18 Ağustos 2024
‘Kader’ denen saate,
müdahale edemeyenlere…
“Hayran olduğum şairler boş bulunduğum bir an beni arkadan bıçaklayanlardır.” -Şule Gürbüz, Kambur
Geceleri avluya çıktığında ben de çıkardım peşinden, aradığı şeyin ardından yürür gider de birden mecnun gibi kırklara karışır kaybolur, bir daha da geri dönemez diye. Aradığı şeyin içinde olduğunu ne kadar tutup yakasından söylesem de yüzüne, anlamazdı. Ah, bilmez miyim, o da O’nun içine girmek istiyordu sanki. Beni de bu yüzden duymuyor, anlamıyordu tabii. Sanırdı ki, tecelliler O’nun bizzat kendisi. Bir nesneyi tuttuğunda sıkı sıkı O’nu tutar, sevdiğinde birini sanki sinesine O’nu basar da severdi. O kimdi ki? Çocukken bir şeyden korkar da, o korkunun bazen birden kokusunu almış gibi irkilirdi ya hani insan, işte öyle bir şeydi onun aradığı şey. O’nu hem çok sevecek, hem de O’ndan çok korkacaktı. Gözüyle de görecekti, kokusunu burnunda hissedecek, kaçmak istediğinde O’ndan yine koşup O’na kavuşunca göğsünde sızlayan yer birden çatlayacaktı da ancak o zaman durulacak, o zaman iyileşecekti. “İyileşecekti” diyorum, ama bu bir hastalık da değildi. Belki de yiğitliği buna “hastalık” diyecek kadar ileri bir yerde değildi. Yiğitlik ne idi ki? Hayatı boyunca bir sır gibi yaşayacak, sır vermeyecek, herkesi sevecek, ama kimseye de güvenmeyecekti. Öyle de oldu tabii.
Bazı geceler avluda oturup göğe baktığında, içerideki kitaplar, dışarıdaki o bahçe olmasa çoktan delirecekmişti, gibi gelirdi bana. Aslında yine de delirmeliydi, ama hayret doğrusu delirmedi. Bu deliremeyişe “metanet” diyordu diğerleri. “Ruh hali” değil, “kişilikti” bu. Ben görüyor, biliyordum halini, o “metanet” dedikleri şeyin. Geceleri uykusundan uyanır, ışıksız otururdu sabaha kadar üzerinde yatağının, sanki az sonra birden dışarıya koşarak çıkacakmış gibi. Başkalarının bakıp görüp geçtikleri o metanet, sabah namazlarında ağlaya ağlaya dizlerini döverdi. Bütün çocukluğu boyunca beklediği vahiy yerine, sabahları saat beşte açılan kapıdan sadece babasının sesi dökülürdü odasına, “Haydi namaza! Haydi namaza!” Bu sesten yapılmış bir hançer saplanırdı da bağrına, ama yine de küsmezdi Allah’a. İbrahim’e inanıp Firavun’un ekmeğini yemek gibiydi. Öyle derler ya hani. Öyleydi. Başka hiçbir vakit de namaza durmamıştı, durmazdı da. Sabahları erken uyanmak Allah’ın emri olmasa, uyanmazdı belki de. Ben de izlerdim onu. Sabah namazlarında durup birden ağlayarak vura vura dizlerine, kabuğunu çatlatıp da kendinden dışarıya çıkacak “oh, nihayet!” diyecek diye. O kabuk hiç çatlamadı, o da kendinden dışarıya hiç çıkamadı. Güldüğü de olurdu kendi kendine bazen konuşup bazen uyanıp da uykusundan “aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor” derdi, içinden. Sanki arayanı soranı varmış gibi… İsyan da ederdi “verdiklerin aldıklarının yerini tutmuyor Allah’ım!” derdi. Laf! Ama doğrusu, hiçbir şey hiçbir şeyin yerini tutmuyordu gerçekten de. O da birinin yerini doldurmak için gelmişti, yaşadığı eve ilk geldiğinde. Onu bir eşya gibi tutup kolundan hangi köşeye koysalar, elinden tutup kime gösterseler manasız, yerine yakışmayan bir eşya gibiydi hakikaten de. Onun da hakikati buydu ama. Yaşardı, çok şeyler bilip de bunu bilmeden. Ne tuhaf!
Öyle tez canlıydı ki, yedi aylık doğmuştu. Yedi aylık olduğunda alt dişleri çıkmış, emeklemeden ayakta durmayı başarmıştı bile, keçi yavrusu gibi. Öyle yazılmıştı dosyasına, eklensin diye yanına daha sonra başka vukuatları da olursa diye. Hayatına mizan ve nizam veren dedesinin dizlerinin dibinde kedi gibi tüner, onun yüksek bir sesle uzun uzun heceleyerek okuduğu “Sevgili Peygamberim”i dinlerdi. Dinlerken de bir başka âlemde gezerdi. Tepeleri terk eden okçulardan olan dedesi, bazen okuduklarına ağlardı, o da birden doğrulur, “Nerdeymiş o zalimler, alayım Peygamberi onların elinden hemen!” derdi. Kimseler o dalgın bakışlarla nerelere gittiğini bilemezdi. Onun nerelere nasıl gittiğini bilse bilse -sonra bir daha nasıl dönüleceğini geriye bilmese de- İbnü’l Arabî bilirdi… O gün mü yutmuştu yoksa içinde bir türlü çimlenemeyen o tohumları, kim bilir? Sokağa çıkmak yasaktı, garip çocuktu ezelden beridir, o zamanlar da kaybolur diye korkardı herkesler. “Sonra al başına belayı…” Aslında keşke sokağa çıksaymış, kaybolsaymış... Fakat dünya, bildiğin gibi işte, olmamış!
Kitaplar arasında bir dünyada kaldı bütün çocukluğu boyunca ve bin yıl yaşamış gibi ustası da olacaktı dışarıdaki hayatın, içini görecekti baktığı her şeyin, herkesin… Korkunç olan da buydu işte. Nasıl olduysa oldu, kendi kendine okuma yazma öğrenmişti. Zehir bu ya, içindeki sıkıntı büyümüş de büyümüştü böylece. Kimseler bunu görmemişti bile. “Benim iradem var!” dediği günlerden utanacaktı, ama sonra bir gün iradesi de elden gittiğinde… Sonra bir gün dışarıya çıkma vakti geldiğinde, kanatları öyle ağır gelmişti ki, nasıl uçacağını bilememişti. Nerelerdeymişti o günler tahta kanatlarla uçan İsmail Cevheri? “Uçacağım” diye ölmüştü ya, tabii! Başını kaldırıp göğe baktığında yere çakılmanın sesini yüz yıllar öteden duyunca, hemen de uçmaktan vazgeçmişti. Bir uyanık o idi ya… “Yürü ya kulum” denmiş kanatları sırtında bir yük, yürümüş de yürümüştü. Yazı yazacakmıştı. Kalem, kâğıt sesi duymasın, cezbe gelirdi, ama hep bir şeyler eksikti... On iki bilinmeyenli denklemleri çözmek onun işi, onun işi oluvermişti tas tas sulara damlattığı kanda, avucuna döktüğü mürekkebin içinde dünyanın ne yana döneceğini görmek, geceleri üçte uyanıp istihare namazlarında yarına bakmak... Kime danıştığını da bilmeyerek, ahmak! Hiç de inanmazdı rüyalara üstelik. Meraklısı için “yazılım” diye bir şey vardı artık. Matematiği de bu yüzden severdi, istatistikte de ondan iyisi omuzlarımızda taşıdığımız günlere şahit kalem tutan ilahi kâtiplerden başkası değildi. İnsanlar hakkında öngörüde bulunmak için onlar hakkında bildiklerimizin bir veri olduğunu söylerdi mesela. Ee, doğruydu tabii… Bu, o şuursuz zaferini ilan eden öngörülerden çok uzakta yarısı sezgi olsa da matematikti. Bu da bir ilimdi, hem de bilimsel. Kafası da kalbi de ruhu da “onu da bileceğim, bunu da bileceğim” diye karışmıştı, ama niyeyse sonra birden... “Mutsuzluk nedir?” Bunu da öğrenmişti böylece. Ee, ne demişler “Bilmemek mutluluk!” Bazen öyleymişti gerçekten.
Oturup sabahtan akşama kadar çantasında banknotlar bankacıları, tüccarları söven babası hiç istememişti yazmasını. Bir tane Friedrich Engels yetermişti de artarmıştı dünyaya… Tüccar olsun istemişti yine de hep yahut bankacı. Olmuştu da bir zaman. Hem de nasıl bir tüccar, anlatamam. Her taşın altında o! Büyü değil, sihir değil… Cüzdanına günleri gelip sıkıştıran Hızır değil… Geceleri bir hayalet gibi dolaşırdı piyasaları, derken sabahları ilk lokmalarını sarıp yutmadan insanlar, zamlanırdı her şeyler. Bunun iyi bir şey olmadığını o da bilirdi elbette, ama babası gibi de konuşurdu, babası öyle istiyordu diye, “Hayat, böyle...” Kan içip haram yiyorum sanırdı bu komisyoncular yüzünden. Hani nerelerde kalmıştı komünizm! Bu yüzden az yer az içerdi. Rahat uyku nedir, bilmemişti hiç ömrünce. İçinde her saat başı açlıktan ölen birinin yası kötü bir şarkı gibi uzar giderdi. Hiç görmese, duymasa bile… Günün bozduğu ne varsa, oturur geceleri onları düzeltmeye çabalardı. Fakat nafile. Bazen iskemleye çıkmak da gelirdi içinden. Hikmet bu ya, ipi boynuna geçirse “iskemlenin ayağı kırılsın” demezdi de “ip kopsun” derdi kendi kendine… Mühür kimin eline geçse herkes kendini Süleyman sanıp sevinirmişti, Süleymansız yüzüğün bir işe yaramadığını da bilirdi mesela. Sonra bir gün kalktı, bir söyleşiye gitti. Tam da vaktiydi, sanki! İlkokulda sol elle kalem tutuyor diye, yediği dayaktan sonra sol elini nasıl yok saydığı gelmişti birden aklına, gittiği yerde kendinden vazgeçmesi gerektiğini öyle böyle ima ettiklerinde...
Randevusu öğlen saat ikide… “Bela geliyorum” demezmiş. O sabah namazından hemen sonra, o kapıda belirmişti bile. Kapıyı çalmıştı, içinde pür heves. Aslında heves denmezdi buna. Okuduğu binlerce kitap içinde şiiri terk etmiş, ama şairliğinden kopamamış birini görecekti sadece. Yeryüzünde bir tane doğru vardıysa, onun ne olduğunu bilen birini… O şiiri, o şairi hep aramıştı senelerce. O şiir, o şair orada zannetmişti belki de. O şiir, o şair, oradaydı elbette. İçeriye girdiğinde, saat sesleri kalbinin sesinin altında kalmıştı. O zaten hiç inanmazdı, “zaman” diye bir şey yoktu. Her şey gibi bunu da insanlar uydurmuştu. Tuhaftı, bunu kendi de biliyordu ve sıradan biri gibi görünmek için başını önüne eğmişti... Göz göze gelince insan ne de olsa kendini ele veriyordu diye. Yolda yürürken bile önünde gölgesini görse, ona hemen sırtını dönerdi. Kaçmak bir şeyden böyle de kolay zannederdi… Kolay da değildi. “Profesyonel” denmezdi, ama onun da bildiği bir şeyler vardı tabii... Gündüzleri tüccar, geceleri külliyatlar okuyan ve şiiri seven biri elbette yorgunluktan, uykusuzluktan yıkılacak gibi görünmemeliydi. Hele görmeyen tek gözünü görüyormuş gibi hareket ettirişi, saklaması aksayan ayağını… Oysa kör olduğunu da aksadığını da ayağının sadece kendisi biliyordu. O garip haliyle beş dakika akşam vakti oturuverse Yeni Camii avlusunda, lirasını alamayacağı kimseler kalmazdı ortalıkta, ama onun da dileneceği bir tek şey varmıştı hayatta. Orada görecekti bunu. Orada anlayacaktı. Hemen bir gün sonra…
İlk gün her şey yolunda gitmişti. Keşke “tüccarım” demeseydi. Anlatana, kayıp atını da silahını da bulmuş yaralı bir süvari gibi bakmış durmuştu. Bir çay konmuştu önüne, o ana kadar “Yasemin”i sadece bir çiçek sanıyordu. Bir yudum alıp çaydan, gülümsemişti sebepsiz. Sebepsiz değildi aslında. Melih Cevdet Anday’ın bir şiiri geçivermişti içinden “Medeniyet gör ulan ayı!” Küçücük bir cihazla ses kaydına dünyaları sığdırmış gibi kalkmıştı, saatler sonra oturduğu masadan. “Hadi artık kalk git” demeden de kimse, kalkıp gitmeyi de bilmezdi mesela. “Cin” diyenler ona, nesine çarpılırdı, bende anlamazdım bunu hiç. Çirkindi de üstelik Allah’ım evlerden ırak! O sadece kendini çarpardı, tüccar olduğunu unutursak eğer. Eve bir varışı vardı o gün, yarışıyor gibiydi zamanla. Hani “zaman” diye bir şey yoktu? Ölüm yüzünden galiba... “Bir sabah olur da uyanamam” diye, birgün bir uykuda öylece kalmak düşüncesine nasıl kapılmıştı ki acaba? Yalnız Allah’tan korkardı da başka hiçbir şeyden korkmazdı diye, elinde dedesinin tespihiyle uyurdu, gözlerinin önünden geçirerek hayatını…“Estağfurullah, estağfurullah, estağfurullah…” diye diye, iniltiler içinde. Başkalarının bendesi patron gibi göründüğü için günahkâr sanıyordu kendini, ama babası haklıydı çoğu zaman “Hayat,” böyleydi. Ya aşağıda duracaktı ya yukarıda, ortada duranı ezip geçerlerdi.
İlk gün buluşmuşlardı da, ama neler konuşmuşlardı kim bilir? Yol boyunca dalgın dalgın âşık gibi tekrarladığında duydum birkaç cümlesini “Ateşli özlemler… Çağa isyan edişler… Âlemler, âlemler, âlemler… Motor bende bir tutku! “Ben korkarım motordan” diye cevap vermiş mesela…” Motordan ben de korkardım doğrusu… “Araba?” demiş birden, “Arabam var, ama pek kullandığımı söyleyemem. Uzun yolculuklar olmadıkça. Kimseyle de yola çıkmam, ölüm var ya hani, kimseler yanımda ölsün istemem” demiş kabahatli çocuklar gibi başını önüne eğip. “Ben sürerim!” deyince şair, sevinçle birden, şaşırmış tabii “bu da nerden çıktı ki şimdi?” diye. Kayda sığdırdığı dünyalar kadar sesi birkaç saatte deşifre etmiş, işinde mahir ya, görsün diye son halini ona da göndermişti. Sadece tüccar olmamış insan sarrafı da olmuş olacak ki, bir sonraki randevudan önce bir e mail göndermiş “Kimselerin ayağına gitmeyen ben, kibirden değil asla vakit olmadığından, sadece söyleşi yapmaya geliyorum. Sır almaya değil.” Yalanın böylesi! Pek konuşmaz, saklanarak yaşardı, bir de kendini uyanık sanırdı ya, her zaman kendine yaklaşan şeylere koşmuş kendini durduramayacağını anladığında da tedbir topunu hep karşıya atmıştı. Fakat bu bumerangdan yapılmış sözleri ne yana fırlatıp atsa kör fıtratı gibi yine geri dönerdi.
Aslında beklediği, aradığı buydu. Beklenen, aranan o değildiyse bile. Bir insan mı, şeyh mi, hoca mıydı aradığı? Belki de bir evliya? Çok uzakken bile konuşacak, işitecek biri olsundu diye hep yanında, ama A’raf Suresi’nden bir ayet kesiyordu yolunu, “O’ndan başka evliya aramayın!” O kendi kendine de yola gelemezdi oysa. Bir sonraki randevuda o eski büyük şair de anlamıştı bunu, buluşup oturmuştular, şairin elinde bir telefon. Bela gibi yapışmış kulağına… Yıllar yılıdır halledemediği bir meselesi var. Aklında tuttu bunu duyduğunda “ben hallederim” diyerek içinden. Halletti de. Böylece çıkarıp bıraktı onu bir düzlüğe… Aferin ona!
İçeriye girdiğinde değişmişti bile bütün fikirler. Değişmeyen ne vardı ki, değişim saniyeler içinde gerçekleşen bir seçim. Sanki yer değiştirmişlerdi birden. Haliyle e maili ondan evvelce varmıştı ki yerine, uzun bir bekleyiş, hengâmeler iç içe. Bir de yürek kaldırmaz torna sesi, o tespih tanelerinin sesini tercih ederdi bence… Nihayet bitmişti ki sıkıntı, derken oturmuşlardı yüz yüze... Açılmıştı defter, kurulmuştu cihaz. Nasihatle girişmişti şair önce “Çok fazla yazıyorsun, iyi değil bence. Sonra ben yaşlarda -ben unutmuyorum ama- unutursun her şeyi” demişti. Afallayıp kalmıştı, fakat bunda şaşıracak ne vardı? E mailin okunduğunu anlamıştı. Tutulmayacak sözlerin insanın gözlerini yüzünde kayık gibi gezdirdiğini de bilirdi.
Şair devam etmişti, nasihatler yağdırmaya, nasıl vazgeçse bu işten bilemediği için galiba… “Şu kadarcık adamlara bu kadar bu kadar yazılar yazıyorsun, değmezler” demişti, “yazık sana.” Babası gibi konuşmuştu, yazmasın tövbe de etsin istiyordu. Tüccarlık neyseydi de yazmasa delirmeyecek, ölecekti doğrusu. Yine de sükûtunu hiç bozmamıştı, aslında niyeyse kalkıp da birden masayı da terk etmemişti. Daha gençken mutlak ki yapardı bunu, ama niçinse yapamamıştı? “Peki,” demişti, “O yazıları yazmasaydım da açılacak mıydı bana bu kapı?” Sessizleşmiş başını önüne eğmişti şair. Birden mahcup da olmuştu, pişman da galiba, ama iş işten geçivermişti çoktan… Kalbini kırmış, mihrabını yıkmıştı. Az şey miydi bu? Günahtan sayılmaz mıydı? Kötü şeyler de demiyordu ya, hayrına… Yersen tabii! Fakat neresinden tutsundu da neresinden baksındı ki buna? Sonra birden deyivermişti “Ben seni beklerken bir âşık bekliyordum, ama sonra birden benim gönlüm geçti bu işten.”Daha tınısı bile dinmeden sesinin, kapamıştı defteri, toplamıştı cihazı “Tamam” deyip. Bir de “ah” çekmişti sanki içten. Şair yerinden kalkıp yanına geldiğinde, birden iki elle tutup yüzünü, öpüp saçlarından basıvermişti bağrına yüzünü. Sonra bir başka ses karışmıştı bu sessizliğe “Neye karar verdiniz?” diye.
“Tutamıyoruz seni tutamıyoruz” diyenler yıkmıştı onu bir kere… Bir zamanların dik başlı kadısı Yunus gibi “Dövene elsiz gerek / sövene dilsiz gerek” diyecek, bunca yıldan sonra b*k sürdürecek de değildi ya yiğitliğine, bunu Yunus bile hemen yapmamıştı zaten. “Vazgeçtik. Kalkarım, giderim şimdi” demişti de kalkıp gidememişti de. Ateşten sonra yaratılmış duman kavmindendi… Ben tanığım ya ona, o teslim olmuştu da teslim almak isteyenler onu, ateşten yapılmış zincirlerini tutamamışlardı, elleriyle bile. Oysa o ilk günler ta çocukluğundan beri, birden nasıl da soyunmuştu müritliğe, “ille de Osmanlıca” derken “şeyh, dergâh” demeye korkan şair bile… Velhasıl, “kader” denen saat de böyle çalışırmıştı… Şeyhi müridi gibi davranan birini Allah bırakmıştı da O’ndan başka kim, nasıl tutacaktı? Farabi gibi haysiyetini korumak için o gün bir karar vermiş kapanmıştı evine. Kendini kaçtıkça hep o kapıda, yalnız o kapıya sadık bir köpek gibi bulsa da. Az yiyip az içmeyi de bıraktığında sonra bir gün, tüccarlığı da yazmayı da bırakmıştı aynı anda. Hem nasıl bu kadar saf, hem nasıl bu kadar zeki olduğunu ben de oldum olası hiç anlayamamıştım. Fakat hep haklıydı, haysiyet konusunda, haysiyet önemliydi çünkü. Omurgası olmalıydı insanın, hem kendini hem inancını ayakta tutabilsin diye… Sonra bir daha hiç şiir yazmadı. Günü geldiğinde, olursa bir alın taşı, o hep kimsesizler mezarlığına gömülmek isterdi çünkü yanına koysunlar da kuşlar tırtıkladıktan üç gün sonra, insan diriyken kalbine ne oluyormuş herkesler görsün diye, kıpkırmızı elmalar yetiştirmişti bahçesinde… Evliyaların da içinden insan çıkıyormuş bunu da anlamıştı, ama bağlamıştı canını kapısına bir defa “miraca yükseleceğim, şerefli haysiyetli bir insan gibi öleceğim” diye. Nicedir ben de görmüyorum onu artık ya, ama biliyorum, avluda dolaşırken hala bir başına “haydi bismillah” deyip çapasını vurduğunda toprağa “çav bella” mırıldanıyor… O ebedi uykuya hazır, uyanmayı bekliyor.
Ayfer Feriha Nujen kimdir? Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır. Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir. |
"Neden, bir an bile olsa durup hayatın, insanın, evrenin anlamı üzerine düşünmüyorlar?” Dışarıdaki bu dünya, benim dünyam değil. Ben buralı değilim. Şimdi kalkar giderim, sonra bir gün yine gelirim…
Türkiye’deki sorun öne çıkarılan bütün sorunlardan çok daha ileri ahlak ve insani değerler sorunu. Kültür değil, sınıf çatışması. Sermayeyi hangi sınıfın elinde tutacağından kimlerin nerelerde ne koşullarda yaşaması gerektiğine kadar karar verecek iktidar gücünü de elinde bulundurmanın savaşı
Denizde balık, havada kuş ne ise, insan da karada odur. Sâmiha Ayverdi de sadece bir insan, yazan, fikirleri kadar yaşayan bir insan ve fikirlerini sadece “bir tek millet” milliyetçiliğiyle de sınırlı tutan. Fakat bu ciddi ve renkli kişiliğinin yanında bir de inadı var ki, nasıl sevmeyeceksin onu?
© Tüm hakları saklıdır.