30 Ocak 2022

Benim inancım sensin!

Fakir Baykurt deyince, ben hep kendimi içine alınmadığım bir odanın kapısında hissetmişimdir. Böyle hissedenler, sonunda dışında kaldıkları her şeye sahip olduklarında, artık onlar için beklemekten vazgeçtiklerini anlar bulurlar kendilerini. Yazdıkları, yaşadıkları ayrı ayrı ibretlik bir şairin hayat hikâyesidir. Fakir Baykurt, kendi sesiyle Bir Uzun Yol… Benim en sevdiğim şiiri Frederik.

Bir sihirci olsam
Seslensem
Uyuyanlar uyansa
Savaşlar olup dururken uyuyanlar
Seslensem
Bir buluta yeşil yağmurlar süzülse
Doğrulsa bütün tersine işleyen akımlar
Düzelse yanlış hesaplar
İşçiler, barış savaşçıları her ülkede iktidar olsa
Çevre dostları, doğa ananın akıllı kızları ve oğulları
El ele verse
Birbirine destek olsa halklar

Burdurlu Veli ile Elif'in elif gibi dosdoğru bir oğlu olur. Yıl 1929. Orak mevsimi haziranın ortasıdır. Adı, Tahir konmuştur. Ne zaman elime bir kitabını alsam, çekilirim bir kenara, "Benim inancım sensin!" derim, usulca basıp elimdeki kitabı göğsüme. İyileşmez bir daha hiç çocukluğundan yara alanlar. Dutların sesini yaprakların arasında duyanlar; güneşe dayar alnını yansa da, erisin diye kalplerini kemiren kibir. İnsanı yaşatan en çok da bu yüzden eti, kemiği, iliği değil! Çocukluğudur. Daha ilk çocukluğunda gönlünü şiire verenin delinmez bir zırhı vardır. O zırh onun inancıdır. Böylesi bir zırha yumruk yumruğa girişenler, yalnızca kalbimizin sesini duyabilirler. Tahir'in de kalbi böyle böyle gelişmiştir. Ruhun da, kalbin de çeperini kelimelerle inşa etmiştir. İnsana değer vermesini onun etten kemikten hamuruna Tanrı kendi nefesiyle işlemiştir. Tahir, mayasında insan olmanın farkında bir dirençle dünyaya gelmiştir. Ve yaşamı boyunca haksızlığa boyun eğmeyecektir. İnsanın şiiri sevmesi için sebebini bilmediği bir hasar almış olması lazım gerekir ruhunun, kalbinin… O ilk hasarı bu topraklarda doğduğu gün almıştır. 

Tahir, 1942 yılında sıtmaya tutulur ve şiir yazmaya da o yıllar başlamıştır. Böylece Fakir Baykurt adını bir imza olarak kullanmıştır. İnsanın kendiyle baş başa kalması için ölümle bir yakınlığının olması gerekir. Ölümle bir kez ayaküstü olsun tanışıklık bile bunun içi kâfidir. Henüz ilkokul ikinci sınıftayken babacığını kaybeder. Öksüz mektebinden, Köy Enstitüsü'nden sürgün bir büyük taşralı şair olarak geçmiştir… Tahir olmak da taşralı olmak ayıp değil. Fakir Baykurt biraz daha ileriki günlerde komünist yaftası yemiştir; barış dedi, barış istedi diye. Yurdundan çok uzaklarda, etinin içinde bir dolaşık acı çıban gibi yurt özlemi içinde yaşama veda etmiştir. Bazı şiirleri yüzünden zindan görmüş, sürgün edilmiştir.

En ucuz tüfekle yoksul eve bir banyo
Bir topla oyun yeri mahalle çocuklarına
Bir tankla on derslikli on okul
Bir uçakla yedi köye bir hastane
İki denizaltıyla üç ırmak çöle ulaşır
Bir roketle koca şehir kurulur
Bir taburun postallarıyla çocuklar
Kızamıktan kurtulur
Beş yıl birikse bir kolordunun parası
Kansere ilaç bulunur
Ölenlere dikilen anıtlar da para
Kalanlara nişanlar kolay mı takılır
Bir ordunun bütçesiyle on il bağlık bahçelik olur
Düşün, ne yer, kaça semirir bir general
Bırak atom savaşlarını bir an
İki komşu arasında sıradan bir savaşı düşün
Kimileri yıllar yılı bitmiyor
Atılan bombalar, harcanan mermiler
Alınteri vergilerden
Yakılıp yıkılmış bir şehir
Kolayla mı yapılır yeniden
Evlerin asansörü merdiveni penceresi
Bir düşün serin kanla lütfen
Dirilir mi yirmisinde ölen asker, askerler
Bir düşün serin kanla, ya da sor bir uzmana
Yanıtla şu küçük soruya rica ederim
Aptallık değil de nedir?
Nedir savaş?

Bir kez bozulunca düzen, bir daha dikiş tutmayan bir şeydir. Ne de olsa özlem, kanser eder insanı. Ayaklarının sesi hâlâ bozkırın kalbinden gelen seslerdir. Ve sadece iki şiir kitabı vardır. İlk kez 1958'de Yılanların Öcü'yle kulakları doldurur. Göz doldurmak, görünür olmakla ilgilidir. İnsan keşke kulağının duyduğu her şeyi idrak edebilse… Öyle ya, tabiat neler söyler insana… Bu rüzgârlar boşuna değil! Bu yağmurlar… İdrak ettiği her şey üzerine ondan daha gelişmiş başka şeyler söyleyebilse. Bu romanla Yunus Nadi Roman Ödülü'nü alır. Yarısı vatansever, yarısı hain Halide Edip'in de dikkatli ısrarıyla olur bu tabii. Öyle ya, İngilizler de sevilebilir. Ve böylece, Halide Hanım'ın en çok da siyasal açıdan, memleket için çok faydalı bir şey yaptığı da söylenebilir. Yılanların Öcü'nden daha önce ilk öykü kitabı 1956'da yayınlanan Çilli'dir. Yılanların Öcü edebiyatın yanı sıra sinemada da önemli bir eser olmuştur. Her toplumsal kitap gibi o da dönemin yönetiminin bir linç girişimi olarak yazarı yargılamak, çok sevdiği mesleği öğretmenlikten uzaklaştıracak kadar kuvvetli bir tehlike gibi toplum içinde de basın yoluyla mimletmiştir. Romanlarının sinemaya, öykülerinin oyuna uyarlanması, gösterime girmeleri engellerle karşılaşmıştır. Fakat bunlar bütün bunlar onu engellemeye yetmemiştir.

İlk yayımlanan şiiri Fesleğen Kokuluma adını taşır. Garip akımının etkisindeki bu şiiri öyle kabul edilir, 1945'te Eskişehir'de yayımlanan Türke Doğru dergisinde basılır. Köylüyü savunan, mazlumun sırtına el vuran bir komünist için bu oldukça manidar bir isim. Neyse ki, o çoğunluğun içinde bilimin, ilimin, fikrin ve edebiyatın hatırı sayılı bir değeri vardır. Her ne kadar ilk gençliğinden itibaren haksızlığa boyun eğmeyen, dil bağlamayan biri olsa da, aslında şöyle bir tarihte geriye gitsek anarşinin mağduru olduğunu görürüz. Nitekim yaşamının sonlarına doğru kayda alınmış anılarında (belgesel nitelikli) kendisi de bunu aynı şekilde ifade eder. Hem ben hâlâ anlamam, neden anarşiden sayıldığını adaletli olmanın, haksızlığa karşı durmanın. Romanlarında, öykülerinde yoğunluğu köyler, köylüler alır ve kendi ağızlarıyla. Böylece eleştirmenler şu yanılgıya düşer ve onu 'Köy Edebiyatçısı' olarak tanımlar. Oysa pek çok kitabında asıl eleştiriyi şehirlilere, köyleri sömüren, köylüleri ezen yönetime yapar. Ve yer yer köylüyü de hırpalar. Çünkü her zaman bir hain beslenir aramızda. Hiçbir hain içinde yaşadığı topluma hizmet etmez, onun bir parçası olmaz. Fakir Baykurt'un itirazı da bunadır. Geriletilen, ezilen, sömürülen köyün, köylünün yüz yıllardır bitmez bu oyundan çıkması için yazmıştır. 

"Bir başkaldırı yazıya döküldüğünde, gerçekleşmediğinde sadece estetik ve edebi kalabildiği için bir sanat eseridir" önermesi baştan ayağa sahtelik içerir. Gerisince her şey bir ideolojik çatışma, çarpışma olarak sürer. Fakir Baykurt, hiçbir zaman bir eğitimci olduğunu unutmaz ve hiçbir zaman öğrenciliğini de sonlandırmaz. Çocukluğundan ölümüne sıkı bir okur olan Baykurt, maksadı yazarlığa gelip dayandığında artık tehlikeli ve akıllı biri olarak risk teşkil edenler arasında anılmaya başlamıştır o yıllar. Çünkü hem estetik açıdan edebidir yazdıkları, hem de toplumsal ve ideolojik olarak. Pek çokları onun Türk köylüsünü karikatürize ettiğini ileri sürebilir. Ben böyle düşünmüyorum. Çünkü tüm karakterleri gerçek ve gözleme dayanan bir süreçten geçmiştir. Kendi dil ve ağızlarıyla yazılmıştır. Yani tam anlamıyla bir edebi eser olsun ya da olmasın bir eleştiri öğesi olarak ele alınsa bile ilk ayağı sağlam atmış ve hakikatlerden yola çıkmıştır. Bir şeyi olduğu gibi öne sürmek onu karikatürize etmek demek değildir. Bunu daha çok Aziz Nesin yapmıştır. Dolayısıyla bu onu biraz hafife indirgemektir. Fakir Baykurt bütün kentlileri geride bırakmış, sinemaya, edebiyata sıcak bir nal izini bırakmıştır. Ve kendinden sonraki döneme baktığında kıskançlık etmemiş, yeni tekniklerden, yeni ifade şekillerinden faydalanan yeni nesilden her fırsatta övgüyle bahsetmiştir. 

Şiiri her zaman her türden daha çok sevdiğimi hep söylerim. En kötü şiirin içinde bile mutlaka bir müthiş dize… Kötü şiir, iyi şiiri yükselten bir şeydir. Ve illa ki, inkâr edilemez bir şeydir. En çok da bu yüzden Fakir Baykurt'un hikâyeciliği, romancılığı elbette benim için şairliğinden çok daha sonra gelir. Çünkü kendisi de ilk olarak şiir yazmıştır. Şiir dediğimiz metin romandan uzun, hayattan kısa. Fakat şiiri, hayatını ve fikirlerini dik tutabilmek için yaşamının en sonuna bırakmıştır. Hiçbir zaman şair olduğunu iddia etmemiştir. Mütevazılık bir bilge için hayatı boyunca sırtında taşıdığı bir kaya gibidir. İnsanı böyle söyleten de zaten bir kayanın altında uzun süre sessizce beklemesidir. Ve kötü şiir için şunu söylemiştir: 

"İyi bir şiirin yazılabilmesi için yüzlerce kötü şiirin yazılması gerektiği söylenir. Şiir çabalarım iyi şiirler yazılmasına katkı olabilir en az. Bu da yeter bana…"

Halkçı, toplumsal kimliği onun garip akıma yakın şiirler yazdığı hususunda ikna edici bir noktadır. Oysa kendi başına tıpkı Gülten Akın gibi bireysel bir toplumcudur. Onun şiiri, bir elin parmaklarının bir bağlamanın tellerine değdiğinde dile gelmesidir, Halk Edebiyatı'nın. Halk Edebiyatı'nın postmodern haline Garipçilik diyoruz belki de. Sahi, neyi neye göre, nereye niye koyuyoruz? Neredeyse pek çok romanı bir ödül almıştır. Altmış yaşından sonra yazıp yayınladığı Bir Uzun Yol benim çocukluğumdan beridir yastığımın altında duran tek kitabıdır. Ve altmış yaşından sonra yayımladığı bu kitap bir elin beş parmağından daha fazla dile çevrilmiştir. Bir tek romanı binlerce ödül alsa bile bir tek şiiri insanın canının içinde bir kıymık gibi titretiyor kalbini. Ne mutlu bana ki, bir avluda bir ihtiyarın kucağında yetiştim. Her gece yatsıdan sonra türküler, şiirler dinledim. Büyük heves etmiştim. Çocukluğumda ona bir mektup yazmıştım. Mektubum geri dönmüştü, fakat mektubumdan önce ölüm haberini almıştım. Fakir Baykurt deyince, ben hep kendimi içine alınmadığım bir odanın kapısında hissetmişimdir. Böyle hissedenler, sonunda dışında kaldıkları her şeye sahip olduklarında, artık onlar için beklemekten vazgeçtiklerini anlar bulurlar kendilerini. Yazdıkları, yaşadıkları ayrı ayrı ibretlik bir şairin hayat hikâyesidir. Fakir Baykurt, kendi sesiyle Bir Uzun Yol… Benim en sevdiğim şiiri Frederik.

Uzaktan epey batısından Paris'in
Saçları güzel Frederik'in
Bilim demiş, dil demiş yürümüş
Gözleri güzel Frederik'in

Tatillerde garsonluk yaptı
Bağ belledi, üzüm kırdı
Okumuş bir işçi, işçi çocuğu
Kolları güzel Frederik'in

İki fakülte bitirdi
Çalışkan, barış dedi, saflara girdi
Beş dilde türkü söyledi
Sesi de güzel Frederik'in

Yaşı yirmi dört oldu
Yürü dediler askere
Şu savunma bu saldırı
Öfkesi güzel Frederik'in

Barışçıyım ben dedi
Fransa'dan giderim, askere gitmem
İşim yok uluslara saldırıyla
İnadı güzel Frederik'in

Alıp çantasını çıktı yola
Belçika Hollanda Lahey
Cebindeki zarfta diplomalar
Dilleri güzel Frederik'in

İş aradı aylarca yük taşıdı
Seralarda sebzecilik çiçekçilik
Havalar soğuk pabuçlar delik
Onur'u güzel Frederik'in

Artar geceleri yurt özlemi
Siler yerleri inatla
Barış için asker kaçağı
Yolu güzel Frederik'in

Ünü güzelden güzel
İki diploma beş dil
Bir otelde yer siler şimdi
Öyküsü güzel Frederik'in

Yazarın Diğer Yazıları

Denizde balık, havada kuş, karada insan: Sâmiha Ayverdi

Denizde balık, havada kuş ne ise, insan da karada odur. Sâmiha Ayverdi de sadece bir insan, yazan, fikirleri kadar yaşayan bir insan ve fikirlerini sadece “bir tek millet” milliyetçiliğiyle de sınırlı tutan. Fakat bu ciddi ve renkli kişiliğinin yanında bir de inadı var ki, nasıl sevmeyeceksin onu?

Külü kendisinden ağır hayatlar, “Kaçak Yazarlar”

En büyüğünden en içerideki küçük bir iç savaşa, evde ellerinde yetiştiğimiz insanların yaşam biçimlerinden, disiplin anlayışlarına kadar şeklini aldıkları düzene itaat edenlerin en gevşek halleriyle bile üzerlerimizde kurmaya çalıştıkları baskı ve sorumluluklarının da ortak bir payda olduğunu “Kaçak Yazarlar”daki birçok yazarın hikâyesinde de görüyoruz

Labirent, dünya tarihinin kanlı ve kısa özeti

Amin Maalouf, “Labirent”le dünya tarihinin, bugünün ve yakın tarihin kanlı ve kısa tarihini özetlerken, sadece büyük dünya düzeninin değil, bu düzenin daha aşağılarda kurduğu diğer küçük düzenlerinden de söz ediyor. Yazmak da yazarlık da bu nokta önemli

"
"