25 Ağustos 2024

Allah var, gam da var: Turgut Uyar, "Münacat"

Turgut Uyar, imanını ortaya şiirleriyle koyanlardan. İnancı olmayanın bir fikri de olmayacağından şiiri de olmaz. İman, sadece "teslim olmak, kabullenmek" demek de değildir. Karşı koymak da bir çeşit iman ve inanların bir gereğidir. Sadece bu yüzden de "şair" denmez ona

"Sahipleneni az diye hakikate hürmet etmekten vaz mı geçeceğiz?"

Dücane Cündioğlu

Hayatın karmaşıklığı, haksızlıklar, adaletsizlikler ve sınır tanımayan ahlaksızlıklarla büyüyen çöküşlere rağmen hakikatten vazgeçilmez. İçinde kan kokusu, içinde kurşun sesleri, içinde gecikmiş yahut çok erken genç ölmeklerle fesat karıştırılmış bir ihaleye dönse de hayatımız, hakikatten vazgeçmeyelim ve kelimelerin anlamları dışında varlıklarını bize gösteren şey onları kullananların konumları olmamalı. Mesela sadece "şiir" yazanlara "şair" denmez, bu yüzden fazla insan olana da "şair" denmeli bence. Hiç şiir yazmamış birini söyleyiş ya da yaşantı biçimi de şair yapabilir mi? Tabii! "Hangi gözün kör?" dendiğinde elini göğsünün üzerine götürüp kalbini, "hangi ayağın aksıyor?" dendiğinde aklını gösterebilenlere… Çünkü sadece insanın aklı yiyip bitirebilir, nefsini de kendisini de. Biz insanoğlu, kelimelerin anlamlarından çok onları kimlerin nasıl kullandığına bakmaktan, önüne bakamayanlar, anlam kaybından ölüyoruz. Oysa "dert ne imiş mesela?" diye sorulduğunda, "başkalarının dertleri yanında benim ki ne kadar da hafifmiş" diyebilenlere… O dertle çöküp kapanacak doğru kapıyı bulmak ne kadar zor olsa da bulduğunda o kapıyı, sanki "dert" dediğin de dağılıp gidecekmiş gibi olduğunda, "bu da dert miymiş?" diyebilenlere... "Seni tanıdığım gün" diyor ya hani Âsaf Hâlet Çelebi, "acıyı da tanıdım…" Bir kere tattığında bunu, artık eskisi gibi olamayanlara da "şair" denir elbette. Çünkü herkes bilir bunu "kırılmak, putlardan daha eski." 

Turgut Uyar

Koşarken atların yelelerinden çıkan o ses, gürültü değil, nefes... Dünya işte, taştan sudan gazdan yapılmış bir kafes. Gözlerini yumup da visale erdiğinde insan, yakalara takılacak fotoğraf işte bu! İnsan da sanıyor ki, ölümden sonra başka hayat yok. Belki de bu değil, ölümle ebediyet arasında olandır hayat. Yaşarken küçük ölmekler değil mi zaten, insanın insanı bir başına bir kuytuda yakaladığında bir zamanlar yaşadığına delil isteyen? Her şiirde her kelime elbette kâinatın bir parçası... İster ondan yana olsun, isterse ona karşı. Pek muntazam tasarlanmış bu kâinatın kendisi şiir… Yıldız yıldız bağlanmış birbirine halka halka zincir gibi bazı şiirler bittiğinde insan kendi kendine de söylemiyor mu bunu, "işte ebediyet dedikleri bu." Kim bilir? Belki de! Zor, çileli, tahammül ister ve fakat düşüncesi bile güzel. Bazen bütün çabamız ölümü unutmaktan ibarettir. Fakat hakikat, ölüm mü yoksa unutmak mıdır? En çok da bu yüzden "iman", yani "inan" dediğimiz şey bir dine ya da bir düşünceye bağlanmanın dışında, doğrudan hüzünle bağlantılı bir kavram olmakla birlikte, bu yüzden hissedilebilen "bir şey" de aynı zamanda. Turgut Uyar'ın dediği gibi "senin hüznün bir yazgıdır." 22 Ağustos 1985'de sirozdan öldü Turgut Uyar. Elbette hüznün kalbi de ciğerleri de bozduğunu biliyoruz. İnsanın içinde bir çatlak kıpırdamaya başladığında yaşarması gözlerinin, yutkunması güç bela, boğulması ağlamaklara, kılıcını tutar gibi kalem tutması da bundan değil mi? İnsanın dünyadaki yerini bulamaması yahut yerini bulduğunda artık orada duramayacak olması… "İman", sadece bir kelime değil yani, keşke öyle olsaydı. O yediği ayazı unutmayan bir kurda benzer. O kurt bazı şairlerin şiirlerinde "Allah'ın emri ayrı, iradesi ayrı" bir şey olduğunu da söyler. Sadece varoluş sancılarının değil, "seni öyle, beni böyle" yaratıp varoluşu oluşturanın da bir çeşit satranç tahtası üzerinde itelediği taşlarla oluşu ortaya koyanın iradesinin de bir yansımasıdır. Seslerin yarattığı haleler onları ortaya çıkarmaya yarayan kelimelerden -anlatması güç bir biçimde- çok daha kuvvetlidir bu yüzden.

Turgut Uyar'ı "âşk, ayrılık" ve "ölüm" gibi kardeş kavramlardan asla uzaklaşamayan şiirleriyle İkinci Yeni'nin hayatı başarısızlıklarla dolu, ama şiiri en güçlü şairlerinden biri yapan da buydu. Kavramları kendi anlamlarıyla, ama kendine uygun olanları da kendiyle aynı kulvarda kullanabilmiş olması. Yazı tarihi boyunca her dönem bir öncekinden daha keskin şairler çıkmıştır ortaya. İstese de istemese de hakikatle ilgilenen, geleneğe bağlı yahut kendi geleneğini koyabilmiş ortaya ve bunu sağlayan da dönemlerin yapısı kadar karşı fikirlerin de karşılarında başka fikirler yaratmış olmasıdır. Turgut Uyar, imanını ortaya şiirleriyle koyanlardan. İnancı olmayanın bir fikri de olmayacağından şiiri de olmaz. İman, sadece "teslim olmak, kabullenmek" demek de değildir. Karşı koymak da bir çeşit iman ve inanların bir gereğidir. Sadece bu yüzden de "şair" denmez ona. Onun hakikati de burada, hüzünle harmanlanmış inanlarıyla yazdığı şiirlerde. "Açlık çoğunluktadır", "çokluk senindir" dediği yerde, "yokuş yol'a"da, sanki ölümü ve bir "celal tarlasına" benzeyen bu düzeni eliyle gösterişinde. 1960 darbesini açık açık selamlarken bile muhakkak ki, o da biliyordu "hayat kısa, devrim yok"tu. Ama söz uçar, söyleyen ölür, yazı kalırdı. Yazı kaldı. 

"güllerin bedeninden dikenlerini teker teker koparırsan
dikenleri kopardığın yerler teker teker kanar 

dikenleri kopardığın yerleri bir bahar filân sanırsan
Kürdistan'da ve Muş-Tatvan yolunda bir yer kana 

Muş-Tatvan yolunda güllere ve devlete inanırsan
eşkıyalar kanar kötü donatımlı askerler kanar

….

el ele gittiğimiz bir yolda sen gitgide büyürsen
benim içimde çok beklemiş, çok eski bir yer kanar"

Cumhuriyet Dönemi bir açıdan bir kıyım dönemidir, kendinden önceki ve sonraki her dönem gibi. Acele işe şeytan karışmış demek ki… Bizim gibi toplumlar "Cumhuriyet"in ne demek olduğunu bilmedikleri için "din" ve "devlet" birbirinden ayrılsın derken insanı da bunlardan uzakta, ama yine de bunlarla idare edip yine bunlarla bir şeye çevirmek istediği için. Bu yüzden birçok şey iki kutuplu, iki taraflı ve bu yüzden her iki taraf da birbirleriyle daima kanlı bıçaklı ve kavgalı olmuştur. Bütün denge de bunun üzerine kurulmuştur. Öyle ki "din", yanlısı için de onun düşmanı için de edebiyatta çoğunlukla dekoratif bir imge olarak kalmıştır. Bugün bu dekoratif imgeyi en çok kullananlar da İslamcılardır. Kusura baksınlar, insan kendinden alıp kendine satsa bir şeyi, ne iyi… O zaman ne komisyon, ne faiz değil mi? Bu kusurdur tabii, ama kusur aynada değil, aynaya bakanda. Bu türlü ortamlarda ve dönemlerde şairlerin kafasının karışık olduğunu söyleyenler Turgut Uyar'ı da "kafası karışık" tanımlamışlardır. Doğrusu, onu "kafası karışık" tanımlayanlar, onun düşünlerinin dengede olmadığına atıfta bulunanlar, açıkçası böyle imalarda bulunurken aslında onun taraf tutamadığına değinenler, "Bir Şiirden" adlı incelemesini oturup bir daha okumalılar. Şiirler ve şairler hakkında kalem sallarken Turgut Uyar'ın kafası asla karışmamıştır. En azından yok sayılması gerekenleri bile yok saymayacak kadar adaletli olmuştur. Kafası karışık biri yazabilir miydi zaten "Hiçbirinizle döğüşmem" diyen bu şiiri:

"Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırılpırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim diz boyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız" 

Karışık olan hayatına ilk kör düğümü atan muhakkak ki iyi bir hattat da olan harita subayı-binbaşı babasının kafasıydı. Büyüdüğü evin duvarında duran devlet rozeti. Değişen toplum karşısında bir insanı sabit tutmaya çalışırken bir de kendi haline bırakmıştı. "Özensizlik de dikkat ister" diye, buna denir belki de. Bu, baba vakasının ortaya çıkardığı bir diğer edebi kişilik de şüphesiz tasavvuf ehli olduğu halde "milliyetçi" duygularına hâkim olamadığı için dönemin MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş'e solcuları şikâyet eden satırlardan ibaret bir mektup da yazmış olan Sâmiha Ayverdi'dir. Fakat sahiden merak da ediyorum, bu milliyetçilik nasıl sığıyormuştu tasavvufa? Yanı sıra bu babalardan da bazen nedir bu çektiğimiz? Babalarımız; çünkü bizim hür generallerimiz, kaderimiz, yaratmaya çalıştıkları insanı gittiklerinde bile başuçlarımızda eli sopalı bir gardiyan gibi bırakanlarımız. Babalarımız, evlerde kamunun üzerimizdeki resmi göz bebekleri. "Kabına sığmayacak kadar başarılı olacaksın, ama kabını da kırmayacaksın" diye, gaipten gelip içimize yerleşen iç sesimiz. Cumhuriyet Dönemi'nin de İkinci Yeni'nin de neredeyse bütün şairleri ilk yarayı evde alan şairlerdir ve onları iyi şair yapan da budur. İyi değerlendirilirse, çocukluk travmaları müthiş eserlerin kaynağıdır. "Ben de bu eserlerin eseriyim" diye, sevinmek geliyor içimden niyeyse. Turgut Uyar ordudan ayrılıp da gürleşen hürriyetiyle yeniden sivilleşmenin ona verdiği yeni hüviyetiyle şiir yazmasaydı da şair gibi yaşardı, Allah'ı toplum olmuş bir evden yaralı çıktığı için. Aynı iman Sezai Karakoç'ta da vardı, onları birbirlerinden farklı kılan inanlarının içeriğiydi sadece. Ve imanla inancı karıştıranlar için de bir küçük hikâyecik: İnanlar, inanç değildir. Fakat ikisini bir araya getirebilen yürür gider. Zira toplum bunu böyle hazmetmeyi öğrenmiştir. "Allah var, gam yok" diyenlere karşı, "Allah var, gam da var" diyen birileri çıkmadığı için.

Cumhuriyet Dönemi'nin özgün ekolü İkinci Yeni cihan harbi sonrası ortaya çıkan büyük buhranın yarattığı koşulların, dengesiz akım "Dadaizm"den, Fransız şiirinin sürrealizminden, rahatı yerindelerin tek mantıklı eylem çağrısı Marksizmden, dönemin tek partili siyasi yapısına dayanan sömürücü ve karanlık dünya görüşünden ve onun da yarattığı baskının ortaya çıkardığı kültürel erozyonun da ürünü olan İkinci Yeni de bir inanlar dönemiydi… Ece Ayhan'ın deyimiyle İkinci Yeni "Bir toprak kaymasıdır, büyük bir depremdir" doğruydu bu. Fakat onu hareket ettiren coğrafya da kayıp gidiyordu. Bu dönemde bildiğimizden çok daha fazla hareket eden, yer değiştiren kavramların transfer biçimleri, kimlerin neleri nerelerde neye hizmet için nasıl kullandıklarıyla daha da görünür bir hale gelmesinde de etkili bir role sahipti. Bütün bunlar günün, dönemin edebiyat ortamında "gelenek" kavramının algılanma biçimine dair stratejileri de beraberinde getirmişti.

Yani birden çok ileri giderken birçok konuda, her şeyi ezerek üzerinden geçip giden bir kafileden başka hiçbir şey olmayan insanlığın ayakları altında kaldığını anladığında insan, bu ilerleyişin her defasında yeni savaşlar patlatan yeni çağların ayak seslerinden başka bir şey olmadığını anladığında, olmadı da hiçbir zaman, işte bu haline varoluşun bakarak yazmış sanki bazı şiirlerini Turgut Uyar… Anlamı, "yakarış, yalvarış" olan "Münacat" da o şiirlerden biri. Hakikat mi? Hakikat tabii! Bu şiiri diğer pek çok şiirinden biraz daha farklı kılan her şeyin "ne uğruna ve nasıl" sürüp gittiği konusunda bir izleğe sahip olmasıdır, sadece Allah'a sorulacak ve söylenecek olanlarla, ("Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla") konuşmuş olması halkla. Hayatı boyunca yazdığı şiirleri hayatıyla yan yana getirince bu şiir hayatı boyunca yazdığı şiirlerin de hayatının da üzerinde.

"birden hatırladık seninle buluşamadığımız günleri
gel ey büyük bakış yüce suskunluk gel artık beri 

kentleri ve kasabaları ve köyleri çevirdik senin adına
kapıları tutmaktan artık herkesin nasır oldu elleri 

olsun daha da tutarız sen varsan düşüncemizde ama gel
tutarız karaları ve denizleri ve yaşayan yürekleri

kendin karşı koydun yaptığın saraylara zindanlara tellere
yine kendin kullan artık kendi yaptığın tüfekleri

bozgun bir şubat sensin, ekmek ve kan senden, ekim sensin
nerende taşır büyütürsün nerende sonsuz geceleri" 

"Korkulu Ustalık"da yazdığı gibi Uyar'ın, daima dilde yeniliği savunmasına rağmen Divan Yazını'nda bir kaside biçimi de olan "Münacat" şiiriyle Divan geleneğini asimile etmeye çalıştığını yazanların, söyleyenlerin aksine onu çağın ve sahip olduğu inanların seviyesinde şekillendirmiştir. Doğrusu, Hakka mı yoksa halka mı yalvarır Münacat şiirinde, bence bu konuda çok da iddialı sözler etmemeli kimse. Turgut Uyar, Can Yücel'in deyimiyle "Turgut Uymaz", "Münacat" şiiriyle ne Hakka ne de halka yalvarmamış, güverteyi boş bulunca dümene koşanların işlettiği bu düzenin nasıl çalıştığını yazmış. Ne de olsa "necv" kökünden gelen "Münacat"ın bir anlamı da "fısıldamak, bir sırrı paylaşmak"tır. Her şey hemen de bir anda anlaşılsaydı, gerçekten de "Allah var, gam yok" olurdu. Allah var, gam da var. Bunu onun "Naat" şiirinde de görürüz. Kavramların yerini, anlamını değiştirmek onu değiştirmek kadar kolay değildir.

Tıklayınız.

Ayfer Feriha Nujen kimdir?

Ayfer Feriha Nujen; yazar, sosyolog ve mühendistir. İlk şiirleri on dört yaşından itibaren Taflan, Berfin Bahar, Varlık, Sincan İstasyonu, Üç Nokta, Kaçak Yayın, Deliler Teknesi, Az Edebiyat, Yokluk, Forum Edebiyat, Evvel Fanzin, Amargi gibi dergi ve edebiyat sitelerinde yayımlandı. Pek çok alanda ve türde çalışmalar yaptı. Halen T24'te haftalık yazılar yazmaktadır.

Bedenim Mezarımdır Benim, Yüzü Avuçlarında Solgun Bir Gül, Aşkın 7. Harikası Tac Mahal, Ay İle Güneş Arasında, Duasız Ölüler, Şairin Kara Kutusu/ Nilgün Marmara, Kırağı/Seyhan Erözçelik Şiirine Bodoslama, Öteki Cins Şair, Ey Arş Sıkıştır! yayımlanmış bazı kitaplarıdır. Yazmayı ve çeviriler yapmayı sürdürmektedir. İstanbul'a bağlı bir kasabada yaşamını sürdürmektedir.

 

Yazarın Diğer Yazıları

Aşılmaz eşikten geçti, yalnız ve haklı: Dicle Koğacıoğlu 

Hayat dersinin ceremesini bir başına çekmeye çok da fazla dayanamayacağı bir süreci yaşamaya başlamıştı tek başına

Tanrı türkü söylesin, "Deli Kurt" Atsız da dinlesin

Atsız'ın 20. yüzyılın destancıları ve şairleri arasında önemli bir yeri var kuşkusuz. Fakat onun "milliyetçilik" tanımı ebetteki Ziya Gökalp'in "milliyetçilik" tanımıyla uyuşan bir "milliyetçilik" değildir

Ne bir arzu ne de bir vasiyet: Beşir Ayvazoğlu, sen ebediyetsin!

Doğrusu, huyumuz da suyumuz da birbirine benzemiyor, ama bu "Ayvazoğlu, sen ebediyetsin" demeye de mani değil. Ayvazoğlu, el yazısı bile güzel, sakin adam, âkil adam

"
"