14 Kasım 2021

Bazen bir kurşun sesi öldürür insanı: Türkiye'de entelektüel görünüm

Kendi çapında bir alanda uzmanlaşmış birini gerçekten entelektüel yapan şey beklentinin ışığını söndürmüş olmaktır kendi elleriyle her şeyden önce. Sadece yön vermek istediği her şeyin istikbalini düşünmeyi koymaktır diğer her şeyin önüne.

"Başlangıçta hiçbir şey bilmiyordunuz, inanırım; sonra şüphelendiniz.
Şimdi her şeyi biliyorsunuz ama hâlâ susuyorsunuz."
-Sartre

La Rochelle aydın bir insan için şöyle der: Gerçek bir aydın her zaman bir partizandır, ama her zaman sürgünde bir partizandır; her zaman inanç adamıdır ama her zaman sapkındır. Sözümona Türk aydınları için –kendini öyle tanımlayanlar ve bu iddiada bulunanlar için- bu cümleden bir tek kelime kalıyor geriye, en saptırılmış haliyle 'sapkınlık.' Bilincin doruklarına vardığı yanılgısına kapılan en donanımlı insan bile sonunda içindeki en ilkel güdülere teslim olan şuursuz bir hayvana döner, çoğunlukla. "İnsan düşünen bir hayvandır" argümanı artık sezgilerini de kullanamayan bir hayvan olarak kalır. İnsanın ve iradesinin çöküşüdür işte bu. İdealleri, prensipleri kişiselleştirip evrenin yasalarını hiçe saymanın bir sonucu da aynı zamanda… Hani ne diyorlar, "Rabbena, hep bana!" İşte bugün 'entelektüel' diye karşımıza çıkan tiplerin duasıdır bu.

Ruhunu yitiren her şey bir cesettir ve ruhunu çekip aldığınızda her şey yıkılmaya mahkûmdur. Tarihsel olarak geriye dönüp baktığımızda bütün Avrupa'nın neredeyse bütün dönemlerinde başat aktif rolü hep aydınlanma hareketlerinden ve onları harekete geçiren aydınlarından söz edebiliriz. Bu dünyanın doğusu şark için de geçerli. Entelektüelin toplumdaki yerinden ve eylemlerinden sözler edeceksek eğer. Entelektüelin ve entelektüel sermayenin ve tarihinin geliştirilmeye açık bir miras olarak doğru bir biçimde aktarımını görebilmek için. Şark ile garbın arasında bir toplum olan bu kafası hep karışık, nereye çekseler oraya gider bu toplumdaysa bugün ne aydınlanmadan ne de aydınlardan söz edebiliriz. Ona dayatılan her şeyi bir başka alternatifi yokmuş gibi tek celsede sorgulamadan kabul ettiği için toplum. Belki sadece gerçek aydın ve entelektüellerin konuşabileceği konularda ahkâm kesen televizyon ucubelerinden söz edebiliriz sadece. Bu ucubelere dönüşen sözümona sanatçı, yazar, aydın yığınından… Kendi varoluş krizlerine kapılmış olanların birer 'popstar' olarak belirdiği anda ruhunu yitirmiş bir şey gibi kendilerini pazarlama yarışlarından. Artık aydın olanın toplumsal olanla değil, kişisel olanla ilgileniyor olmasından. Böylece bugün bu toplumun neden bu kadar hızlı ve bu denli zayıfladığını da açıklamış oluruz bir bakıma. Her felsefe mezununun filozof, her iktisat mezunun ekonomist olmadığı gerçeğinin de altını çizerek.

Bugün için söylüyorum özellikle–daha önceleri de başka emsallerine tarih boyunca tanık olduğumuz- sanatçının varoluş krizleri – yalnızca kendi şahsi beklentileriyle ilgili- dışında kendini gösterdiği hiçbir alan yok. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Bugünün Türk aydını dünkü berber çırağı gibi makası tutar tutmaz kendine dükkân açmanın peşinde yeni yetmeler gibi hırsla dolu; "benim kitabım, benim hikâyem, benim hayatım!" En ideal tip, bilge ve örnek yurttaş! Bir toplumu ancak düzenli hale getirebilecek ama aynı zamanda evrensel kıstasları da içeren yasaları, değerleri, kuralları kendi kurallarıyla değiştirmenin peşinde. Kendi varoluş krizleri ve getirim/rant, görünür olma, kendini pazarlama taktikleri içinde kendini tükettiği gibi topluma hayrı dokunmaz bir canlı ceset de aynı zamanda. Her şeyin üstüne çıkma ya da ötesine geçme sevdası ortaya koydukları her şeyin kaygan birer içerikten başka bir şey olmadığının da kanıtı. Dillerine doladıkları üç-beş kavramın aslında kökenlerine inmek dahi şöyle dursun güncellenmesine bile bir katkıları yoktur. Entelektüel görünümlü aydınların bir kısmı nerede ne yazdıklarına bile dikkat etmezler. Günü kurtarmanın tarihi kurtarmak kadar kutsal olmadığı bu yeniçağın başında artık yeni düşünceler üretmek şöyle dursun iktidarların paralı hain subayları gibi varlık sürerler. Üstelik tam da karşıtıymış gibi davranarak da bazen.Bir kısım entelektüel görünümlü aydın ise şöyle bir profil taşır: İyi reklam edilmiş bir kitapta ya da şans eseri çok geniş bir platformda bilinçsizce dile getirdiği felsefi bir açıklamadan sonra – ki sözlerinin felsefi boyutundan bile haberi yoktur, bunu hep toplumsal bilinci açık bireyler fark eder- "bir şey biliyor" olmanın atmosferine girmiş ve artık hep orada fıçıda bir Diyojen gibi yalnızca kendini tatmin eden sözleri tekrar ederek durmadan sayıklar hele gelmiştir. Söylediği her şeyde sadece övülmeyi ve sevilmeyi umarak…Bir zamanların engizisyon mahkemelerine karşı olan entelektüel tavrın bugün bu mahkemeleri kurduğunu da görürüz böylece. Fransız edebiyatından kulakların aşina olduğu Klasisizmin katı kurallarına bir tepki olarak da ortaya çıkan Romantizm bile bir 'karşı durmanın' ürünüyken bugün aklını yitirmiş demeçlerle "bilen biri" olarak toplumun nabzını dinleyemeyenlerin seyircileri olduk. Oysa "entelektüel olmak' çok da geniş kapsamlı bir tanıma sahip değildir. Neye göre entelektüel, neye göre değil; bu öyle bulanık bir kavramdır ki aynı zamanda neredeyse tartışmaya kapalı. Fakat genel görgüler çerçevesinde bir entelektüel pek çok şey bilen biri değildir zaten. Kendi çapında bir alanda uzmanlaşmış birini gerçekten entelektüel yapan şey beklentinin ışığını söndürmüş olmaktır kendi elleriyle her şeyden önce. Sadece yön vermek istediği her şeyin istikbalini düşünmeyi koymaktır diğer her şeyin önüne. Uykuda bir kanserli hücre gibi uyanmayı bekleyen linç hareketlerini fitne ile sonucu belirsiz geleceğe sürüklemez bir kere. Rasyonel, pozitif bilimler ışığında şekillenmesi gereken sosyal ve beşeri bilimlerin içini boşaltıp boşluktan nutuklar da okumaz elbette. Eleştiriye katlanamayan ama her şeyi eleştiren, söyledikleri sorgulansın isterken söylenenleri sorgulamayan bir insan için zaten entelektüel bir kapasiteden de söz edemeyiz. Örneğin; Elif Şafak'ı, Orhan Pamuk'u eleştirip bir bakıma bir Elif Şafak, Orhan Pamuk olmak istemek gibi bir tavrı entelektüel tavır ve şiar edinmek de enteresan bir kapasite ister doğrusu.

Jean-Paul Sartre kendisine yöneltilen "Entelektüel kime denir?" sorusuna şöyle yanıt vermiş: "Bana göre benim de –maalesef hâlâ- dâhil olduğum klasik bir entelektüel tip var, kısmen dâhil olduğum. Daha sonra Mayıs 1986 ile birlikte yeni bir entelektüel tip ortaya çıktı. Hepinizin bildiği, içine doğduğumuz, içinde yetiştiğimiz klasik entelektüel tip başlangıçta belirli bir alanda istihdam edilen biriydi. Ben bu alanda çalışanlara "pratik bilginin uzman işçileri" diyordum. Bu insanların mesleği bilimsel bilgi yoluyla teknik ya da bir şekilde pratik çıktılar üretmektir. Bu insanlar bilimsel bilgiden yola çıkar ve doktor ya da mühendisin tikel bilgisine varırlar. Bu anlamda şöyle bir durumda bulunurlar: Bireysel durumda tikele hizmet ederler…"

'Tikel'in ne demek olduğunu bilmeyenler için önce açıklamasını yapayım: Tikel, bir bütünün bir tek parçasıyla ilgili olan. O kadar da geniş ve kapsayıcı bir tanımlama değilmiş demek ki Sartre'ın tanımlamasından da yola çıkarsak. Bir bütünün ne kadar büyük bir parçasına tekabül ettiği önemli elbette "bir parçası" olarak ifade edilenin büyüklüğü de aynı zamanda. Zaten 'entelektüel' dediğimiz zaman bir filozof ya da evrenin bütün yasalarına hâkim bir insan beklemek çılgınlık olur. İnsan denen nesnenin zihinsel kapasitesini de düşünürsek tabii. Ama entelektüellik iddiasında bulunanlar bu güce, bu yetkinliğe sahipmiş gibi davranırlar. Oysa biz buna güç, yetkinlik değil, maymun ünlüsü diyoruz. Çoğu zaman onları bulundukları yere ulaştırmış toplumu aşağılayarak elde ederler bu güç dedikleri söz söyleme hakkını. İntellectuel/aydın kendisiyle ilgili bütün tanımlamaları kapsayan ve onu asıl anlamlı kılan 'toplumun sorunlarıyla ilgilenen insan' vasfını kaybetti çoktan. Artık toplum onlarla ilgileniyor, yoksa ölecekler ilgisizlikten. Bu yüzden bir entelektüel için 'kültürlü' derken bu kavramı artık aydın kavramından ayırmak gerek. Öyle ki entelektüelin dilimize aydın olarak geçişine de aldanmamak gerek. Kültürlü ve aydın olmanın sınırlarını keskin bir biçimde de belirleyemeyeceğimiz için. Latince, Yunanca, İtalyanca bilmenin de günümüz toplumlarında entelektüel olma kıstasları içinde çok geçerli bir yeri yok. Bilince ne iyi tabii ama bir entelektüel önce kendi toplumunun dilini bilse keşke! Ona uzak diyarlardan kendi koşullarında belki de hiçbir zaman dilini öğrenme lüksüne sahip olamayacağı bir toplumun diliyle seslenmese kendi bağrında yetiştirdiği sözümona entelektüel kişiler. Çünkü haram gibi bir şey, bırakıp gittiğin toplumun (hakkında bir fetva verilmemiş, siyasal bir ölüm tehdidi ile karşılaşmamışsa) ekmeğini yiyip onu aşağıda bir şey gibi görmek… Sartre'ın bu konudaki net olmayışını ve benim de ayrıca ifade etmek istediğim entelektüel olmayan entelektüelleri Gün Zileli'nin Sartre İkilemi - Entelektüel Neden Susar? kitabından biraz farklı biçimde olsa da ortak bir açıklama alanı diyebileceğim "susmak" kavramı üzerinden de ele alabiliriz. Belki bu konudaki kendi tavrıyla Sartre'ı da yeniden gözden geçirebiliriz. Fakat ikilemde olmak bile sahte bir tek tarafta olmaktan iyidir.

 

Bizim toplumumuzda 'aydın' diye de anlamlandırdığımız entelektüellerin televizyonlara çıkarılmış birkaç ucubenin kendi aralarındaki tartışmalarına bakarak yeniden tanımlamak belki daha doğru olur. Hemen hemen her konuda bilgi sahibi olanların yine Sartre'ın tanımladığı "pratik bilginin uzanmaları" ile de karşılık bulmasına şaşırmamalı. Çünkü onlar için her şey "kullan at" kadar pratik. Başka bir manada pratik ya da faydalı değil kesinlikle. Bir Hint fakiri gibi hiçbir rasyonel bilgiye ya da pozitif bilimle ilintisi olmayan tecrübelerle dile gelirler. İşte böylece insanın içindeki şuursuz hayvanın ne olduğu konusunda aslında sadece gerçek bir bilgiyi farkında olmadan vermiş olurlar. Şu ana kadar dile getirdiğim her şeyde çok ciddiyim. Şaka yapmıyorum. İngiltere gibi bir zamanlar "Güneşi batmayan imparatorluk"un 250 yılda yapamadığı pek çok şeyi henüz genç bir cumhuriyetken ilk 25 yılda hayata geçiren bu ülkenin entelektüelleri işte bu televizyon ucubeleri. 'Tikel' zaten çok dar bir tanımlama iken bugün karşımıza tekelci bir aydınlar/entelektüeller tipi çıkıyor. Bu tiplerin birkaç özelliği var ilk anda göze batan: 1. Yandaş ve yalaka bir gazeteci tayfası ve 2. Kendi dükkânını açmış bir yazar tayfası. İş bu düzen oturagelince meydan da televizyonlarda, radyolarda zihin yok ki bulansın solucan gibi kıvranan tiplere, kültürlü mafya liderlerine kulak asarak kültürlenen ve bilinçlenen bir topluma hapsolup kalıyoruz. Bir entelektüel değilim. Fakat fikirler de elbette değişebilir bugün geldiğim noktada edebiyat ortamı gibi entelektüeller konusunda da büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorum. Bu toplumdaki her birey için kendine has bir bunalım ve hezeyan durumu yaratıyor maalesef. En buhranlı zamanlardan, en büyük en sarsıcı hezeyanlardan insan iki şekilde sağ çıkıyor. Birincisi gerçekten akıllanmış bir insan olarak, ikincisi var olan kapasitesiyle birlikte bütün aklını kaybetmiş bir insan olarak. Bunun bireysel olarak da toplumsal açıdan bir ortası yok. Bugün bunu sokak röportajlarında patlarcasına, haykırırcasına düşüncelerini dile getiren insanların çoğunda görüyorsunuz zaten. Bireysel olarak entelektüel olmanın dışında toplumun etkiler halesini açtığı bir konumda bulunan bir entelektüelin artık toplumun bir sözcüsü, onarıcısı ve hatta bir terapisti olarak dahi sessizleşmesinin bir sonucudur bu.

 

Edward W. Said'in Entelektüel adlı kitabında sözünü ettiği o entelektüel tip değil bu bizim entelektüellerimiz ama tıpkı kitaptaki gibi saldırılara uğradıklarını, ötekileştirildiklerini, sürüldüklerini, yabancı addedildiklerini ileri sürerler. Bu toplum kendisini zorlayan başta matematik gibi düşünsel pek çok şeyle hiçbir zaman arası iyi olmamış bir toplum olarak hep bir anlatıcıya, aktarıcıya ihtiyaç duyduğu için, kendini buna mecbur ettiği için biraz da bu ülkede gerçek bir aydının, entelektüelin değil ama öyle görünenlerin bütün toplumu uçurumlara sürüklediğini görebilirsiniz. Yalnızca sosyal beşeri bilimlerin –ne kadar bilim sayılırsa kendi başlarına orası çok muğlâk- özellikle de edebiyatın bir alan olarak da kullandığı bir yer olması bu etkinliklerin aktarılmasında entelektüel görünümlülerin sirki olmuştur. 16. Yüzyılda tam anlamıyla yerleşik hale gelen mutlak yönetimlerin temellerini sağlamlaştıran da bu olmuştur. Sınıf bilincini ve teorisini bir anda geride bırakan bu tip entelektüellerin de bir üst sınıfa ait olmak için giriştikleri eylemler sanki hep bir döner sermaye oluştursun diye yukarıya buyur edilmeyen toplumun tamamının kaderine terk edilmesinden elde edilen sahte itibarlara kurban edilmesidir. Fransız Devrimi'nde Rousseau, Diderot, Voltaire gibi düşünürlerin çabalarıyla köklü sayılabilecek bakış açılarını elbette beklemiyoruz, sadece kendi şarkısını şakıyanlardan. Zaten felsefeyi köklü ve bütüncül bir biçimde kavrayamayacak kadar zavallı olduklarını biliyor, yüklenmiyoruz. Ama insan toplumun bir parçası olarak hiç değilse bu kadar ezilen bir topluma biraz saygı duyulsun istiyor naçizane. Entelektüellerin trajedisinden sözler ederek bir başka entelektüel profil çizmeye çalışanlar da keşke ahlak sopasından bunca çektikten sonra ahlakçılık ahkamları kesmeseler. Az içseler, ilaçlarını düzenli kullansalar ve her şey bir yana bunları da sineye çekelim ama genç insanları entelektüel görünümleriyle istismar etmeyi bari bıraksalar. Onlar aydın değil, onlar entelektüel değil. Onlar kendi değerlerini yükselsin diye kaldırıp attıkları kavramların yerine koyan "kifayetsiz muhterisler." "Kurusıkı" deyip geçmemek lazım, en nihayetinde bir kurşun sesi de öldürebilir insanı.

Yazarın Diğer Yazıları

Bazı şairler, kitaplara girmemiş şiirler gibisiniz: Sami Bey, şimdi nerelerdesiniz?

Herkes kendi derinliğini kendi doldurur, kendiyle doldurur tabii ama Sami Baydar'ın çocukluğu da ilk gençliği de ve son günleri de yoksullukla doludur. Onun derinliğini yaratan da dolduran da bizim bilmediğimiz, bildiklerimizin yetersiz kalacağı derece ciddi bir yoksulluk ve onun getirdiği bir yalnızlıkla doludur. Hakkında yazılmış hiçbir makalede buna değinilmemiştir

Bir tahlil değil, bir hatıra: Ne güzel şarkıdır Destina

Kelimelerin de elbette bir ruhu var, dizelerin içinden bazen fışkıran bu sesler gaipten gelen sesler değiller. Yaşamışız, insanız ve o sesleri yaşatan geçmişe dayanır insanlığımız. Burası, yaza okuya sonunda insanın varacağı yer. Aşk acısı gibi değildir, o da deler ama geçer gider. Retoriğe sığmayan dünya sancısının bir formudur şiir

Yorgun genç şairler, üzülmeyin: "Elimize değen ölür"

Hiçbir şeyi, şiirin teknik hiçbir dayanağının olmadığını, içimize yerleşmiş bir konuşma ihtiyacının ürünü olduğunu öğrendiğim kadar hızlı öğrenmedim