11 Temmuz 2021

Dünya hiç değişmiyor, neden? Uygarlık, Toplum ve Din

Hiç kimse hiçbir olgu üzerinden hiç kimseye bir şey söylememeli, dayatmamalı iyi bir insan olmaktan başka

her şeyin yarım kalacağına olan inancım
kendini bu dünyayla tamamladı

Dünyanın neresine giderseniz gidin okumak ihtiyacına mağlup insanlar kadar okumanın tehlikeli bir eylem olduğunu -hiç okumayanlar olmalarına rağmen- iddia eden insanlarla da karşılaşırsınız. Ve o insanların bu düşüncelerini onlara giydiren yönetilme biçimlerini de görürsünüz. Ya kapılmıştır, esir olarak düşünmeden ya da elbette ki bundan bir çıkarı vardır. Kimi yazarlar içine doğdukları toplumlardan tek hamlede sıyrılacak kabiliyeti elbette yine içine doğdukları ama bir türlü içine sığamadıkları toplumlardan edinirler. İnsanın kendi kendini sorgulaması topluma yansıdığında, toplumun da kendisini sorgulamaya davet ettiği anda bundan rahatsızlık duyan iktidarlar tabii ki bunun önlemini almaya yasaklar ilan ederek başlarlar. Bu yasaklar bazen bir şarkıyı, bir kitabı, bir filmi, bir resmi ortadan kaldırabilir yahut bu konuda fikirlerini açıkça ortaya koyan herhangi birini toplumdan uzak tutmak için hapsetmeye ya da bir psikiyatri kliniğine kapatmaya kadar götürebilir. Bu kadarı bile kendini ifade eden birini recm etmek ya da hakkında bir tanrıymışçasına ölüm fetvası çıkarmaktan -bu da bir çeşit şirk koşmaktır-, toplumsal linçi onlara karşı harekete geçirmekten iyidir. Yakın tarihte Turan Dursun, Aziz Nesin, Salman Rushdie, Samet Behrengi bunu yaşamış yazanların başında gelir.

Biz var olduk olası insanın aklının sınırlarını bilmiyoruz. Ama o sınırı belirleyen ya da gösteren şeyin sorgulama sonucunda ortaya çıkacağını biliyoruz. Bu da aklın iyi kullanılırsa ne kadar müthiş bir şey olduğunun göstergesidir. Vay haline, aklını ve iradesini başkalarına itaat etmeye terk etmiş olanların. Bugün bile hâlâ okunmadığı halde insanların toplumsal reflekslerle karşılık verdiği her şeyin yöneticisi fanatizmdir. Oysa görünürde bir dine mensup olanlar ne o dinin gereklerini yerine getirirler ne de ona uygun bir yaşantı sürerler. Fanatizm bir çeşit faşizmdir. Bu bir şeyi ya da toplumu şiddet ve korkuyla bastırmanın/ yönetmenin de bir biçimidir. Bazı dinlerde şiddet olayları insan ne kadar uygarlaşırsa uygarlaşsın kutsallaşmıştır. Yolu, yöntemi değişmiştir ama kullanılış biçim ve amacı değişmemiştir. Çünkü dinlerin tarih boyunca şiddet olayları ve ortamlarında doğup geliştiğini -ben iddia etmiyorum- zaten kutsallar kendileri de tebliğ ediyorlar.

Bir yazan ya da düşünen yazdıklarında eğer toplumu, devleti, gidişatı eleştirmiyorsa -herkesin huzur hakkı için- orada insanı zehirleyen bir şey vardır. Varlığı düşünceden bağımsız tutup sürükleyen ve ona itaat etmeyi bıraktığında aklın üretebileceği bütün kuvvetli ihtimallerin başkalarını uyandırmasına karşıt tedbirler içeren bir zincirleme biçimini tahakkümler silsilesi halinde geliştirir. Siz eğer değişimleri birer dinamik arttırıcıymış gibi sorgulamadan kabullenirseniz, bunun sonuçlarını sadece toplumsal reflekslerin yansıması olarak yaşamazsınız. Birey olarak da kıpırdamanıza engeller yaratıldığını ancak bir daha artık istediğiniz biçimde hareket edemediğinizi anladığınız da kavrarsınız. Bu anda devreye bastırılmış olmanın patlamaları girer. İntiharlar, cinnetler, cinayetler ve kapanış! İçine sığamadığınız bir dünyada bulursunuz kendinizi ve oradan dışarıya çıkamazsınız da. Ancak intiharın eşiğine geldiğinizde insanın ne kadar boş ve aciz bir form olduğunu kabullenmiş bulursunuz kendinizi. Sanki bunun ilk ve tek örneği yalnızca sizmişsiniz gibi.

Akıllıca idare edilen bir toplumda kaos olmaz. Fakat kendini akıllı zannedenlerin yönettiği toplumlarda kaos istenilen formda ve biçimde bir yönetim biçimidir de. Siz birey olarak toplumda cereyan eden dertlerle meşgulken -düşünsel olarak da- tahakküm işbirlikçileri de öte yandan her şeyi bir alanda kuşatacak ağları örer. Bir kaos yaratıcı olarak her toplumda o toplumu idare edenlerin yönetim anlayışlarıyla şekil alan din olgusu şüphe yok ki dinden kopan ama içindeki inançtan kopamayanlar için deizmin temellerini sağlamlaştırmaktan başka da bir işe yaramaz. Yalnızca Allah'a aracısız inanmak bence de en iyisidir tabii. İnanç, yeryüzünün en gelişmiş hayvan türü olan insanın yaşam motivasyonudur. Olmazsa olmaz tabii. Fakat inançlı olmak dindar olmak demek değildir. İnsan toplumsal düzende yaşayan bir memelidir evet, ama onu türü içinde biricik ve yegâne kılan ve onu ayıran diğer bütün formlardan dil ve düşünce dizgesine sahip olmasıdır. 

Sıklıkla kutsalların yanlış yorumlandığını söylerim. Neye göre, kime göre yanlış o da ayrıca tartışılır tabii. Ama bir örnek vermek gerekirse kutsal kitaplardan birinde deniyor ki: "Kısasta hayat vardır." Evet, ama buradan sonrasını pek kimseler bilmez. Bir sır da değil üstelik. Ve devam eder, der ki: "Ama yapmazsan iyi olur."

Toplumlar her zaman ilk cümlelerle yönetilir ve ikinci cümlenin gerekliliğini ancak bireyler keşfedebilir. İlk cümleyi sorgulamaya başladıkları anda.. Sürü, yığın, kalabalık bir tek bireyden oluşmadığı için hiçbir şey o söz konusu kavramı toplumsal olarak kavratmamalı. Çünkü hiçbir kavram ya da olgu hiçbir zaman toplumun tamamını kuşatabilecek ve kaplayacak biçimde gelişmemiştir/gelişmez tarihin hiçbir döneminde. Bireyin mutlak değeri ve yaşam alanı üzerinden ve o toplumun bir parçası olan azınlıkların da dini hayatları, ritüelleri dışarıda bırakıldığı anda zaten toplumu kapsayan bir şey değildir, bir olgu olarak din. Kişilerin sadece kendilerinin sorumlu olduğu yaşantı, inanç gibi alanlarda toplumsal dini hareket sadece ahlaki boyutuyla toplumun tamamını ilgilendirir. Immanuel Kant'ın ödev anlayışına tekabül ettiği için. Fakat ahlak iki biçimde ortaya çıkar, fıtri yani fıtrata bağlı olarak doğuştan. Bu kişilerin özündeki inançla şekil alır. Onun kendi doğuştan özelliklerine eğimli bakış açısıyla ilgilidir. Bir diğeri sonradan kazanılan ve gelişen ahlaktır. Kişinin içinde yaşadığı toplumun, ailenin ve dönemin çevresel edim ve itkilerinin etkisiyle şekillenen bilgisel ahlaktır. Ahlak bu açıdan dinle ilgili değildir. Oysa her çağda dinin bir etkisi ve yönlendirmesiyle şekillenmiş gibi aktarılır. Çünkü din ancak bu biçimde yönetim şekline döner ki, tarih boyunca bunun böylece dönüştürüldüğünü okuduk bugüne kadar. Dini metinlerin deformasyona uğramasının bir nedeni de budur aslında. Toplumlara ve coğrafyalara göre ahlak kurallarının dini metinlere sokulması ya da uydurulması yüzünden. Bu yüzden iyi ahlak en iyi dinden, kötü ahlak en kötü dinden yeğdir. 

Çoğu milletlerde devletin resmi dini ilan edilen din -bu da bir keramet- yöneticiler üzerinde bir güç ya da yasa oluşturmaz, teoriden pratiğe geçildiğinde. Din hakkında kalıcı hiçbir şey söyleyemem ama inanç üzerine 'insanın yaşam motivasyonunu ayakta tutan' cümlesini kuracak kadar temelleri olan sözler edebilirim. İnanç (iman), herhangi bir şeyin kişiye has doğruluğuyla ilgili olmaktan kaynaklanır. Dini terminolojide dinsel amaçlara yönelik onu çevreleyici ifade edilse de, inanç insanın kendi içinde kendisiyle ilgi kavramların, olguların, düşüncelerin, edimlerin ve eylemlerin doğruluğuyla ilgili bir kavramdır. Kutsal kitapta adı geçen yirmi beş peygamberden biri olan İshak torunu, İbrahim oğlu Hz. Yusuf kıtlığa bir tabiat mühendisi gibi çare olmasaydı, IV. Amenhotep onu Mısır'ın Azizi ilan edebilir miydi örneğin? Dinler toplumların ihtiyaçlarını karşılayabildiği ölçüde kabul görür ve görmüştür. Tanrısal bir buyruk olarak insan toplumun yaşamını düzenlemeye yönelik bir düzen tüzüğü gibi değil midir? Toplumdan herhangi bir bireyin o toplumun kabul ettiği dinden soğuma sebebi de elbette artık ondan kişisel olarak faydalanamadığı gibi zarar gördüğünü de his ve idrak etmesidir. Çünkü din olgusu kadar insanın zaten kendisi de tek başına felsefi bir sorundur. Çünkü insanı ne kadar irdelerseniz din kavramıyla, dini irdelerseniz insanla karşılaşırsınız. Ve her şeyi bir sorun haline getirenin de yine insan olduğunu anlarsınız.

Uygarlık tarihi boyunca o ilk insandan bu yana dinler, önce aile ve devlet yönetimine kadar kurallar içererek geliştirilmiş ve tatbik edilmiştir. Martin Luther'in cehennemi satın aldığı gün başlayan aydınlanma çağı şunu göstermiştir: Din bir yönetim biçimi olarak her dönem ve çağda suistimal edilmiş yönetişsel olarak eylemsel hale getirilebilen bir olgudur. Dinler tarihi, uygarlık tarihi dendiğinde insanlar tartışmaya açılan konunun çoğunlukla bir yaratıcının varlığı olduğu üzerine yoğunlaşır. Burada insanı korkutacak bir varlıktan söz edilir. Gerçek bir din insanı sömürmez, sömürmek isteyenlere karşı insana öğütler verir, onunla onu korkutsunlar diye şekiller almaz. Oysa her iki alanda da mesele aslında insanın kendisidir. Çünkü var ya da yok hiçbir Tanrı'nın hiçbir dine ihtiyacı yoktur. Baudelaire, "Tanrı olmasaydı da din kutsal ve tanrısal olacaktı" derken bunu kastetmiş sanırım. İhtiyaçları karşısında olguları ve olgularla durumları yaratan da hep insan olmuştur. Daha geride haçlı seferleri ve öncesinde kabileler arasındaki savaşlarda ve çok daha geride Hz. Âdem'in çocukları arasındaki ilk ölümün sebepleri arasındaki nedenlerden de çok farklı olmamakla birlikte, İkinci Dünya Savaşı ile birlikte din modern insanın gündeminde çok daha farklı bir boyuta evrildi. Bu anda insanın gelişimine dair görünse de, aksi bir dönüşümle kendi evrimini milletlerin liderleri aracılığıyla geçirmiştir. Yani aslında dünya hiç değişmiyor, neden? Çünkü liderlerin tümü her devirde "mutlak hakikat"i kendisinin temsil ettiğini ileri sürmüştür. Oysa evrende insanın aklıyla kavrayabileceği her şey geçerli gerçekliğini maddi unsurlara dayandırır, fakat din maddi değil tarihi ve mitolojiktir.

Sigmund Freud'un 1907'lerde saplantının, nevrozun, hezeyan ve krizlerin belirtilerini dini ritüellere ve uygulamalara benzettiği tezinden yola çıktığı Totem ve Tabu'da dini kaynağa ve uygarlığın kökenlerine indiğinde insanlığı yönetenler ve yönetilenler olarak ikiye ayrılmasıyla ortaya çıkan pek çok olguyu hastalık belirtisi kabul etmiştir. Çünkü "kitleler tembeldir ve akıllı değildir" der. Ve bu tembellik yüzünden bir dayatmaya döndüğünde ona sunulmaktan çıkmış her şey karşısında medeniyetle ve dinle çatışan bir bireyin ortaya çıkacağı gerçeğini de koymuştur ortaya. Dini bir "uyutucu" olarak değerlendiren/dillendiren Marx da tüm din fikirlerini yok sayar ve dinlere karşı en köklü eleştiriyi şöyle dile getirir: "Din uydurma bir güneştir. Çünkü din bilinç eksiliğinden kaynaklanır. Din ezilmiş varlığın soluk alıp verişidir. Yüreği olmayan bir dünyanın yüreğidir. Düşüncesi olmayan bir çağın düşüncesidir de. Din halkların afyonudur." İnanç yoksa elbette dinin bir hükmü yoktur. Çünkü insan ikiyüzlü bir varlıktır. İnsanın yaklaşımları ve yapısı karşısında dini gerekli kılan da bu dinlerin birer ahlaki yükümlülüğü ortaya koyduğu gerçeğinden başka bir şey değildir.

Spellman, "Ahlak dışında din meyvesiz bir ağaçtır" derken yakın bir biçimde Hz. Muhammed, "Müslümanlık huyun güzelliğinden başka bir şey değildir" der. İnsanlık tarihi boyunca insanın hiçbir zaman dindar olmadığını, olamayacağını ancak inançsız bir varlık olarak da kendini "anlamlı" idrak edemeyeceğini biliyoruz. Kuran'daki "İnsanlara inançlarından dolayı şiddet uygulamayın" cümlesi bile din olgusunun gerçekten de insanlar tarafından inanlara karşı şiddetle şekillendirilmiş ve insan üzerinde bir tahakküm kurma biçimine nasıl getirildiğinin açıklamasıdır. Din kişilerin kendi akli dengeleri doğrultusunda şekil almadıkça -kendilerinde, kendileri için- hep bir önyargı aracı olarak kullanılacak ve bu da her çağda karşımıza hasta insan tipleri çıkaracaktır, insanın ölümünü insanın eline bırakan. Mensup olduğunuz din ile sahip olduğunuz inançların çatıştığını gördüğünde size bu yaman çelişkileri yaşatan dinin kendisine değil, size o dini nasıl yaşamanızı söyleyenlerin o dinle ilgili davranış ve beyanlarına ve yaşam tarzlarına bakın. Bir dine mensup olmak da önemli değil ama insanı yaşatan inancıdır ve insan inancını yitirdiğinde içindeki boşluğu doldurabileceği hiçbir motivasyon yoktur evrende. Hiç kimse hiçbir olgu üzerinden hiç kimseye bir şey söylememeli, dayatmamalı iyi bir insan olmaktan başka.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim