasal İslamcılığın sözleşmeyi ve savunucularını itibarsızlaştırma çabası, iftira ve karalamalarla toplumu manipüle etmesi bilgi kirliliğine yol açtığı için dürüstlük ve şeffaflığın sağlanması adına da gerekli. Bugüne kadar sessizliğimizden güç alanlar bilsin ki hiçbir suç gizli ve cezasız kalmayacak.

Polat Özlüoğlu: Bu sistem kadınların özgür birer birey olarak güçlenmesini, kendine yetmesini, bir erkeğe muhtaç olmadan ekonomik olarak yaşamasını, aile, toplum baskı ve şiddetinden ve eşitsizlikten kurtulmasını istememektendir. Sözleşme kadına, çocuğa ve ötekine uygulanan her türlü eril tahakkümü ortadan kaldırmayı amaçladığı için yürürlükte kalmalıdır. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğini önlemek, daha özgür daha güçlü bir kadın perspektifine kavuşmak için sözleşmeden vazgeçmemeliyiz. Kadınlar tüm dünyada hayatını güvenli bir şekilde idame ettirmek için bu sözleşmeye ihtiyacı vardır.  

"İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmek, sözleşmenin içerdiği maddeler yasalarda zaten varsa da yoksa da, potansiyel mağdurlarla potansiyel suçlular arasında bir seçim yapmak demektir"

Saadet Özen: Esasen yasaların zaten güvence altına almış olması gereken toplumsal eşitlik sağlanamadıysa, uluslararası bağlayıcılığı olan, karşılıklı sorumluluklarla yürüyen bir sözleşme devlet kurumlarına ve bireylere düşen asli görevleri hatırlattığı gibi, her gün hayat kurtarabilir de. Yasalar mağduru korumak konusunda, hem netlikte hem uygulamada güçten düşmüşken, cinsiyetleri, yönelimleri sebebiyle insanların öldürüldüğü ortadayken, bu alanda bağlayıcılığı olan ilk uluslararası sözleşmeden vazgeçmek, geri atmak gibi bir tavır faili güçlendirir. İstanbul Sözleşmesinden vazgeçmek, sözleşmenin içerdiği maddeler yasalarda zaten varsa da yoksa da, potansiyel mağdurlarla potansiyel suçlular arasında bir seçim yapmak demektir. Kısacası İstanbul Sözleşmesi gerekli, çünkü mevcut durumda ne yapılsa az gelir.

Şengül Can: Bu sözleşmeyi imzalayarak taraf olan devletler biz kadınların ve LGBTİ+'ların şiddetsiz, özgürce, ayrımcılığa maruz kalmadan yaşama haklarımızı savunmaya da taraf oluyor. Yani yaşatmaktan yana taraf oluyor. Sözleşme bu anlamda önemli bir adım. 2011 senesinde ilk imzacısı olduğumuz bu sözleşmeden vazgeçmek yerine sözleşmenin tam anlamıyla uygulanması için gerekli tedbirlerin alınması, şartları iyileştirmek adına yeni düzenlemelerin yapılması gerekiyor. Uluslararası alanda kazanılmış bir hak olan bu sözleşmeyi savunmaya devam edeceğiz.  

İstatistiklere bakıldığında (2011) sözleşmenin imzalandığı seneden itibaren kadın cinayetlerinde düşüş gözlemleniyor. Ve yine istatistiklere bakılırsa kadına yönelik şiddetin kaynağı kadınların partnerleri ya da aileden birinci derecede yakınlarından biri.

Ama biz kadınlar ve LGBTİ+'lar haberlerde geçen rakamlardan, senelik, aylık, haftalık istatistiklerden geçen sayılardan ibaret değiliz. Her birimiz, tekiz, özeliz, biriciğiz.

İpler boğazımıza böylece geçirilmişken İstanbul Sözleşmesini direnişimiz ile, varlığımız ile kahkahamızla ve ataerkil- mazoşist erkekliğe karşı tavrımızla da savunacağız. Çünkü kişisel olan politiktir.  


Şengül Hablemitoğlu:  Dünyanın pek çok ülkesinde (Hırvatistan, Bulgaristan, Polonya) sözleşmeye tepki gösterildiğini söyleyen iktidar ve medyası kendi seçmenini buna inandırdı. Kamuoyunu yanılttı her daim. Oysa İstanbul Sözleşmesi'ne karşı çıkılan ülkelerde muhafazakârlar aynı sistematikle sözleşmeye karşı kampanyalar düzenlediler… Tüm bunları değerlendirdiğimizde sonuç şu; dini referans alan, bu söylemlerle sosyal yaşamı biçimlendirmek için yol alan bir hükümet kendi sivil toplumu, yazarları, gazetecileri ve kanaat önderleri ile toplumsal cinsiyet eşitliğine karşı bir savaş açtı.

Önce üniversitelerin kadın çalışmaları programlarına yönelik bir tutum belgesinden toplumun değerlerine uygun değil denilerek vazgeçildi, sonra 11. Kalkınma planından toplumsal cinsiyet eşitliği kavramı çıkarıldı. Sonunda da iş kadın üniversiteleri kurmaya kadar geldi. Sözleşmeyi feshetmek bu politikaların sonucu. Kazanılmış haklarımızı siyasi çıkar güden politikalara kurban eden bir iktidar.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim