“Her türlü sefaya veda eyleyip
Sazda ben bir insan olmaya geldim”
“Çıplak ayaklı Heidi” hikâyesi sadece yoz Avrupa’nın hikâyesi değildir. Söz meclisten içeri, kendi çocuklarına ne yaptığını bilmeyen bir toplum başka toplumlarla karakter yarıştırmaya bayılır. Sözüm ona “muasır medeniyetler” biraz böyledir. Bergenler, Dilberaylar, Müslümler de bizim çıplak ayaklılarımızdır. Sadece dün değil, bugün de yaşadığımız budur. Biz çocuklarını doğduğu gün öldüren, doğduğu gün kulağına Allah lafzını salası gibi okuyan bir milletiz. Biz, çocuklarını yataklarına mezarına yatırır gibi yatıran bir milletiz. Gözlerinin içiyle bile korkuyu onların üzerine bir tabur atlı süvariyi koşturur gibi bakarız.
Kürşad Oğuz, “Bazı çocukların en büyük düşmanı anne/babalarıdır” cümlesiyle, bu yazıyı yazmama bilmeden neden olmuştur. Bu sitem dolu kısacık tespit cümlesi insanlık tarihimizin nasıl şekillendiğinin de özetidir. Anne babalar evlerde devletlerin ve kendilerinin kölelerini ve efendilerini yetiştirirler. Sevginin de fazlası şiddet gibi zararlı, evet. Fakat hiçbir şey sevgisizlik kadar kalıcı hasar vermiyor insana, insanlığa. Ebeveynlerimiz iyiliğimizi isterken bile başımızda zalim birer zabit gibi ömür geçirmişlerdir, bazen bilerek bazen bilmeden. Sanki bizi birer kukla gibi bağladıkları ipler biraz gevşediğinde kaybedeceklerini zannettikleri için de biraz. Çocuk dediğin onlar için ya çalışıp para getirmeli ya itibar. Çoğu zaman ikisini birden isteyenler de var. Ömür dediğim bir zindana benzer, orada hem ebeveynler hem çocuklar hapis hayatı yaşar.
Bu, bir insanın bir başka insana hükmetme isteğinin yarattığı bir iktidar gerçeğinin de sonucudur. Eğri oturup doğru konuşalım mı? Akıp giden ırmakları taşlarken, suyu da kanatalım mı? Bu, devlet politikasıdır. Hepimiz bir çocukluk dönemi yaşadık ve bazılarımız anne babalarımıza benzeyeceğiz diye ürperirdik. Her şeyin sınıfsal olduğu bu yeryüzünde kendi sınıfımızın insanlarının birer kopyası gibi var olmaya zorlandık. Bu yüzden insanlar insan yetiştirmeyi öğrenemiyorlar, çünkü insan gibi yetişmiyorlar. Ahşaba şekil veren canım babam bile uzun yıllar benim için, “İstediğim gibi olmuyor” demişti. Biliyorum, en iyisini istiyordu, ama bence en iyisi onun istediği değildi. Sonra birden yer değiştirdik sanki. Ben ona benzemedim, ama o bana benzedi zamanla. Benim ona benzemem mümkün değildi zaten… İster sıcacık bir evde huzur içinde, ister yoksulluğun avucunda bir aile yahut bir yetimhanede.
Çocuğu bir işveren gibi işlemenin, işletmenin faydası yok kimseye. Her insan da her bitki gibi kendi ortamına uygun şekillenir zaten. Suyunu, rüzgârını, güneşini ve hevesini kırmazsan eğer. “Çocuklar dünya hayatının süsüdür” diyen kitap –kim kimin varoluşuna nasıl, ne kadar müdahale etmek isterse istesin- her insanın kendi kaderinin kendi tercihlerine bağlı olduğunu da söyler. Bir çocuğa bir şey öğretmekle bir şey dayatmak arasında dünyalar kadar fark var. Demek ki neymiş, bir çocuk yetiştirirken onu neye zorlarsanız zorlayın, en nihayetinde o yine kendi olarak var olacak. İçindeki dünyanın dışındaki dünyayı kavramaya başladığı andan itibaren.
Bazen her şey yedi yaşında başlıyor bu yüzden. Müslüm Gürses de o çocuklardan biriydi. Bazı kaynaklara göre bugün, yani 7 Mayıs’da dünyaya geldi. Ona sorsanız, “Dünya değil, cehennem” derdi. “Coğrafya kader midir?” Sorusunun yanıtı gibi hayatın tutup önümüze attığı biri olarak yaşadı. Bir sır gibi. Herkesi sevdi, kimseye güvenmedi. Ona bakanlar kendi dünyasını kurmuş birine baktıklarını sandılar, oysa o yıkılmış bir ailenin enkazında nefes alıp veriyordu. Her defasında hayat hikâyesini başka türlü ve uzun uzun susarak anlattı. Her defasında anlattığı bir önceki hikâyeyi unutmaya çalışmaktan yorgun düşmüş gibi.
Biz bu toprakların insanları, hayatımızla ilgili çoğu zaman konuşmaktan -utandığı için- kaçınan insanlarız. “Babam anamı öldürdü, katildi” demek kolay şey midir? Çünkü kimse annesi öldürülmüş birine bakar gibi bakmaz, “babası katilmiş” diyen gözlerle bakar. Sadece bir trafik kazası yüzünden değil, biraz da bu yüzden kesik kesik konuşurdu, uzun uzun susarak, unutuşa tutunarak, hayatıyla ilgili konuşurken başını önüne eğip yüzünde gülümsemekle ağlamak arası bir ifadeyle yere bakarak. Gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçen hayatına bakarken öfkesinin ağzına elini bastırmış gibi onu boğmak isteyerek.
Sanki bütün hataların, olmamışların, başarısızlıkların sorumlusu sadece kendisiymiş gibi. Dünyanın her yerinde olduğu gibi burada da tarih boyunca bazı insanların hayat koşulları daha iyi olsun diye bazı insanların hayat koşulları daha kötü gelişmiştir. Saltanat karşıtlarının bile sanatlarını, zanaatlarını “paralı okullar” olmasa asalak gibi yaşayacak çocuklarına bir saltanat gibi bırakma girişimleri yüzünden de tabii ki. “Ben insan değil miyim?” derken duyduklarımızdan çok daha fazlasını söylemiştir o şarkıda. Çünkü kim istemez daha iyi yaşamak, insan gibi… Bu hayatlar, bu hikâyeler temelde eşitsizliğin ortaya çıkardığı hayatlar, hikâyeler.
Buna dayanarak gelişen bir hayat kültürü var bu yüzden. 1980’lerden itibaren ona ve onun müziğine kanalize olmuş, kendini jiletleyen bir kitlenin ortaya çıkışı da bu yüzden onunla değil, toplumla ilgiliydi hep. Müslüm Gürses gibi onu dinleyenler de bu toplumun itelediği, görmezden geldiği, aşağıladığı, kabullenmediği ama pek çok yoldan yine bu toplumun yaşayış, inşa, insan yaratma ve kültürünün sayılarını arttırdığı insanlardı sadece. Bütün bunlar ben şu anda bu metni yazarken az sonra dünyaya gözlerini açacak çocuklarla da ilgili. Daha şimdiden kadere inandıkları halde pek çokları doğmamış çocuklarının kaderlerini “kendi insanlarını inşa” etmek için planlar yaparken mahvetmeye başladılar bile.
Yazanların da söyleyenlerin de sanatının kaynağı çocukluğudur çoğu zaman. Sesinin buhuru, bir dizesinin derinliği, bağlamayı eline aldığındaki o ilk duruşu kendini daha çocukluğunda gösterir. Müslüm Gürses, kendi dünyasının sesiyle bastırmıştır, içine doğduğu dünyanın kulakları, vicdanları sağır eden sesini. Uzun hava okumadaki kabiliyetini sadece üç buçuk oktavlık sesine dayandıranlar, içindeki nasırın kıpırdadıkça acıdığını hiç anlamamışlardır. Biraz ileride bir trafik kazasıyla yaşadığı sağırlıkla birlikte kaderi de bu sesleri kısmaya başlamıştır bir nebze. Ama baş ağrısı, ciğerlerine inecektir sonra bozarak, tıkayarak kalbini.
Çok paralar kazandı sandılar, kazandı evet, ama insan bazen kazandıkça da kaybediyor. Kazandıkları kaybettiklerinin yerini doldurmaya yetmiyor. Hayat hikâyesini entelektüel sınıfın müziğine ses verdiği günlerde irdeleyenler o günlere kadar aşağıladıkları, hor gördükleri, bir türlü sevemedikleri arabesk müziğin müdavimi oldular birden. Filmler çektiler, kitaplar yazdılar. Acıyı pazarlamak da helva yemek kadar tatlı olmuştu. Popülist kültür bunu gerektiriyordu.
“İtirazım var”la birlikte felsefeye kadar getirip oturttular onu bir başköşeye ikonlaştırıp. O kocaman cüssesinin içinde dünyayı görmüş, insanı tanımış ve hiç büyümemiş bir çocuk taşıdı O’ysa. Bir şarkıda söylediği gibi, “Aldanma çocuksu mahsun yüzüne” aldanmadı, şımarmadı, kapılmadı bunlara. İyi duymuyor diye konuk edildiği bazı programlarda alaya da alındı alttan alttan. Üstelik 1801’de başlayan sağlık problemleri yüzünden 1817’lerde tamamen sağır olduğu halde 9. Senfoni'yi besteleyen ve dışkısını piyanosunun yanına yapan Beethoven’i sevenler yapıyordu bunu. Çocuk sadece annesinin babasının sorumlu olduğu değil, toplumun da sorumlu olduğu bir bireydir ne kadar büyümüş görünse de göze. Bunu sadece caddelerde karşıdan karşıya geçmek isteyen çocukları bileklerinden kavrayanlar bilir.
Bu ikiyüzlü topluma, saplantılı ebeveynlere, toplumsal eşitsizliklere rağmen terzi çıraklığı, kunduracılık yapmış ve inadıyla halkevlerinden yükselmiş bir sesin, Müslüm Gürses’in kısacık var olma hikâyesi. Halk Müziği sanatçı olarak hemen hemen her türde sesini kullanabilmiş bir bağlama virtiüözü. Bütün hayatını bir travma, kötü bir rüya gibi yaşamasına neden olan ve müzisyen olmasına karşı çıkan babasına rağmen.