28 Haziran 2021
Rusya ile Çin'i tehdit olarak algıladığını tarihinde ilk kez olarak sonuç bildirgesine dolaylı da olsa not düşen, Brüksel'deki NATO 2021 Zirvesi sonrasında dünya barıştan galiba bir adım daha uzaklaşmış oldu. Bir İttifak için belki küçük ama insanlık için büyük bir adımla. Karadeniz'de bulunan bir İngiliz savaş gemisinin geçen hafta Kırım yakınlarındaki Rusya karasularından geçerek yaptığı tacize, Rus jetlerinin uyarı ateşi ile cevap vermesi, NATO zirvesinde mutabık kalınan o uzaklaşmanın sahadaki ilk işaret fişeklerinden biri oldu, sanıyorum. Bilmem, ileride devlet adamlarımız, tarihe "2021-2022 senelerinin III. Dünya Savaşı'nın işaretleri ile dolu olduğu, Türkiye'den de görülmüştür" şeklinde bir not düşecekler mi! Gelecekte neler olur, onu bilemeyiz ama, zamanında bir Türkiye Cumhurbaşkanı'nın "1937-1938 senelerinin, II. Cihan Harbi'nin işaretleri ile dolu olduğu, Türkiye'den de görülmüştür," şeklinde bir cümle kurduğunu biliyoruz.
Cümle 1947 yılında bir belge ile kayıtlara geçmiş. Üç çeyrek asırlık bu çok önemli belgeyi T24 okurları için tarihin tozlu raflarından indirerek bugün burada yer verelim istiyorum. Belge ile, Türkiye Cumhuriyeti devletinin o tarihlerdeki zirvesinin II. Dünya Savaşı yıllarına dış politika perspektifinden bakışını bütünlüklü bir şekilde görmemiz, büyük güçler ve komşularıyla ilişkilerini hangi kaygı ve saiklerle nasıl yönettiğini daha iyi kavramamız mümkün. Bu sayede Yeni Soğuk Savaşı idrak ettiğimizin söylendiği şu dönemde Türkiye olarak kendi tarihimizden geleceğe dönük dersler çıkarabiliriz, geçmişi ve bugünü biraz daha iyi tartışabiliriz sanıyorum.
Belge dediğim aslında İsmet İnönü'nün bundan tam 74 yıl önce, "Encyclopedia of Britannica" için kendi imzasıyla kaleme aldığı bir makale. Türkiye Cumhuriyeti ikinci Cumhurbaşkanı'nın ülkemizin 1937-1946 yılları arasında izlediği dış politikayı ayrıntılandırdığı bu makale, Şikago Üniversitesi Yayınları'nca 1947 yılı Mart ayında "10 Eventful Years" (Hadiselerle Dolu 10 Yıl) başlığıyla basılmış olan 4 ciltlik "Encyclopedia of Britannica" eserinde(*) kendisine İngilizce olarak yer bulmuş.
Söz konusu eserin yayınlanmasından altı ay sonra, Anadolu Ajansı makalenin Türkçesini neşretmiş ve Cumhuriyet gazetesi de 15 Eylül 1947 tarihli nüshasında bu metni yayımlamış. (Denildiğine göre, makale aynı gün Ulus gazetesinde de yer almış.) Ben makaleyi "İsmet İnönü'nün İngilizce bir ansiklopedide intişar eden mühim makalesi" anonsuyla ve "Türkiye'de Son On Sene İçindeki Siyasi Olaylar" başlığıyla yer veren Cumhuriyet gazetesinden(**) okudum.
Yazı, Türkiye'nin "Müttefikler(inin) davasına" II. Dünya Savaşı'nda yaptığı "hizmetlere" odaklanan bir perspektif göz önünde bulundurularak kaleme alınmış. Ancak Ankara'nın kendisini bir oldubittinin içinde bulabileceği koşullara doğru ilerlemekten, ülkeyi bedelleri çok yüksek olabilecek bir savaşa sokmaktan kaçınmak için nasıl aktif bir siyaset izlediğini göstermesi bakımından özellikle önemli. Bir ülkenin yanı başında cereyan eden bir savaşa dahil olmamasının, pasif bir tutum almakla, bir şey yapmayıp gelişmeleri izlemekle mümkün olduğu zannedilebilir. Oysa, bu çoğu kez böyle değildir. Nüfusunuza ve ekonominize ölümcül darbeler indirebilecek bir savaşa girmemek için, çoğu kez aktif -hatta proaktif- bir çaba içinde olmanız ve de "arkadan ittirenlerin" oyunlarını boşa çıkaracak ön alma çabaları yürütmeniz gerekebilir. Türkiye'nin bu karanının ardında belki moral ya da etik sebepler yatmıyor ama, devletin zirvesinin o tarihlerde "müttefiklerinin davasına hizmet" işini abartmama kararlılığı, birileri falanca coğrafyalara daha rahat geçebilsin diye yüzbinlerce insanını feda edeceği bir köprü görevi görmekten kaçınması çok değerli.
Ne mutlu bize ki, tarihin o kritik kavşağında devletin direksiyonunda kendisini dev aynasında görmeyerek ülkenin tam olarak ne halde olduğunu doğru takdir edenler, başkalarının misyonları için feda edilecek insanımız ya da harcanacak kuruşumuz bulunmadığına inananlar varmış.
Gelgelelim, İnönü'nün aşağıda yer verdiğimiz bu makalesi altını çizdiğim tüm önemine karşın, çok yakın bir tarihe kadar Türkiye'de II. Dünya Savaşı ile ilgili yayınlanan neredeyse hiçbir kitap, makale ve bilimsel tezde yer almamış. Araştırmacı Mehmet Arif Demirer'in, 2015 tarihli bir yayınında(***) altını çizdiği bu durum elbette "ciddi bir eksiklik."
Makalenin Türkçesini T24 kanalıyla yeniden yayımlamak, Türk dış politikası çalışanları ile meraklı okurların, önemli bir tarihi belgeye daha kolay erişerek dönemi daha iyi değerlendirmelerini mümkün kılacağı gibi, büyük tarihi dönemeçlerde barışın neden pasif bir tutum değil aktif bir eylemlilik gerektirdiğini daha iyi görmemizi, bölgesel ihtilaflarda tüm tarafların rezervlerini önemsememizin ne denli kritik olduğunu daha iyi anlamamızı da sağlayacaktır.
Şimdi sizleri, bazı minik tadilatlar dışında aslına sadık kalarak -en başında yer alan ve I. Dünya Savaşı sonrası ile 1937'ye kadar geçen kısımlarını hariç tutarak- aşağıda yer verdiğim bu makaleyle baş başa bırakıyorum.
(*) "10 Eventful Years, 1937-1946," Editör: Walter Yust, 4 cilt, Encyclopedia Britannica, Şikago Üniversitesi Yayınları, Mart 1947.
(**) Cumhuriyet gazetesi, Yıl 24, sayı: 8292, s. 1 ve 4, 15 Eylül 1947, İstanbul.
(***) "İkinci Dünya Savaşı ve Sonrasında Türkiye," Mehmet Arif Demirer, Türkiye Barolar Birliği Yayınları: 301, Kasım 2015, Ankara.
İsmet İnönü'nün İngilizce bir ansiklopedide intişar eden mühim makalesi:
Türkiye'de Son On Sene İçindeki Siyasi Olaylar
İsmet İnönü
(Cumhuriyet gazetesi, 15 Eylül 1947, s. 1 ve 4.)
(...)
1937-1938 senelerinin iç hayata taalluk eden en mühim tarihi hadisesi, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün 10 Kasım 1938'de ölmesidir. İstiklal Harbi'nin eşsiz kahramanı ve büyük reformlar devrinin idealist ve cesaretli kılavuzu, Türk milletinin yürekten minnetleriyle ağırlanmıştır. Medeni milletler, eski dostları ve düşmanları ayrılmaksızın, Atatürk'e kadirşinaslığın hürmetini göstererek Türkleri müftehir etmişlerdir. Atatürk'ten sonra, Türk devletinin siyasi ve sosyal alanda nasıl bir gelişme göstereceği, dünyanın merak ettiği bir şeydi. Türk milleti Cumhuriyette istikrarı ispat etmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politikası, bütün komşularla ciddi ve kalbi olarak iyi geçinmeye müstenit, samimi bir barış siyasetine dayanmakta idi. Yunanlılarla 500 senelik bir mücadele, iki tarafın yürekten arzusu ile terk edilmiş ve onun yerine dostluk ve müşterek emniyet dileği hâkim olmuştu.
Arap ülkeleriyle, İran ile iyi komşuluk havası vücut bulduğu gibi, Bulgaristan'la da diğer Balkan devletlerinden farklı olarak, Türkiye'nin arası nispetle en iyi ve normal sayılırdı.
1937 senelerine doğru, Türkiye'nin büyük devletlerle münasebeti şu şekilde hülasa olunabilir.
Sovyetlerle iyi dostluk münasebetleri devam ediyordu.
İngiltere ile İstiklal Harbi'nin düşmanlığından eser kalmamış, iki memleket arasında yakın bir dostluk, göze çarpacak surette teessüs etmişti.
Fransa ile tek ihtilaf mevzuu olan Hatay meselesinin adalet yolunda inkişafı üzerine, Türkiye ve Fransa arasındaki münasebetler iyileşmeye yüz tutmuştu.
İtalya ile Türkiye Cumhuriyeti'nin münasebetleri dalgalı idi. İki tarafta da, karşılıklı ziyaretler ve dostluk jestleri vakit vakit görülürdü. Fakat faşist idaresinin genişleme politikası ve çalımlı nutukları, Türkleri ciddi olarak şüphelendiriyordu. Habeşistan seferi esnasında, Türklerin Milletler Cemiyeti kararına uyarak müeyyidelere katılması ve Akdeniz emniyeti için İngiltere ile açıktan açığa görüş ve tedbir birliğine gitmesi; Türkiye ve İtalya'nın durumlarını, birbirine karşı zıt ve emniyetsiz bir hale getirmişti.
Türkiye'nin Almanya ile münasebetleri, 1937'ye kadar, daha ziyade ekonomikti. 1929'dan beri tesirleri devam eden büyük ekonomik krizin neticesi olarak, Türkiye de dış ticaretini güdümlü bir istikamete sokmuş ve döviz müşkülatı, Almanya ile alışverişe, kendisini mecbur etmişti. Bu sebeple, Almanya ile ticaret, Türkiye için ehemmiyetli bir mevki tutuyordu.
Birleşik Amerika, Türkiye Cumhuriyeti'nin inkişafını ve reformlarını sempatiyle takip etmiştir. Cumhuriyetin başından beri, Türkiye'de Amerika'yı temsil eden bütün büyük elçiler, Türkleri yeni hayatlarında açık bir suretle takdir ve teşvik etmişlerdir. Türkler, Amiral [Mark Lambert] Bristol, Mr. [Joseph] Grew ve General [Charles H.] Sherrill adlarını anmaktan zevk duyarlar.
Türkler kolektif emniyet için, Milletler Cemiyeti'nde çok hevesle çalışmışlardır. Kendi etraflarında kolektif emniyeti sağlayacak teşekkülleri kolaylaştırmışlardır.
1934'te Romanya, Yunanistan ve Yugoslavya ile beraber, Balkan Paktı'nı kurmuşlardır. Balkan Paktı'nın asıl maksadı, bu dört devletin iç hudutlarında emniyeti sağlamak ve zamanla Bulgaristan'ı dost olarak, içine almaya çalışmak, mümkün olmazsa, Bulgaristan'ın bir karışıklık çıkarmasına mahal vermemekti. Fakat, Balkan devletlerinin dış hudutlarındaki büyük devletlerle münasebetlerinde, Bulgaristan'la bir ihtilaf çıkmadıkça, kimseye bir taahhüt yüklemiyordu. Hatta, İtalya'ya karşı Yunanistan, Rusya'ya karşı Türkiye, ayrıca rezerv koymuşlardı. Hele, Balkan Paktı devletlerinden birinin Almanya ve İtalya ile yalnız başına muharebeye tutuşması halinde, diğer akitlere bir külfet vermiyordu.
Orta Doğu'daki siyasi tertipler arasında, Sadabad Paktı'nı da zikredebiliriz. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan bu pakta dahildi. Dostluk; iyi münasebetler ve bunların icabı olarak siyasi ve içtimai sahalarda birbirine yardım ve yakınlık, pakttan bekleniyordu. Fakat, otomatik işleyecek bir askeri taahhüt bu paktta yoktu.
Türkiye Cumhuriyeti için mühim bir siyasi hadise, 1936 Montrö antlaşmasının akdolunmasıdır.
Lozan antlaşması ile Türkiye'ye yüklenmiş olan Boğazlar rejimi, Montrö ile tadil olunmuştur. Lozan antlaşmasında, Boğazlar gayrı-askeri idi ve harp gemileri için geçit, en kuvvetli Karadeniz devletinin tonajı nispetinde olmak şartıyla, Akdeniz devletlerine açık bulunuyordu. Bunu, Sovyetler tasdik etmemişlerdi. Sovyetlerin de müzakeresine katılarak imza ve tasdik ettikleri Montrö Sözleşmesi'nde ise, Boğazların tahkim ve müdafaası hakkı Türklere tanınmıştır. Ticaret gemilerine tam serbestlik tanınmış, harp gemileri için barış zamanında Karadeniz'de kıyısı olan devletlerin gemileri, tonaj tahdidi olmaksızın serbest gireceklerdir. Diğer devletler, kaideten 30,000 tondan yukarı mecmu tonajda gemi geçirmeyeceklerdir. Harp zamanında, Türkiye muharip değilse, muharip devletlerin gemileri geçemez. Türkiye muharip ise, veya kendisini yakın bir harp tehdidi altında sayarsa, harp gemilerinin geçirilip geçirilmemesi, Türk hükümetinin ihtiyarına bırakılmıştır.
Montrö Sözleşmesi'ne bir lahika (2 numaralı) eklenmişti. Bunda, 1936 tarihli Londra Deniz Antlaşması esasları, hemen aynen kabul edilmiştir. Yani, hangi tonajda ve hangi evsafta gemilerin harp gemisi veya muavin gemi sayılacağı tarif ediliyordu.
II. Cihan Harbi esnasında, bu tariflerin kafi olmadığı sabit olmuştur.
1937-1938 senelerinin, II. Cihan Harbi'nin işaretleri ile dolu olduğu, Türkiye'den de görülmüştür.
Türkiye hem Sovyetlerle, hem İngilizlerle iyi münasebette bulunmaya ehemmiyet veriyordu. Türkiye Cumhuriyeti'ni memnun eden bir nokta da, İngilizlerle Ruslar arasında, bu senelerde iyi münasebetlerin inkişaf etmesiydi. Birbirine zıt iki dost arasında kalmak tatsızlığından, Türkiye sakınıyordu. Bu bakımdan siyasi durum, 1938 Münih Anlaşmasından sonra, endişeli görünmeye başladı. Fakat Mihver devletlerine karşı gerek Sovyetlerin ve gerek İngiltere ile Fransa'nın durumlarında esaslı bir fark olmayacağını, Türkiye zannediyordu.
1939 İlkbaharı, Türkiye'de ve Balkan memleketlerinde büyük heyecana sebep oldu. Almanya, Çekoslovakya'yı ve İtalya Arnavutluk'u işgal etmişlerdi. İngiltere Almanya'ya inanmaktan ümidini keserek, Avrupa'nın doğusunda saldırıya maruz kalan küçük devletlere, tek taraflı olarak garanti veriyordu. Ancak, Polonya'dan başka kendisine garanti verilmiş olan hiçbir devlet, mukabele etmiyordu. Hatta, bazı küçük devletler garantileri de kabul etmemişlerdi.
Bu esnada, Türkiye Cumhuriyeti ile İngiltere ve Fransa arasında karşılıklı garanti beyannameleri müzakere edilmeye başlandı. Bu beyannameler, imza edenlerin birbirine karşı vaziyetlerini bütün dünya önünde tayin ediyor ve bunların ittifak antlaşmalarıyla ikmal edileceğini tasrih ediyordu. Türkler beyanname müzakeresi açılır açılmaz, Sovyetlerle de bu müzakerelerde işbirliği yapmak lüzumunu; ilk anda ileri sürdüler. İngilizlerle Fransızların, Ruslarla da işbirliği yapmak niyetinde olduklarına mutmain oldular.
Türklerle İngilizler arasındaki beyanname 12 Mayıs 1939 tarihinde ve Fransızlar arasında 23 Haziran 1939 tarihinde imza edilmiştir. Sıkı çalışma ile, süratle meydana gelen bu beyannamelerden sonra, ittifak antlaşması hazırlığı, nispetle, yavaş yürümüş ve uzun sürmüştür. Bu arada, İngiliz ve Fransız heyetleri Moskova'ya giderek, Ruslarla müzakereye başlamış bulunuyorlardı.
Türkiye, Sovyetlerle İngilizler ve Fransızlar arasındaki 1939 müzakeresinin içyüzünü bilmiyordu. Fakat müspet bir neticeye varılacağına çok kuvvetle ümitli idi. Almanya ve İtalya, Türklerin; İngilizlerle ve Fransızlarla bir beyanname ile bağlanmasını büyük hiddetle karşıladılar. Türklere, radyolarda ve gazetelerde ağır tehditler ve ithamlar yapıldı. Bu hava içinde, Moskova'da cereyan eden İngiliz -Fransız -Sovyet müzakerelerinin neticesi bekleniyordu. Günün birinde, müzakerenin kesildiği ilan olundu. Sovyet Rusya ile Almanya arasında bir pakt imza edildiği öğrenildi.
1 Eylül'de Polonya harbi başladığı zaman, Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetlerle İngilizler arasında işbirliği ve siyaset birliği için beslediği şiddetli arzunun tam tersini görmek gibi bir hayal kırıklığı içinde bulundu.
1939 Eylül'ünde Polonya seferi devam ederken, Türkiye ile İngiltere ve Fransa arasında ittifak antlaşması müzakeresi yeniden başladı ve süratle ilerledi. Projeye göre de, İngiltere ve Fransa, Türkiye'nin tayin olunan bir nispette silahlandırılmasını ve Türkiye'nin Sovyetlerle silahlı bir ihtilafa sürüklenmemesini şart olarak kabul ediyorlardı.
Bu esnada Sovyetler, Türklerle bir ittifak antlaşması akdedilmek üzere, Türkiye Hariciye Vekilini Moskova'ya çağırdılar. Türkiye Hariciye Vekili, İngiliz ve Fransızlarla müzakeresi tekemmül eden projeden Sovyetleri haberdar etti ve muhtemel Sovyet antlaşmasına, İngiliz ve Fransızlar için bir rezerv isteyeceğini söyledi. Bundan sonra, İngiliz ve Fransızlarla hazırlığı bitmiş antlaşmayı imza etmeden, Moskova'ya gidip; Sovyetlerle görüşeceğini ve dostluğuna ehemmiyet verdiği iki tarafla münasebetini korumak için, acele emrivakilerden sakınmak istediğini İngiliz ve Fransızlara söyledi.
Hariciye Vekili Moskova'ya 25 Eylül'de gitmiş ve 17 Ekim'de ayrılmıştır. İlk müzakereler müspet cereyan etmiş ve Sovyetler, Türklerle bir ittifak antlaşması yapmak için İngilizlerle hazırlanan projede bir-iki tadilat istemişlerdir. Türkiye bu tadilatı, İngiliz ve Fransızlardan istedi. Uzun müzakerelerden sonra, İngiliz ve Fransızlar, bu tadilatı kabul ettiler.
Şu hâlde, Sovyetlerle bir antlaşma yapmak için lazım olan şartların tamamlanmış olduğunu, Türkler zannettiler. Tam bu anda Sovyetler, Montrö antlaşmasının hükümlerinde, Sovyetler lehine bir anlaşma ileri sürdüler ve bundan başka antlaşmaya Almanya için bir rezerv koymak istediler ve bunlar kabul olunduktan sonra, daha bir-iki noktada görüşüleceğini bildirdiler. Büsbütün yeni ve beklenmedik bu vaziyet karşısında, Türkiye ile Sovyetler arasında ittifak antlaşması müzakeresi kesildi ve Hariciye Vekili [Şükrü] Saracoğlu Moskova'dan ayrıldı.
19 Ekim 1939'da Türk – İngiliz – Fransız antlaşması, Ankara'da imza edildi. Bu antlaşmanın imzasından Sovyetlerin memnun olmadığı, resmi demeçlerden anlaşılıyordu.
Bu sene, Fransa'nın harpten çekildiğini ve İngiltere'nin yalnız başına adaları müdafaa ettiğini herkes bilir. Bu sene Romanya ilk taksime uğramış ve Almanya'ya kapılarını açmıştır. Suriye'de Vichy hükümeti otoritesini muhafaza etmiş, yani Türkiye'nin müttefiki olan İngiltere'ye karşı cephe almıştır. Keza, Irak'ta Raşid Ali hareketi baş göstermiştir.
Türkiye bu suretle, yalnız olarak Suriye ve Irak hudutlarından çevrilmiş bulunuyordu. Türkiye Cumhuriyeti için en mühim hadise de, Almanya'nın Türkiye aleyhinde en tehditli siyasi taarruza geçmesidir. Fransa'nın işgali esnasında, Almanların eline vesikalar geçmiş ve bunlara göre, İngiliz ve Fransızların, Ruslar aleyhine bazı tasavvurlarına, Türklerin taraftar oldukları ilan olunmuştu. Alman - Sovyet anlaşması gereğince, Rusya'dan Almanya'ya gönderilen maddelerden, İngiliz ve Fransızlar memnun değillerdi. İngiliz ve Fransızlarla Türklerin müttefik bulunmasından, Sovyetler memnuniyetsizliklerini saklamıyorlardı. Almanlar, Fransız vesikalarını neşrederlerken, gergin ve sinirli siyasi hava içinde, Ruslarla Türklerin arasında bir silahlı ihtilaf çıkarmaya yürekten çalışıyorlardı. Yahut Türkler yalnız kalmış oldukları için, bir Sovyet tecavüzüne karşı Romanya gibi, kendilerine yaklaşacağını tahmin ediyorlardı. Türkler, hadiseleri sükûnetle aldılar. Neşrolunan vesikaların kıymetli olmadığını ve Sovyetlere karşı dürüst politikalarını, Türkler Moskova'ya anlatmaya çalıştılar. Hadiselere intizar ederken, Almanya'nın umduğu gibi, kendisine yaklaşmak istidadını asla göstermediler. Aksine, İtalya'nın Ekim 1940'ta Yunanistan'a taarruzu üzerine, vaziyetlerini daha ziyade kararlı ve cesaretli olarak ilan ettiler.
Türkiye Cumhurbaşkanı, 1 Kasım 1940'ta, Büyük Millet Meclisi'nde verdiği nutukta, İngiltere için şunu söyledi: "İngiltere'nin zor şartlar içinde kahramanca bir mevcudiyet harbi içinde bulunduğu bir zamanda, onunla ittifak bağlarımızın sağlam ve sarsılmaz olduğunu söylemek benim için bir borçtur."
1941 İlkbaharı, Almanya'nın Balkanlara inmesi, Yunanistan ve Yugoslavya'yı işgal etmesiyle geçti. Bu suretle, Almanya ve İtalya karadan ve denizden Türkiye hududunu sarmış bulunuyorlardı. Almanya gerek Suriye'ye ve gerek Irak'a Türkiye içinden ve üzerinden yardım vasıtaları göndermek için çok çalıştı. Her vesileyle müzakerelerin ve teşebbüslerin arkası kesilmiyor çok ısrarlı oluyordu. Türkiye 1941 Nisan'ında bütün ordusunu seferber etmiş olarak, Trakya'da ve İzmir kıyılarında bulunduruyordu. Balkan devletlerinden sonra, kendi sırasını azimle bekliyordu. Meriç nehri üzerindeki köprüleri atmış ve Trakya'daki kıtalarını müdafaa hatlarına çekmişti. Bu askeri durum içinde Alman taleplerini reddediyordu.
Romanya'nın işgalinden sonra, bir aralık durgun bir şekil almış gibi görünen Sovyet -Alman münasebetleri, 1941 kışında tekrar sıcak manzara göstermeye başladı. İki memleketin devlet adamları mülakatlar yapıyor ve bu mülakatlardan sonra, hususiyle Türkler aleyhinde birçok havadis yayılıyordu.
1941 Şubat ve Mart'ında, Sovyetlerle Bulgaristan arasındaki münasebetler de gösterişli idi. Bazı Sovyet siyasilerinin Bulgaristan'a memuren gitmeleri üzerine, Bulgaristan'da Türkler aleyhine havadisler yayılıyordu. Hulasa, her şey, Türkiye aleyhinde bir taarruz hazırlığı işaretleriyle doluydu. İngilizler, Irak'ta, Suriye'de uğraşıyorlardı ve muvaffak oluyorlardı.
Bu esnada, Almanlar Türklere taarruz etmeyeceklerini ve bir dostluk antlaşması teklifini bildirdiler. Türkler geniş hükümlerle istedikleri bu antlaşmayı, İngiltere ile ittifak antlaşmasının hükümleri mahfuz kalmak şartıyla yapabileceklerini söylediler. Almanlar bu şartı kabul etti. Anlaşılıyordu ki, Almanlar, Türklere taarruzu, münasip görecekleri zamana tehir etmişlerdi ve Türkler de zaman kazanmayı kendi emniyetleri ve müttefiklerine yardım bakımından zaruri saymışlardı.
Alman ordularının Rusya'ya karşı uzun taarruzları ve Afrika'da, Mısır'a karşı hücumlarıyla geçen bu senelerde, Türkiye, Almanlara yol vermemek vazifesini ifa ediyordu. Bir taraftan, Montrö Sözleşmesinin bekçisi olarak, Akdeniz'den İtalyan donanmasını Karadeniz'e geçirmiyor, diğer taraftan, denizden ve karadan bir baskına karşı bütün kuvvetleriyle hudutları bekliyordu. Sovyetler ve İngilizler, Alman tecavüzlerine karşı savaşırken, Arap memleketlerinde, İran'da kendi aralarında emniyetle münasebette bulunuyorlar ve bütün kuvvetlerini dış cephede düşmana karşı kullanıyorlardı.
1941 sonunda, Amerika tecavüze uğrayarak harbe girdikten sonra, üç büyük Müttefik, Türkiye'nin vaziyetiyle alakadar olmaya başladılar. Türkiye'nin durumundan Büyük Müttefikler memnundular.
Amerika Cumhurbaşkanı, 4 Aralık 1941'de Türkiye'nin savunması Amerika'nın savunmasına bağlı olduğundan, Ödünç Verme ve Kiralama Yasası'na dayanarak ona destek vereceğini ilan etti ve 1942 Ocak ayının 19'uncu günü Sovyet hükümeti Ankara'daki büyükelçisi vasıtasıyla Türkiye hükümetine, durumundan dolayı memnuniyetlerini ve sadece tarafsızlığına karşı mükafatlandırılması kanaatinde bulunduğunu tebliğ ediyordu.
Mihver devletleri, 1941 ve 1942'de Türkiye'ye karşı fikirlerini birleştirememişlerdi.
İtalya bütün felaketlerinin sebebini, Türkiye'nin çiğnenip Arabistan'a karadan girilmemesinde buluyordu. Japonya, Türkiye üzerinde tecavüze geçilerek, Hint Denizi'ne inilmesini şiddetle arzu ediyor ve geçirilecek zamanların telafi edilemeyeceğini söylüyordu. Elalemeyn [Savaşı] günlerinde, Türkiye'ye bir ültimatom verilmesinin ciddi olarak düşünüldüğü anlaşılmıştır. Bütün bu tasavvurlar bir noktaya dayanıyordu: Türkiye'yi zorla ve büyük kuvvetle geçmek lazımdı. Bu imkânı bulmaya da henüz müsait zaman gelmemişti.
Türkiye Cumhuriyeti, harbin dördüncü senesinde, yalnız kendi mali kaynaklarıyla kendi memleketini türlü ihtimallere karşı korumaya çalışırken, Amerika, İngiltere ve Sovyetlere memnunluklarını söyletecek hizmetleri ifa etmiş oluyordu.
Almanlar, Elalemeyn'den ve Stalingrad'dan geri dönmüşlerdi. Amerikalılar Afrika'ya çıkmıştı. (Kasım 1942).
1942 bu suretle bitti.
1943-1944 seneleri
1943 başında, Mr. Churchill Adana'ya geldiği vakit, Türklerin vaziyetini takdir ettiğini bildiriyordu. Kazablanka'dan Mr. Roosevelt'in de vekaletini alarak gelmişti. Türklere istedikleri, alabildikleri kadar harp silahı verecekti. Türkler Almanlara yolu kapamıştı. Türklerin vaziyetini çok iyi anladığını söylüyordu. Türklerin silahlandırılması için, büyük bir program süratle yapılacak ve hemen tatbike konulacaktı. Harbin bundan sonraki cereyanında, Türkler harbe girmek zamanının tayinine kendileri karar verecekti.
II. Cihan Harbi'nde, Türkiye'nin Müttefikler davasına yapabileceği en büyük hizmet 1943 başında temin edilmişti. Bütün Avrupa'ya hâkim olan Almanlar ve İtalyanlar Orta Doğu'ya girememişlerdi. Bu hal, harbin siyasi ve askeri neticeleri üzerine başlı başına bir tesir yapan unsurlar arasındadır. Türkler, 1939, 1940, 1941, 1942 senesi sonuna, yani Stalingrad ve Elalemeyn muharebeleri kazanılıncaya kadar ve kuzey Afrika, Birleşik Amerika ve İngiltere tarafından işgal olununcaya kadar, Orta Doğu yolunu kapalı tutmaya muvaffak olmuşlardır.
1943 senesi, Müttefiklerin Akdeniz'de ve Rus ovalarında ileri hareketleriyle geçti. Büyük devletlerin liderleri sık görüştüler. Her görüşmede Türklerden bahis olunuyordu. 1943 sonunda, Türkiye Cumhuriyeti'nin harbe davet olunmasını, Tahran'da görüştüler ve bunu Türklere haber verdiler. Türkiye Cumhurbaşkanı Kahire'ye davet olundu ve orada Mr. Roosevelt ve Mr. Churchill ile bu meseleyi konuştu.
Türkiye, 1943'te kararlaştırılan silahlandırma işinin tatbik edilmemiş olduğunu gösterdi. Bununla beraber eski programda ısrar etmeyerek, harbe girmeyi esas itibarıyla kabul ediyor, Almanlarla Bulgarların müşterek hücum ihtimaline karşı, 2-3 ay zarfında mümkün olan asgari vasıtalarla teçhiz olunmasını ve hareket ve işbirliği tarzının kararlaştırılmasını istiyordu.
Bir İngiliz askeri heyeti, Ankara'da bu meseleyi uzun uzun görüştü. İngilizler Türklerin muhtaç oldukları malzemeyi veremiyorlardı. Türkler de İngilizlerin vermek istediklerini kâfi bulamıyorlardı.
Harbe davet olunan Türkiye ile konuşma tarzı da talihsiz idi. Türkiye'nin harbe girmesi konusu Tahran'da görüşülmüş, hatta yazılmış fakat ne görüşülüp ne yazıldığı söylenmiyordu.
1944 Şubat'ında Ankara müzakeresi neticesiz kaldı ve Türkiye aleyhinde basın polemiği başladı. Geçen beş sene unutulmuştu.
1944 Ağustos'unda İngilizler ve Amerikalılar, Almanya ile siyasi ve iktisadi münasebetlerin kesilmesini, Türkiye'den talep ettiler. Türkiye münasebetleri kesti, hatta harbe derhal girmek temayülünü gösterdi. İngilizler harbe girmek için, birinci adımın atılmış olduğunu ve zamanı gelince bunu da isteyeceklerini bildirdiler. Anlaşılan, bu esnada Türkiye'nin harbe girmesi, İngilizler, Amerikalılar ve Ruslar arasında ihtilaflı bir mesele idi.
1945 Şubat'ında, İngiltere ve Amerika'nın teklifi üzerine Türkiye Almanya ve Japonya'ya harp ilan etti. Türkiye, Birleşmiş Milletler'e aza oldu ve San Francisco Konferansı'na davet edildi.
Bu senelerde, Türkiye Cumhuriyeti'nin en mühim meselesi, Sovyetler ile münasebetleri olmuştur. Türkiye ile Sovyet Rusya arasında 1925'ten beri mevcut olan dostluk ve saldırmazlık paktının yenilenmeyeceği, 1945 Mart'ında Türkiye'ye bildirilmiştir. Kasım 1945'te sona erecek olan bu antlaşmanın, yeni şartlara uymadığını ve esaslı surette iyileştirilmesi icap ettiğini, Sovyet hükümeti bildirdi. Türkler, esaslı surette iyileştirilmiş yeni bir antlaşma yapılmasını kabul ettiklerini, cevapta söylediler. Yeni şartların ne olduğu, uzun müddet meçhul kaldı ve nihayet, 1945 haziranında, yeni şartlar hakkında alınan ilk malumat, Türkler için büyük bir hayal kırıklığı oldu.
Bu esnada, Türkiye aleyhinde radyo ve gazetelerde devamlı sinir harbi açıldı. 1945 Mayıs ve Haziran'ında, Türklerin Cihan Harbi içindeki hizmetlerinden, fedakarlıklarından hiçbir şey hatırlanmıyordu. Türkler bu haksız propaganda devrini sabırla geçirmeye çalıştılar. 1945 yazında Potsdam'da üç büyük devlet Montrö antlaşmasının değiştirilmesi için Türklerle görüşmeye karar verdiler. İngiltere ve Amerika fikirlerini söylediler. Bu fikirlerde Montrö antlaşmasının tayin ettiği usul içinde bir görüşme ve tadil arzusu meydana çıkıyordu.
Sovyetler, 7 Ağustos 1946 tarihinde bir nota vererek fikirlerini söylediler. Onlar esaslı fark olarak, Boğazlar rejiminin yalnız Karadeniz devletleri arasında görüşülmesini ve Boğazların Türkler ve Ruslar tarafından müşterek olarak müdafaa olunmasını teklif ettiler. İkinci bir nota ile bu teklifi teyit ettiler. Türkiye, bu talepleri kabul etmedi. Montrö Sözleşmesinin tayin ettiği prosedürle, hükümlerinin değiştirilmesi tezini müdafaa etti.
Sovyet Rusya ile Türkiye arasındaki münasebetler bu durumdadır. Gelecek inkişafların sulh ve adalet içinde Birleşmiş Milletler prensipleri içinde zuhura gelmesi ümit olunur. 1945'ten beri Avrupa'da ve Orta Doğu'da geçen hadiseler, Türkiye'nin BM içinde, insanlığın hayrına olarak, bir emniyet ve istikrar unsuru olduğunu göstermiştir. İngiliz milleti, Türkiye'nin geçmişte hizmetini ve iyi dostluk rabıtalarını daha iyi kavramış görünüyor. Amerika'nın, Türkiye'nin dürüst siyasetine itimadı da yenilenmiş ve artmıştır. Türkiye, barışa gelecekte ciddi hizmetler yapabileceğine inanmaktadır.
II. Cihan Harbi'nde Türkiye, mali ve ekonomik bakımdan çok ıstırap çekti. Kendi sosyal hayatını ilerletmek için ciddi gayretler gösterdi. İlköğretimden başlayarak kültürün her sahasında tesisler yaptı ve büyük programlar tatbike koydu. Toprak reformuna cesaretle girişti. Siyasi hayatında tek dereceli genel oy hakkını kabul etti ve Türkiye'de siyasi partiler faaliyete geçti.
Türkiye, çalışma hayatını düzenlemek ve teşkilatlandırmak için ciddi reformlara girişmiştir. Şimdiye kadar her nevi sosyal sigortalar için mühim kanunlar çıkarmış ve işçiler, batı demokrasileri modelinde teşkilat yoluna girmişlerdir.
Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir
İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken
“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor
© Tüm hakları saklıdır.