26 Mayıs 2024

İnsanlar doğarlar, büyürler ve ölürler: Zoraya ter Beek, hepsi bu kadar mı?

İntiharlar konusunda fikirleri hiç değişmemiş biri olarak soylu bir davranış gösterisi gibi sunulmasına karşı olduğum kadar bu yolu seçmiş birçok insanın haklılığını da görmezden gelmedim hiç. Bir insanı bu davranışa götürecek koşulların içinde sıkışmış görmek de buna nedenler yaratabilecek güçtedir daima. Koşulları değiştirme girişimleri karşılıksız kalmış herkese şunu tavsiye ederim, uyum sağlayamadığınız yeri terk edin. Fakat bu terk edişler evrenin dışına atılacak adımlarla olmak zorunda değil

Desen: Selçuk Demirel

Hayatımız boyunca katkıda bulunduğumuz ya da kalkıştığımız her eylem, verdiğimiz ya da vermeye çalıştığımız her karar duygularımıza dayanır. Nefret, tiksinti, ret, kabul, sevgi, bağışlama, anlamaya çalışma ve gibi gibi. "Mantık, bilinçli zihnin dili iken duygu, bilinçsiz zihnin dilidir" önermesini yıkacak şey de şudur: Mantığa yön veren duygusal deneyimlerdir. Deney/imlerle talim edilmeyen hiçbir şey mantıklı olanı ortaya çıkaramaz. Bir şeyin küle dönüşünü deneyimlemek için ellerini kandil alevine tutanlar ancak bu talimle neden ateşten uzak durmaları gerektiğin idrak edebilirler. Duygular elbette ki mantıktan böylece daha güçlüdür de. Duyguların kendi diyalektik yapısı onları ortaya çıkaran kimyasal hatlar ve onların yarattığı frekanslarla ilgilidir. Bu frekanslar insanın içinde kendi kendine beliren hadiseler değillerdir. Toplumsal ortak akıl ve yaklaşımları yitirdikçe yığınlaşanların yarattığı halelerin ortaya çıkardığı hadiselerden beslenirler. Bu duyguların sağlıklı duygular olup olmadığı konusunda bize yol gösteren izlek de bunlardan ibarettir. Duygularımız, karar verişlerde beynimizin çalışma biçimi ve onun algılamaları yaratma ve yönetme şekliyle ruhun bitişim noktasında -hâlâ bilemediğimiz pek çok yanıyla beraber- bütün fonksiyonlarıyla harekete geçirdiği kimyasalların salgılanım ve salınımında büyük ve etkili bir role sahiptir. İçimizde bir evren taşırız biz insanlar da diğer bütün canlılar gibi ve dışımızda olup biten her şeyden etkilenecek kadar hassas bir evrendir bu. Rüyalar ve hayaller âleminden ibaret olmayan sadece. Bu etkileri etkin hale getiren de biziz ve onlardan etkilenen de. Bu etkinliği canlandırmak için en başına buyruk olanlarımız bile toplumsal ya da toplumların ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olan kurumlardan "onay" bekleriz. Bu onay verişler asıl ihtiyaçları karşılamaktan kaçış olsa da.

Duyguların çok kısa, anlık ve kesik kesik belirişlerle ruh hallerinde kendini daha görünür kılan bu kimyasal salgılama anlarında normalin üstünde ya da çok altındayken açığa çıkardığı düşünüşlerin sadece insanda değil, neredeyse canlıların tümünde (hayvanlarda güvensizlik-korku, bitkilerde bakımsızlığın-susuzluğun neden olduğu enzimler) yarattığı gel git'lerin verdiği histerikliğin süreklilik kazanmasına bağlı olarak ortaya çıkan hazlar sınırları aştığında neredeyse iki yüz trilyona yakın atoma sahip olan insanın her bir zerresinin en az bütün varlığının toplamından çok daha canlı, hareketli ve kendilerine has bir kapasiteye sahip zekâları olduğunu da düşünürsek, aklımızla çatışsın yahut barışsın içimizde çıkacak kaosların hiçbirinde sağlıklı düşünce söz konusu olmayacaktır. Buna müdahale etmenin tek yolu, insanın ruhunca ya da aklınca yaşadığı çatışmalara boyun eğmek yerine bu sistemin aslında -çevremizde bu konuda omuzlarının üzerinde boş kafalarla yorum yapan insanların anlattığı gibi olmamakla birlikte, üzerine yazılmış birçok makaleden kitaba rüştünü ispatlamaya çalışanların derlediği ve içlerine o metinlerin kendilerinden hiçbir şey koymadıklarını da bilerek dikkate almadan- böyle çalıştığını kabullenmek ve bu akışa yön verebileceğimize inanmak olacaktır. Çözülmemiş bütün sosyolojik problemler psikolojik problemler yaşayan bireyler çıkaracaktır karşımıza. Ne demişler, "Çocuğu iyi yetiştirir, ağacı doğru budarsan eğer…" Doğru zamanda doğru bir biçimde verilmemiş sevginin, sakınılmış saygının açtığı yaraları hiçbir para birimi, yüksek ekonomilerin yarattığı refah seviyeleri kapatamaz. Sadece bunun eksikliği yüzünden bile geceleri ağlayan, sabah namazlarında oturup dizlerini döven insanlar tanıyorum. 

Nasıl ki her toplum bir evdir ve toplumun en küçük parçası olan "ev" nasıl şekillenirse toplum da öyle şekillenir, o halde bütün psikolojik sorunların temelinde olup biten de sosyolojik problemlerdir. Modern dünyanın problemleri çözme biçimi artık onları ortadan kaldıracak "yöntemler bulma" ve onları her biçimde -bu "ötenazi" ya da bir insanın nedenlerinin önemsemeksizin "kendini öldürme hakkı" adı altında- "etik" ilan etmesi olacaktır. Ülkemizde de hâlâ hayalini kurduğumuz insani düzlüğe yerleşememiş, çünkü teorilerde asılı kalmış psikoloji biliminin Avrupa'daki çaresizliğini asrın tıkandığı yerde aklın da tükendiğini görmemizi sağlayan bir ötenazi vakası da olan, 29 yaşındaki Hollandalı Zoraya Ter Beek'in aldığı ötenazi kararında nasıl evrenselleştirilmeye çalışılacağını öngörebiliriz. "Eutanasia", "Tatlı ölüm, rahat ölüm" anlamlarına gelen ötenazi kavramını 18. yüzyılda ilk kez Bacon koymuştur ortaya. Çok obsesif kumpulsif dayanakları dışında başka hiçbir şeyi olmayan şovenist felsefi hallere indirgenmiş tembelliğin, "Benden bu kadar!" deme biçimidir bu sadece. Dünyaya neden geldiğini anlamayanların -çünkü kolay değildir insanın bunu anlamlandırabilmesi, varoluşunu bir ödeve çevirmedikçe-, dünyadan çıkmak için aradıkları yol insanın uydurduğu ve kelimelerle aklın arasında gerilmiş illüzyonların ahengiyle anlamlı durduğu için iştah açıcı olabilir, fakat bu doğru değil. İyi ile kötüyü ayırmaya çalışanların doğru ile yanlışı birbirlerinden ayırırken kapıldıkları yanılsamalar üretmekten başka bir işe yaramayan politik unsurların gözden kaçırılmasına dayanır bütün bunlar. Ama bir insanın "kendini öldürme hakkı" üzerine alengirli laflar edenlerin yiğitliklerini önden giden ulu rehberler gibi gösterdikleri gün, ben de onlar gibi düşünebilirim. Belki! 

Beek, hayatı yolunda görünen ama aslında tarih boyunca insanın kendi içinde baş başa kaldığı karanlık tarafıyla mücadele etmekten vazgeçmiş biri sadece. Bu kararı aldığı güne değin yaşadığı hayatsa ne kadar takdire şayandır, bilemeyeceğiz doğrusu. Oturup düşünen ve kendi düşünceleri doğrultusunda hareket etmeyi bırakmış birinin yaratmaya çalıştığı şey sadece "Ben vazgeçtim, bu hakkımı kullanıyorum" demekse eğer, karalarda sürünen -insan yer çekimine baş kaldırdığını düşünse de bir sürüngendir sadece- yahut denizlerde çırpınan düşünen ya da düşünmek nedir bunu hiç bilmeyen hayvanlar arasında bir etki yaratmayacaktır elbette. Pasif bir eylemin kan kustursa da varoluş, ona başkaldırma biçimi olarak insanlığa sunulma biçimi de yanlış. İntiharların düşünüş aşamasında haklı hiçbir yanı yoktur, onları haklı ya da haksız eylemler olarak niteleme aşaması artık iş işten geçtikten sonrasıdır. Bu da bunun bir yol olarak tutulması değil, ona giden yollardan geri dönüşlerin sağlanması için yapılmalıdır.

Beek de belki hâlâ bu konuda nasıl karar aldığı konusunda kesin kararlı biri olmayabilir. Benzer konularda konuşurken insanların bir de başka türlü konuşan davranışları, beden dilleri vardır. Kesin kararlı olan elbette o ve onun gibi düşünenler değil, ona ve onun gibilere bu onayı veren kurumlar ve o kurumları ayakta tutan toplumlardır. Bir çeşit otizmin yanında -bilemiyoruz tabii, ama onun da yarattığı farklılığın ve maruz kalmasına olanaklar yaratan zorbalıkların kişilerde kendi hallerinden çok çevrelerindekilerin halini gözlemlemelerinin de bir sonucu olabilir bu- ona bağlı nedenlerin gelişmesinin de bir sonucu olarak, "kişilik bozukluğu" tanısı da almış birinin değil kendi ölümü, yaşama biçimiyle ilgili aldığı kararlar bile ciddi bir tartışma konusudur... Hiç gitmediğimiz, görmediğimiz bir ülkede yaşayan birinin bile hayatlarımızda yaratacağı etkilere örnek olmaktan başka bir anlamı olmayacak bu genç kadının. Fakat "varoluş" bu nedenle genişledikçe büyüyen bir kaos yaratma kabiliyetine sahip olur. Bacon da bu açıdan bir örnek olabilir, zira ortaya attığı bu kavramı savunacak kadar artık ne dediğini günün koşulları arasında çok da düşünmemiş olabilir. Tarih kitaplarına bazı ünvanlarla girmiş olmak kimseyi sonsuza kadar haklı çıkaracak ya da hep doğru sözler etmiş biri olduğu konusunda insanlığa garanti vermeyecektir.

Buna, "kişinin kendi aldığı karar" demek doğru da değil. Doğrusu Beek'in kendi hakkında karar verebilecek kadar "sağlıklı" bir duygu durumu da yok. Bunun farkında olmanın bile bir etkisi olabilir verdiği karar. Fakat bu farkındalık bile kendinde olduğunu doğrulamaya yetmez. Dini ya da lâ dini yönetilen en ilkelinden en modernine insanların yaşadıkları ülkelerin de nasıl yönetildiğinin bununla doğrudan bir ilgisi var. Kişinin kendini ortadan kaldırma isteğinin bir fikir olarak sunulduktan sonra buna "izin" verildiğinin beyan edilmesi de bu anlama gelir. Dünyadaki sağlık sisteminin çöküşünü gizlemek için de bu bir yöntem olabilir. E öyledir. Yani, "Sen ölmek mi istiyorsun? Tamam. Ölebilirsin" demek bu ve benzeri düşüncelerin düşünüşlerden eyleme geçişinde karar vericilerin kim olduğunu daha açık gösterir. Ötenazi ile "desteklenmiş intihar"ların düşünce özgürlüğü ve kişilerin kendi yaşam hakları üzerindeki yetilerini kullanma özgürlükleri evrensel olarak yaygınlaşmaya başlaması da elbette an meselesi. Bütün fırtınalar küçük bir kelebeğin bir kanat çırpmasına bakar. İntiharlar konusunda fikirleri hiç değişmemiş biri olarak soylu bir davranış gösterisi gibi sunulmasına karşı olduğum kadar bu yolu seçmiş birçok insanın haklılığını da görmezden gelmedim hiç. Bir insanı bu davranışa götürecek koşulların içinde sıkışmış görmek de buna nedenler yaratabilecek güçtedir daima. Koşulları değiştirme girişimleri karşılıksız kalmış herkese şunu tavsiye ederim, uyum sağlayamadığınız yeri terk edin. Fakat bu terk edişler evrenin dışına atılacak adımlarla olmak zorunda değil. Dini ya da lâ dini hiçbir etkenden etkilenmeden, insanların bu konudaki düşünce ve eğilimleriniz hakkında size iyi ya da kötü bir dayatma halinde çarptıkları her ayrıntıyı düşünmüşlercesine yaptıkları düşüncesiz konuşmalara maruz kalmayı reddetmekle de başlayabilirsiniz mesela.

Birey olarak var olanların toplumun bir parçası olamadıklarını anladıkları, hissettikleri noktada yaygın olarak ortaya çıkan duygu durumlarının sabit bir frekansta seyretmesinin bir sonucundan başka hiçbir şey değil, bir insanın kendi ölümü hakkında karar alma isteğinin ortaya çıkması. Bakıma muhtaç bir hastanın ne yapsa da istediği kişi olamadığı gibi başkalarının da istediği gibi olamayanların, dünya denen bu kötü manzaraya dünyanın en güzel evinin penceresinden baksa da buhran geçiren ve bu tekrarlara artık dayanamayanların ya da bir şekilde nedenleri ne olursa olsun bu yolu kendileri ve çevreleri için seçenlerin tek ortak noktası birbirlerinden farklılık gösterse de karşılanmaya muhtaç ihtiyaçlarıdır… Bütün canlılar için geçerli olan bir şey varsa o da, kaybedilmiş ya da hiç ulaşılamamış şeylerin ve hatta kişilerin insanda yarattığı bütün karar verici duyguların aynı kaynaktan besleniyor olmasıdır ve bu kaynaktan doğan düşünüşler kararlar da bu duygularla şekil alırlar. "Kaybolan Bağlar" adlı kitabında Johann Hari şöyle der:

"Parçaları arıza yapmış bir makine değilsin sen. İhtiyaçları karşılanmayan bir hayvansın. Bir topluluğun parçası olmaya ihtiyacın var. Hayatın boyunca sana pompalanan, mutluluğun yolunun paradan ve bir şeyler satın almaktan geçtiğini söyleyen abur cubur değerlere değil, anlamlı değerlere ihtiyacın var senin. Anlamlı bir işe ihtiyacın var. Doğal dünyaya ihtiyacın var. Saygı gördüğünü hissetmeye ihtiyacın var. Güvenli bir geleceğe ihtiyacın var. Tüm bunlarla bağlantı içinde olmaya ihtiyacın var. Gördüğün yanlış muamele için hissettiğin utançtan kurtulmaya ihtiyacın var. Bunlara her insanın ihtiyacı var; içinde yaşadığımız kültürde fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamak konusunda nispeten iyiyiz – hemen hiç kimse açlıktan ölmüyor örneğin ki bu muazzam bir başarı- ama psikolojik ihtiyaçları karşılamak konusunda çok kötüyüz. Senin -ve etrafındaki onca insanın- depresyon, kaygı yaşamasının hayati sebeplerinden biri bu…"

İnsanlar doğarlar, büyürler ve ölürler. Tamam, ama hepsi bu kadar mı? Yani diyeceğim şu, "Sen bir sosyologa görün istersen!"*


* Sosyoloji profesörü, şair, Orhan Tekelioğlu.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Şairler ikiye ayrılırlar, ben âşıkları tutuyorum: Oruç Aruoba

Çocukluklarımız aslında bir hastalık gibi gelişir bizimle. Biz insanlar ilk şeklimizi o hayalhanenin bize giydirdiği hastalıklı elbise içinde alırız. Bu, bizim şiirimizin de, felsefemizin de ve hatta dinimizin de temelinde yer eder. Orada gelişip yönünü bulamayan her süreç dönüşeceğimiz kişiliklerin, taşıyacağımız kimliklerin içereceği omurganın neye ne kadar dayanacağını da belirleyen tek şey olur

Kökler yere, kanatlar göğe ait addedilseler de, "biz ayrılamayız!"

O yaşlarda anlamadığım şey bahçe duvarlarından daha başka duvarların olduğuydu aramızda. Mutfaklar birbirine benzerdi, ekmeğin kokusu, tadı, yapılışı her evde aynıydı, ama meğer birbirimizden korka korka yaşarmışız. Korktuğumuz şeyin ne adını ne de neye benzediğini biliyorduk. Cumaları neden birden ıssızlaşırdı gün, sonra anladım. O evlerden bizim evlere, bizim evlerden o evlere giden her şeyin çöpe atıldığını, neden…

Nasıl dönüşürsün bilmem, ama çöküşün müthiş olacak!

Fotoğraflarda ekmeği eşit bölmekten söz edenler, fotoğrafların arkasında birbirlerinin ekmeğine nasıl hükmedebileceklerinin hesabını yapmaktalar. Birbirlerini ateşe atmayı bıraktıklarında bilirler ateşlerinin söneceğini… O ateş söndüğünde o karanlığa dayanamayacaklarını bildikleri için her gün o "ateş yansın," diye su taşırlar unutuşun nehrine