15 Eylül 1890
İyi ki doğdun Agatha!
15 Eylül 1890’da doğar polisiye edebiyatının “Demir Leydi”si Agatha Mary Clarissa Miller Christie Mollawan. Başlangıçta sadece çok kısa bir süre Mary Wearmacott takma adıyla çok da başarılı olmayan aşk romanları ve paranormal, spritüel hikâyeler yazmış ve her şair, her yazar gibi ilk metinlerinde başarısız olmuştur. Çok küçük yaşlarda babasını kaybetti ve annesiyle birlikte küçük yalnız bir kız çocuğu olarak yetişti. Her yalnız çocuk gibi elbette o da diğer çocuklardan çok daha hayalperestti. Bu durum ona hayali arkadaşlar yaratma gücü verdi. Bazen duvarların ardındaki seslerden başka dünyalar da yarattı. Olağanüstü akıllı bu küçük yalnız kız annesinin ona evde verdiği eğitimle ilk öykülerini yazmaya başladı. Bu hayal gücü metinlerine paranormal ve spritüel kurgular olarak yansıdı. Her şeyi kusursuz hayal edebiliyor olması onun duyduğu her sesi algılama yeteneğini de geliştirmişti. Böylece henüz on beş yaşında müzik eğitimi alması için Paris’e yollandı. Fakat metinsel gücü, sessizliğin daha çekici olması bu eğitimi daha başında noktalamasına neden oldu ve ciddi manada kendini yazmaya verdi. Yazının o günler de maddi açıdan insanı geçindirebilecek bir getirisi yoktu. Sanırım biraz da bu yüzden yazarlık istemediği bir meslekti. Oysa yazmaktan daha iyi ve severek yapacağı bir başka işin olmadığını kendisi de çok iyi biliyordu. Gençliğinin bir kısmında özellikle savaş yılları pek çok hastanede hemşirelik yaptı. Hemşirelik yaptığı yıllar boyunca eczalık ve kimya ile de ilgilendi ve bu konularda derin bilgiler edindi. Hemen hemen yazdığı pek çok oyun ve romanda zehirler ve ilaçlarla ilgili ayrıntılı bilgisi okurları kadar tıp dünyasını da kendisine hayran kılmıştır. Bu hayranlarından biri de benim.
1914’te ordu mensubu bir doktor olan Arvhilbald Christie ile evlendi. Birinci Dünya Savaşı boyunca kocasıyla birlikte savaşın adım attığı pek çok yere gitti ve savaş bitene kadar son durakları olan Fransa’da kaldı. Evliliği boyunca istediği mutluluğu bulamadı. Çocukluğundaki yalnızlığını bu evliliği boyunca da yaşadı. Aynı başarısızlığı bir türlü yayınlatamadığı ilk kitabı Çöl Dekarı ile de tekrar etti. Yazmak inat işidir biraz ve 1920’lerin başında henüz otuz yaşlarında metinleri kendine has tarzını yakalamaya başladı. Fransa’da kaldığı süre içinde okuduğu polisiye romanlarının bütün eksiklerini fark etti ve eksiksiz bir polisiye roman yazmak üzere ilk polisiye romanı olan "Styles’daki Esrarengiz Olay’ı yazdı. Her yazarın hayranlık duyduğu bir yazar elbette ki vardır. Bunun aksini iddia etmek şuursuz bir öz güvene sahip olmaktan başka bir şey değildir. Agatha Christie, Arthur Conan Doyle hayranıydı. Arthur Conan, dünyada polisiye fırtınasını hâlâ sürdüren Dedektif Sherlock Holmes ve Profesör Challenger’in fikir babası ve aynı zamanda da bir şairdi. Zaten Sherlock Holmes okumamış birinin polisiye yazarı olması tuhaf olurdu. Bu hayranlıkla yazdığı ilk kitabı Ölüm Sessiz Geldi olmuştu. Fakat pek bilinmeyen bir hikâye olmasına rağmen aslında onu polisiye yazmaya iten ilk neden kız kardeşiyle yarışırcasına karşılıklı yazdıkları kısa polisiye öykülerdi.
Bütün yazarların ilk okudukları metinlerin hep bir şiir olduğuna inanırım. İlk yazdıkları metnin hep bir şiir olduğuna… Çünkü çok güçlü bir şekilde her şeyi başlatan şeyin şiir olduğu bir gerçek ve bu konuda hiç yanılmadığıma da seviniyorum. Agatha Christie’n de yazmaya henüz on bir – on iki yaşlarında yerel bir gazetede yayınlanan bir şiirle başlamıştı ve şiir üzerine o ilk gençlik dönemlerinde incelemeler yapmış ve bunları da yayınlatmayı başarmıştı. Yani bugün dünyanın en ünlü yazarlarından biri olan Agatha Christie aslında pek az kişinin bildiği bir şair. Birinin gerçekten çok iyi bir yazar olması çok iyi bir gözlemci olmasına dayanır ama daha ötesi görünmez bir şair olmasıdır. Metinde akıcılık ve mantık da şiirin matematikle olan ilgisinde gizlidir. Sadece gözleriyle gören bir gözlemci değildir, bunu bilip de uygulayan Christie. Kalbiyle, aklıyla gören bir gözlemci... Onun gözlem konusunda sezgileriyle ortak çalışan bir beyni ve bu haliyle kusursuz uyumlu bir ruh hali ortaya çıkıyordu. Böylece metinlerinde kesinlikle bir mantık hatası ortaya çıkmıyordu. Bildiği ve gördüğü dünya hakkında yanılgısız ve ufuk açan kurgularıyla hızlı çalışan bir simülatöre döndürmeyi başarıyordu kitaplarını. Aslında en büyük başarısı her şeyi olduğu gibi metne çevirebilme başarısıydı. Çünkü yaşayanlar ve okuyanlar her şeyin cevabını her zaman sıra dışı olanda aramıştır ve o da bunu bildiğinden aslında her şeyin cevabını en yalın olanda ortaya çıkarmıştır. İnsan aklının karmaşasına böylece son vermenin bir yolunu da göstermiştir. Böylece o, söylemekten çok dinleyen ve görünenden çok daha fazlasını gören bir yazar olarak edebiyat tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Gündeliğin, sıradanın kendi olağan akışına ketler de vurarak tabii. Anlatım biçimi, inşa ettiği kurguya kapılmayan bir yazar ustalığı, ayrıntıcılığı, aktardığı her duruma nail uzmanlık isteyen bilgilerin geçerliliği, gerçeği abartmadan oluşturduğu olay örgüsü onu İngiliz ve dünya edebiyatında hâlâ sırları çözülemeyen bir yazar olarak karşımıza çıkarmıştır. 1971 yılında İngiltere’nin yüksek onur unvanı olan Britanya İmparatorluğu Kadın Komutanı Nişanı’nı alan ender bir kadın olmuş olması da önemlidir.
Çok akıllı ve alımlı bu kadın bana hep ah bu akıllı kadınlar, aklımı başımdan alırlar dedirtmiştir. Bütün romanları aniden aklına gelen fikirlerle can bulmuştur. Ve kesinlikle bu ani fikirler kulak misafiri olduğu iki yabancı insanın kendi aralarında yaptıkları alelade bir konuşmadan da çıkabiliyordu. Yaşamı, dikkatli bir okuma yapılırsa metinlerinin aynasıdır. En bilinen karakterlerinden biri olan Hercule Poirot da onun kendi karakter özelliklerini taşır. Zekâsı, espri yeteneği, muzipliği, gözlemciliği ve yanılmayışı, ayrıntıcı ve planlı olması, Avrupalılığı, incelikli ve medeni yaklaşımı gibi kendine has karakter özellikleri… Tabii asla es geçilmeyecek olan açık sözlülüğü de. Bu açık sözlülükte o kadar bonkördür ki, evrensel tavrını eleştiri yaparak ortaya koyar. Örneğin; İngilizlerin sınıfsal ve ayrımcı ve kıskanç aile bağlarından söz ederek… Biraz da bu nedenle Hercule Poirot adlı karakterini otuzun üstünde romanında kullandı. Bu karakteri o kadar önemli biri haline geldi ki 1975’te, kendi ölümünden bir yıl önce, karakterin ölümü dönemin en büyük gazetesinde dünya üzerinde ölüm ilanı verilen ilk roman kahramanı oldu.
Durup dünyayı sıkı sıkı dinleyen, gözlemleyen birinin yaşamı ustaca bir yaşama döner. Agatha Christie, gizemi ve gizemli olmayı seven bir kadındı. Özgürlüğüne düşkün ve ortadan kaybolmayı gelenek haline getirmiş biri. Bir çeşit inziva… Fizik kanunlarında olduğu gibi... Kütlenin varlığını ispat edebilmek için kuvvetler oluşturma şekliydi belki de bu alışkanlığı. Çok konuşmayan, her şeyin farkında olan bir kadın... Böylece kocasının onu aldattığını da çok kısa sürede fark etmiş ve mutsuz evliliğini bitirmek için eline geçen fırsatı da çok güzel değerlendirmişti. Edebiyat tarihi açısından asıl ününü yazdığı Seksen Dedektif ve tiyatro oyunlarına borçlu olduğunu sanmak büyük bir yanılgıdır oysa. O bütün ününü her şeyin özünde kaynağını oluşturan kendi öz hayat öyküsüne ve zekâsına borçluydu. 1926 yılında neredeyse bütün İngiltere’yi ayağa kaldıran bir plan yapar. Böylece hem boşanabilecek hem de bu boşanmadan dolayı itibar kaybetmeyecekti. Evliliği hızla yıkıma giden Agatha Christie, aldatıldığını ispatlayabilmek için bir polisiye kurgular ve kurguyu akıllıca bir planlıca devreye sokar. Kocasına ait bir arabayla göl kenarı bir yol ağzına gider. Kimliğini ve birkaç parça kıyafetini arabada bırakır ve ortadan kaybolur. On bir günlük bu süreç içinde neredeyse bütün İngiliz polis teşkilatı terk edilmiş bu arabadan yola çıkarak öldürülmüş olabileceği üzerinde durdukları Agatha Christie adındaki bu kayıp kadını arar. Bütün ipuçlarını bu yönde bırakan Agatha Christie, böylece cinayet şüphelisi olarak takibe alınan kocasının yasak aşkını ortaya çıkarır ve ortaya çıktığında hiçbir şey hatırlamayan travmatik bir kadın profili ile boşanma davasını bütün bu süre içinde kendisi için yapılan devlet harcamalarını da kocasının ödemesini sağlayarak dünyadaki aldatılmış bütün kadınların intikamını da almış oldu.
Agatha Christie, bir sonraki evliliğini bir arkeolog olan ve bütün şark topraklarını dolaşan Max Mallowan ile yapar. Böylece Agatha, bu dönemden sonraki romanlarında şark kültürünü ve şark insanını da kitaplarında bir tema olarak kullanmaya başlar. Şu çok açık ki, Agatha evliliğe uygun biri kesinlikle değildi. Belki de toplumsal kurallardan çok daha ağır ve kesin şahsi kuralları olmasaydı muhtemelen ya eşcinsel bir kadın yazar olurdu ya da hayatının sonuna kadar yalnız yaşamayı seçerdi. Ve bence kesinlikle yalnız olmayı seçerdi. Çünkü başına buyruk ve yalnız dolaşmayı seviyordu. Karakterlerinin çoğu da kendisi gibi yalnızlığı çok geniş kullanan karakterlerdi. Sevimli ve yaşlı bir bilge olan acemi dedektif Miss Marple karakteri gibi. O her ne kadar bu karakterde çok otoriter büyük annesinden esinlendiğini dile getirmiş olsa da. Arkeolog bir kocayla pek çok yere giden Agatha, kazı bilimiyle de yakından ilgilenmeye başladı. Yeni metinlerinde bu konuda edindiği bilgiler etrafında kurgular oluşturdu. Bir şark kazısı sırasında geleneğini hiç bozmaz ve yine sırra kadem basar. Bu ikinci önemli kayboluşu İstanbul’un tarihi gizemini daha da önemli hale getirir. Ne tuhaftır ki, yıllar önceki gibi bu kayboluşu da on bir gün sürer. Pek çok söylentiye göre ilk kaybolduğu 1926 yılında da İstanbul’a gelmiştir. Ve efsanevi bir şekilde İstanbul ile pekiştirilen gizemi ona da İstanbul’a da çok şey katmıştır. İstanbul’da gizlendiği bu yer hâlâ adını taşıyan odasıyla ünlenen Pera Palas Otel’in 411 numaralı odasıdır. O çok ünlü romanı Doğu Ekspresin’de Cinayet’i de 1928 yılında İstanbul’daki bu otel odasında yazmış mıdır bilinmez ama tamamlamıştır. Tüm dünyada en çok tanınan ve bilinen kitabı da bu kitap olmuştur. Katillerin psikolojisi kadar kurbanların ve çevre karakterlerin de iç dünyalarına dair en ayrıntılı anlatımı Agatha Christie yapmıştır. Her ne kadar aykırı bir kişiliği olsa da, Agatha bu kuralsızlığı kuralları olan bir oyuna çevirmiş, yaşamını da kitapları gibi kurgulamış ve kurguladığı ölçüde yaşamını görünür kılmıştır. Tıpkı kitaplarındaki gibi yaşamının da istediği kadarının görünmesine izin veriyordu. Hayatındaki en önemli insanlara bile sadece onların bilmesini istediği kadar açmıştı kendini. Bütün bunları dünyanın en sakin, en zarif insanı olarak yapmıştı. Sıradan biri olsaydı, belki de bütün bu tavırları, kişilik özellikleri yüzünden adını bile bilmediğimiz biri olarak bir akıl hastanesine kapatılır ve orada yaşamı son bulurdu. Sırlarla dolu yaşamı da kitapları da bütün akılcılığına karşın aynı zamanda bu sırcılığı, gizemciliği ile mistiktir de. Böyle bir yazar hakkında insan çok tuhaf şeyler de hayal edebiliyor bu yüzden. Biz insanlar tuhaf şeyleri seviyoruz çünkü. Belki de onun için bugün bile ölüm de sadece görünmez olmaktır. Olamaz mı? Bazı insanlar kendini zamanında hatırlatmanın bir yolunu bir şekilde bulur. Agatha Christie gibi. Onun kurgusundaki aklın temelline o kadar inandım ki, bazen yaşamı gibi ölümünden sonrasını da planladığına inanmak geliyor içimden. En çok da bu yüzden iyi ki doğdun, iyi ki yaşadın Agatha Mary Clorissa Miller Christie!