13 Haziran 2021

Dünya niye böyleymiş?

Hayatıma en değişmez şekli hep şiir vermiştir. Diğer bütün türler ve kategoride yazılmış kitaplar arasında hep şiiri bu açıdan çok daha etkili bulmuşumdur. Fakat bir insanın yazdığı şiire de şekil veren kitaplar vardır. "Dünya niye böyleymiş?" kitapları derim ben onlara. Toplum bilimi, antropoloji, sosyoloji, tarih, felsefe, iktisat, arkeoloji gibi...

İnsanın neden okuması gerektiğine dair düşünceler bazen beni sadece okumanın ne olduğu ve aslında ne olması gerektiğine sürükleyen bir eyleme dönüyor. Çocukluğunda dedesine takvim yapraklarını okuyan herkes bilir, okumak çok tatlı çok lezzetli bir şeydir. Bazen çok tehlikeli uyanış biçimlerine de döndüğü için belki ama ilk anda insanın kanına karışan bir şey gibidir de. Önce düşüncelerimize, duygularımıza sirayet eder okuduklarımız ve sonra bu duygu durumu kanımıza karışan, hücrelerimize hareket emirleri veren bir güce dönüşür. Bu dünyada insandan daha köklü düşüncelerini hemen eyleme geçirebilen ve başkalarının da düşüncelerinden etkilenen başka bir canlı yok çünkü. Sadece yiyip içtikleriniz değildir kanınıza karışan. Hissettiğiniz, kavradığınız her şey içinizde kaynayan o kanla birlikte dolaşıyor içinde kemiklerinizin, iliklerinizin. Önce ciğerlerle temizleniyor, sonra kalbe doluyor ve oradan beyne. İnsanın dışarıdaki dünyadan etkilenmesinin bir nedeni de bu. İnsan tıpkı elektrikle çalışan ve özel bir yazılımla yaratılmış bir beyne sahip makine gibidir. Bunun farkında olmak gerçekten de önemli. Yoksa hep başkaları yönetir sizi. 

İnsan okuduklarıyla öyle bir şekil alır ki bu zihninde gerçekleşen değişim biçimi onun zamanla oturan düşünceleriyle tavrına, oturup kalkmasına, konuşma biçimine ve hatta fizyolojisine bile yansır. "Yok artık o kadar değil!" denmez. Denmesin. Çünkü insanın haline yansıyan elbette şeklini de değiştirir. Kimine kabalık iner oturur, kimine nezaket. Bu her iki biçimde de insanın yüzündeki mimikleri bile değiştirir. Yani insan henüz bir damla iken tanışır dünya denen bu zalim değirmenle ve yavaş yavaş onun şeklini alır. Aklın, ruhun en gelişmiş hâli olduğunu bilenler bilirler, anlaşılmayan her şey insanın önce esaretini kamaştırır ve böylece de ölümünü kolaylaştırır. Hayatıma en değişmez şekli hep şiir vermiştir. Diğer bütün türler ve kategoride yazılmış kitaplar arasında hep şiiri bu açıdan çok daha etkili bulmuşumdur. Fakat bir insanın yazdığı şiire de şekil veren kitaplar vardır. "Dünya niye böyleymiş?" kitapları derim ben onlara. Toplum bilimi, antropoloji, sosyoloji, tarih, felsefe, iktisat, arkeoloji gibi... Bütün bunların hepsini hızlıca içine alan kitaplarsa o şiiri yazan şairin hem kendisini hem yazdığı metinleri, şiirleri şekillendiren asıl kitaplardır. O gerekli bilinci yeterince geliştirdikten sonra tabii. Dünya, insan ve düzen hakkında gerekli bilgiyi edindikten hemen sonra. Böylesine içten başlayan bu metnin kuramsal ve tarihi bir kitabı işaret edecek olması sizi şaşırtmasın. Friedrich Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabından söz ediyorum. Almancadan Türkçeye Mustafa Tüzel'in çevirdiği bu kitap her şeyin başladığı yerden söz eden bir kitap her şeyin neden ve nasıl değiştiğinin ve nasıl yeni şekiller aldığının anlaşılmasında size biraz yardımcı olacak, çok eski şeylerden çok yeni biçimlerde sanki bugün yazılmış gibi söz ederek. Çünkü hiçbir şey yıkılmaz kendi kendine, o yıkılması gerekenin yıkılması için yazılmış kitaplar arasında, fikir ayrılıklarının başladığı yerde, önemli bir kitaptır Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni. Bugünün gündemi olan mafya, devlet, ticaret, tarikat ve tabii bunları ortaya çıkaran "aile" kavramından söze girerek… 

Marksist yaklaşım hâlâ "düzenimiz düzendir" diyenleri üzen, korkutan bir yaklaşımdır. Bugün bile hatta yeni kapitalizmin karşısında ilk dayanaklarıyla bile değişmeyen pek çok şeyi gözler önüne seriyor, eksik yanlarına rağmen. İnsanın yaşadığı toplumda sürdürdüğü yaşama ve çalışma hayatına dair fikirler edinmesinin de kılavuzudur. Sadece Marksizm'in değil. Her şeyin ilk insandan bu yana (ben daha geriye gideceğim bu konuda) rekabet, üretim, rant gibi kavramların bir zırh gibi ezici kuvvetleri oluşturmasının temelinde çalışanların özellikle de kadın ve çocuk işçilerin çalışma koşullarına bağlı olarak kısalan yaşam süreleri üzerinden de ortaya koyduğu gerçekliklerin açılımını yapıyor, her şeyin ailede başladığı gerçeğinden yola çıkarak ama önce ailenin nasıl oluştuğundan sözler ederek.

Sadece iktisadi ve sanayi toplumunun mekanikleşen insan hallerini yorumlaması ve üzerine tarihi süreci eklemesinin yanında bir de insanın hem üreten hem sömürülen varlık olarak yoğun zihinsel yaşamı, derin bilişsel ve duygusal tepkileri üzerine yaklaşımlar da içeriyor. Ailenin kuruluş amacının bile bu üretim zincirinin sürekliliğini sağlamasına dayandırılması dahi bugünkü dünya düzeninin de özetidir aslında. Çünkü bugün bile aile olmak devletlerin insanlardan vergi ödemelerini sağlamaya yarayan en küçük ama en etkili toplumsal kurum olmasından ileri gelir. Çünkü aile olmak ailenin hedefleri olan barınma, gıda, giyim gibi ve benzeri pek çok şeyi elde etmede bütün bunları sağlayıcı olan ücretli iş ve karşılıklılık sisteminin canlı kalmasını sağlar. O karşılığı ve ücreti azalta azalta. Ve bazı aileler bunu biraz daha ileriye götürür ve hatta devletin kendisi olur.

Kitabı önemli kılan bir başka özelliği -benim için en önemli özelliği- Feminist kuramdan neredeyse yüz yıl kadar önce kadının varlığı, konumu, emeği üzerine de eğilmiş olmasıdır. Bir mirasyedi, halk arasında tabirle bir "zengin velet" değildir Engels. İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu kitabıyla işçi sınıfının sosyolojisini kurmuştur, bir başka sınıfa ait biri olsa da. Komünizmin önce burjuva içinde yükseldiğini söyleyen önemli bir simadır, yaşamıyla, yazdıklarıyla ve insana sanayi devriminin getirdiği makineleşmeye rağmen vazgeçilmeyecek bir unsur olduğu ve isterse her şeyi bir başla türlü mümkün kılacağı için antropolojik göz ve yaklaşımla da bakabildiği için. 1820'lerin her şeyi gören gözlerine sahip tarihçi yaklaşımı da bütün yazdıklarında geleceği öngörebilen biri olarak çıkarmıştır onu karşımıza. Bu tür kitaplarda insanın kalbini geliştiren önemli unsurlar vardır, nedense herkesin göremediği. İnsanın varoluşuna, insanın varoluş anlamına yorumlar da getirdiği için.

Levvis Henyr Morgan'ın Eski Toplum kitabının tamamlayıcısı olarak tanımlanması şu açıdan önemlidir, antropolojik bir anlatıyı ona etkiler ve itkilerde bulunan düzen ve düzeni sağlayan koşullar, yöntemler, idare biçimleri ve bütün bunları borçlu olduğu kadın emeğine eğilerek yazmış olması. Bunu tekrar etmekte büyük fayda vardır, zira feodal bir dünya var bizi içine alan, eril olanın bile başını yediği. Uygarlık Tarihi denen şey giderek uygarlaşan insanın anlatısı değildir. Tam tersi. Bu düşüncede ısrarlıyım. Çünkü yenidünya elbette "yeni" tabiriyle çok eski bir şeydir. Makineden insan nesline her şey yenilendikçe -öyle tanımlanır nedense ama öyle değildir- yöntemlerin ve koşulların eskiyor olması bunun nedenidir. Her şeyin kökenine indiğinizde bir Tanrı ile karşılaşırsınız. Çünkü sizi ikna edecek başka bir silahları yok. Ve bu öyle bir silahtır ki, bazen onu tutanın elinde patlar. (Bu düzenin bu kısmına ben de bayılıyorum.) Aile denen kavramın aslında bir zindan olduğu gerçeğini ilerleyen kısımlarda soyun etkisi ve devletleşmenin oluşumuyla perçinlemesi de toplumun bir parçası olan insanın neden özgür ve kendi iradesinin ekseninde olması gerektiğinin açıklamasıdır. Sadece Eski Roma'da, Atina devletinde değil, bugünün güncel toplumları olan devletlerdeki anlayışı ve yönetim biçimlerinin de kökenidir. Eşitlik, insanın dünyada belirdiği o ilk anda zaten bozuk bir şeydi. Bu Âdem ile Havva arasında da böyleydi, İsa ile Meryem ve Meryem ile İmrân arasında da. Vesayetin ve zenginliğin el değiştirmeden güçlenmesinin, artmasının eleştirisidir. Kitabın sonunda bu kitabın başlatıcısı olan Levvis Henyr Morgan'ın uygarlık tanımlaması yer alıyor. Her ne kadar Engels'in bu kitabı Levvis Henyr Morgan'ın Eski Toplum kitabını tamamlayan kitap olarak nitelense de her şey gibi bu kitap onu başlatan kitapla tamamlıyor kendini.

Uygarlığın doğuşundan bu yana geçen zaman, insanlığın geçmiş ömrünün yalnızca küçük bir parçasıdır; insanlığın önündeki yaşamın da yalnızca küçük bir parçasıdır. Toplumun çözülüşü, biricik nihai hedefi zenginlik olan tarihsel rotanın sonucu olarak, bize tehdit oluşturuyor, çünkü böyle bir rota, kendi yok oluşunun unsurlarını içeriyor.

Yani ne yazarsanız yazın, ne yaşarsanız yaşayın, ne iş yaparsanız yapın "Dünya niye böyleymiş?" kavramak için bu kategoride kitapları okuyun. Çünkü insan ne söylerse bir şeye bakıp söyler. Dünya, insan ve düzen hakkında kendini donatamamış bir yazarın yazıp söyledikleri de bu yüzden çok önemli değildir. Ve bir şey daha, bu dünya birey olarak var olduğumuz bir yer. Burada bir işi yapmanın karşılığı o işe harcanan zamanın o işten daha değerli olduğu gerçeğini anlamamız için tasarlanmıştır. İnsanlığın peşinden sürüklendiği esaretin başkalarını zengin eden şeyler olduğunu ve bunun da aslında daima zenginliği elinde tutmanın gereğini yerine getirenlere bedava hizmet etmek olduğunu unutmayalım. "Değer" sadece sayısal bir ifade değildir yani. "Huzur hakkı" için okumak önemlidir, ama insanın ne okuduğunu neden okuduğunu da bilmesi gerekir. Yaşasın diyalektik!

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim