09 Ağustos 2020

Genç yazanlar arasında gelecek vadeden bir portre: Mustafa Orman

Onlar, insanların hafızalarını silmek isteyenler. En çok da bu yüzden mahcup ve içli… Yazarken kendi kendine konuşan herkes gibi…

Bu bir eleştiri metni değil. Hayır, bu bir reklam metni hiç değil. Gerçekte okumanın ne olduğunu bilen biri için bu metin arkasındaki yazıyı gösteren bir fotoğraf. Ne hoştur ki, insanın bakışlarının ardında sızlayan, iç çektikçe bozulan bir yüreği vardır. Çünkü fotoğraflar da konuşur. Ve fotoğrafların sesini ancak fotoğraflara bakmasını bilenler duyabilir. Bir fotoğrafın ne dediğini bilmek için insan okumak gerekir. Ya da insan, bizzat o fotoğrafın içinde donup kalmış olmalı bir zamanlar. Ya bir çocuk olarak, ya da bir ihtiyar… Fotoğraflar ölmez, bunu bilmek gerekir. Bunu bilenler, bilmeyenlere öğretebilenler dünyaya yazmak için gelmiştirler. Bir masada bir başına oturanlarla da dost olmalı. Yalnızlara hayat öylece alelade geçmez. Yalnızlar için her masada bir kitap bulundurulmalı. Çünkü ancak bir kitap yalnız insan için koruyucu bir sığınaktır. 

İşte bu onlarla bizim aramızdaki tek fark. Görmenin ve donup kalmanın sesini biliyor olmak. Ve bildiğini başkalarına da bildirebilmek… Onların 'hırçın' dediğine ben 'mahcup ve içli' derim. Üstelik benim ifade etmek istediğimden çok daha derin bir biçimde şekillendiriyor o kendini. Şekillendiriyor, çünkü yazmanın en verimli çağında ve kendi öz şeklini alırken, başkalarına ve başka her şeye de şekil veriyor yeniden. Zaten yazmak bunun için değil midir? Peki, neden onlar için 'hırçın'? Hırçın, çünkü onlar gibi olmamak için yalnız başına bir mücadele veriyor, onlara karşı. Onların dayatmalarına karşı… Onlar kim? Onlar, kendi iktidar alanlarında kendi şiddetlerini geliştirirken mazlumlardan yana olduklarını söyleyenler. Onlar, güneşi görünce başını kaldıran başağı ezip geçenler. Onlar, dünyanın herhangi bir yerinde onlardan olmayanların soykırımına sessiz kalmayı politika edinenler. Onlar, insanların hafızalarını silmek isteyenler. En çok da bu yüzden mahcup ve içli… Yazarken kendi kendine konuşan herkes gibi… Herkesin reddettiği, inkârda yarıştığı Şark'ın, Doğu'nun genç yazarıdır Mustafa Orman. Ki Doğu, o eski dünyanın gizli emellerinin başkentidir. Bugün de olduğu gibi. İnsanın kendisine ait olan her şeyle arasına düzenin aşılmaz bir mesafe gibi oturduğu iyileşmez bir yaraya benzer. Ozan olmak için mızrabı tellere vurmak gerekmez. Çünkü bazen bazı sesleri bir başka benzeri olmayan bir enstrüman olarak sadece bir kitap çıkarabilir, başka hiçbir enstrümanın yaratamayacağı bir etki ile. Kusursuzca yan yana gelmiş notalar gibi yan yana geldiğinde, yan yana gelmesi gereken kelimeler gibi. Postalların altında çiğnendiğinde toprağın çıkardığı sesleri, rüzgârların eserken ovada otlara söylettiklerini yazılmadıkça kelimelerle bir daha aynı biçimde yan yana gelemezlerin fotoğrafı gibi alır kaleme. Bir kelime ile bir dağın kokusunu aldırabilir, bir kelime ile bütün memleketi bir manzaraymış gibi gezdirebilir. Az şey değildir, Şark'ın, Doğu'nun fotoğrafını bu biçimde sözcüklerle resmetmek. Lorca'yı sevenler onu şair olduğu için değil, kurşuna dizildiği için severler. Oysa onu kurşunlanmaya götüren şiiriydi. Bu açıdan Mustafa Orman da kolay kabul edilebilir bir yazan değildir. Zoru ve muhalif olmayı sevenler için gelecek vadeden bir yazandır. Bu kabul görülmeye elbette ki ihtiyacı da yok. Ve onu hırçın yapan da bu değil, bu onu sadece haklı kılar. Ve haklılık, bazen insanı zalim yapar. En çokta kendine karşı... Yakın gelecekte bir alfa olarak bizim edebiyatımızın Thomas Bernhard'ı olarak görebiliriz onu. Tabii bunun için yakın zamanda vücut bulacak olan yeni metinlerini görmeniz gerek. Çünkü akıl, göz görünce ikna oluyor. Yeryüzünde çok az yazanın karakteriyle metinleri kusursuzca uyumludur. Karakteri ve metinleri birbiriyle ne kadar uyumluysa toplumla ve iktidarlarla da o kadar uyumsuzdur. Bir yazanı asıl kusursuz ve kalıcı kılan da elbette ki budur. Bir yazanı çoğu zaman kitaplarının dışında da ele almak gerekliliğine inananlardanım. Öyle ya, bir yazanı yazdıklarında da görebilirsiniz. Fakat her yazan her zaman yazdıklarına sığmayabilir. Okuyan birinin ömrünü yazmaya adaması da bu yüzdedir. Bir bütün olan kendini her kitapta yeniden parçalar. Bazen tek bir parça elbette ki okura “eksik bu” hissi verebilir. Eksiği tamamlamak için o yazanın her zaman bir sonraki parçasını edinmek gerekir. Ve bu da bir koleksiyoncu gibi okuyan birinin yapabileceği bir şeydir.

Her yazan bir okur olarak başlar edebiyata. Başka türlüsü mümkün değil. Ancak böylece sağlam bir temeli olur kullandığı dilin ve o dil ile ifade ettiği dertlerin. Çünkü dil, dertlerin ifadesi içindir. Hiçbir şey durağan değildir ve sıradan olanın olağanüstü durumu da ancak ve ancak bundan ileri gelir. Mustafa Orman, bir okur olmanın ötesinde edebiyata ikinci adımlarını İzafi Dergisi ile attı. Genç bir yazanın yazmak konusunda kedine yeni disiplinler edinmesi açısından dergi yayıncılığı yapmış olması önemli bir hamledir, ciddi bir başlatıcı olarak. Tarafı olduğu kaynağa, fikirlere rağmen ideolojiler ve yazma biçimlerine olduğu kadar yazanlar arasında da gözün her şeyi ve herkesi görmesi gerekliliğine dayanarak yapılması gerekir bu işin. O da öyle yapmıştır, şüphesiz. Bir dergiyi iyiden öte kalıcı yapan da budur. Bir süre sonra yayın hayatına son verse bile. Kitaplarından evvel şunun altını çizmekte büyük fayda var: eleştirel metinlerde çoğu zaman yazanlar için ne yapıldıysa, Orman için de o yapıldı genellikle. Ya aşırı bir reklam yahut geriye çeken bir linç… Oysa bir metni, bir yazanı, genç bir yazanı ve ona ait herhangi bir kitabı son on beş yıldır, pek çok yazan buna dâhil, doğru bir üslupla, öğreten ya da “bak burada yanlış yapmışsın, bu böyle olmamalıydı” şeklinde ifadelerle yazılmış görmedim hiç. Bu ne bir nezaket ne de incelik beklentisi. 'Bu da olmamış!' demek istediğim bir şey sadece. Herhangi birinin yazan biri olarak bir başka yazan hakkında neden şahsi öfkelere, kin gütmelere sarıldığını anlamak, anlamlandırmak da istemem doğrusu. Toplumsal bir refleks de söz konusu değil bu açıdan. Zaten toplumun nelere nasıl tepkiler verdiği de çok açık. Popüler kültürün, magazin edebiyatının ve tabii edebiyatı da geride bırakan bir tür bilinç kaybı çalışmasına benzeyen magazinin kendisi de neden buna. Yine de dilerim elbette. Dilerim ki, insan bir tür olarak yok olup gittiğinde bile mutlak olan şu ki, masal değil gerçek, ondan daha gelişmiş bir tür var olacaktır yeniden. Şimdi değeri bilinmeyenin o gün değeri bilinecektir elbette. İnsan yok olup gitse bile, daha önceki nesiller gibi. Çünkü her koşulda asıl olan metindir, söz uçar yazı kalır. Biraz da bunun için söylenmiştir. 

Her yazan için bir genelleme olmamakla birlikte, ilk kitap daima bir sonraki kitap olur. Fakat Mustafa Orman için bunun böyle olacağını düşünemiyorum bile. Everest yayın etiketiyle 2016 yılında yayınlanan Derdin İncinmesin, ardından yayınlamış bir sonraki kitabı Ovada Paldır Küldür ve daha sonra yayınlanacak kitapları da dâhil yan yana dizildiğinde bile onun ilk olma durumunu hiçbir zaman değiştiremeyecek. 'İncinme'nin kendisiyle ilgili hiçbir şey bir daha ilk halini alamıyor çünkü. Bozulan bir şey bozulduğu yerden onarılabilir. Ama insan kırıldığı yerlerden iyileşmiyor bir daha. Herhangi bir nesnenin nasıl bozulduğunu bulmak da çok kolay öte yandan. Oysa insanın neresinden ne ile neden kırıldığını bulmak çok da mümkün değil. Asıl çıkmazsa, bu incinmenin 'neden'i, 'nasıl'ı bulunsa bile bir daha onarılamayacak olması gerçeğidir. Elbette Mustafa Orman da incinmiş bir yazandır ve hiçbir zaman onarılmayacak bir ruh ve bakış ile yazmayı sürdürecektir. Her insan hayata bir anne ile başlar ve yaşamın kendisi olarak sürer gider. Derdin İncinmesin de böyle başlayıp böyle sürmüş bir kitaptır. Sabahattin Ali, Fakir Baykurt, Orhan Kemal, Yaşar Kemal de ilk anda kolay kabullenilmiş yazanlar olmadılar. Bunun sancısını hâlâ çekenler var. İşte bunun altını çizelim. Bir açıdan Avrupa'nın asi çocuklarına benzerler elbette. Oysa bu başkaldırıyı, bu hırçınlığı Şark'ın karnında alıp götürmüşlerdir. Birbirimize benziyor olmamız da bu nedenledir. Kendi üslupları, kendi coğrafya öyküleriyle… Herkesin aynı acıyı, aynı öfkeyle dile getirmesi dilin başka biçimleriyle ifade etmeleri farklar yaratmıştır sadece.

Mustafa Orman'ın ikici öykü kitabı ilkinden daha uzun öyküler barındırır içinde. Bu bir nevi eleştirilere cevap niteliğindedir benim için. Fakat bu uzun ve derinlik, yüzüyle daha çok şey söyleyen ilk kitabının bir ürünü niteliğindedir. Psikolojik bir yaklaşım olarak çocukluğa inmenin değil, çocukluğa gitmenin kitabıdır. José Mauro de Vasconcelos'un Şeker Portakalı adlı kitabının bu coğrafyaya has yeni bir biçimi, “acıyı bal eylemenin” kılavuzu gibi. Bu biçimden kastım muhtevasal benzerlik değil; bir yaklaşım olarak bir çocuğun bakma biçimi. Çünkü yetişkinler unutur, çocuklar asla. Çocukların gözleri yüzlerinde hep bir sayıklama gibi durur. Mustafa Orman bu sayıklamayı öyküleriyle yazıya çevirmiştir.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim