22 Ağustos 2016

Nükleer konukseverliğimiz sona erdi mi?

Epey bir zamandır Türkiye’nin üyeliğini gözden geçirebileceği söylenen NATO, Washington’un böyle bir kararıyla güneydoğu sınırını Romanya’ya çekmiş sayılabilir miydi?

2003 yılında ABD Başkanı George Bush ile Britanya Başbakanı Tony Blair’in “kitle imha silahlarına “sahip olduğu yalanıyla yerle bir ettiği, yakıp yıktığı Irak, -sonradan öğrendik ki- aslında hiç bir zaman bir kitle imha silahına sahip değildi.

Ama biz 2011 yılında öğrenmiştik ki, topraklarında asıl “kitle imha silahı” barındıran ülke, 2003’teki II. Körfez Savaşı’nda Irak’ı işgal eden ABD öncülüğündeki koalisyon kuvvetlerine 1991 yılındaki I. Körfez Savaşı’nda topraklarını açan ve bu ülkeyi aylarca havadan bombalama olanağı tanıyan Türkiye imiş.

15 Temmuz sonrasında Türkiye ile ABD arasında yer yer söz düellosuna da varan bir gerginlik belirmeseydi, bizler bu nükleer bombaların hâlâ burada olduğunu bir takım ayrıntılarıyla birlikte öğrenemeyecektik.

İncirlik konusundaki son gelişmeleri hemen özetleyelim:

15 Temmuz’un hemen sonrasında, ABD askeri kaynaklarının, elektrik ile yakıtı kesilen İncirlik üssünde bulunan nükleer silahlarını güvende hissetmedikleri haberleri duyuldu basında. Bu arada, NATO eski başkomutanı emekli orgeneral Wesley Clark’ın Türkiye’nin içinde bulunduğu konumdan “derin kaygı” duyduğunu okuduk. Aynı günlerde Ankara’nın İncirlik’teki nükleer silahların kontrolünde ABD ile birlikte söz sahibi olma isteğini dile getirdiğini de öğrenmiş oluyorduk. Ancak İncirlik’teki nükleer silahlarla ilgili en ayrıntılı bilgiye, Washington merkezli bir think tank kuruluşu olan Stimson Centre’ın Ağustos 2016 tarihli raporu ile kavuştuk.

Söz konusu raporda, ABD’nin İncirlik’teki üssünde konuşlu 50 adet B61 taktik nükleer silahı bulunduğu belirtiliyordu. Bu “yarım pozisyon “şekilde depolanmış bombaların kullanılabilmesi için başlıkları taşıyabilecek türde ABD savaş uçaklarının önce İncirlik’e gelmesi ve bombaları yükleyerek havalanması gerekiyordu. Yani “tam NATO pozisyonu” denilen şekilde bulunmuyordu bu bombalar.  Zira uçakların gelebilmesi ve bunları yüklenebilmesi için ayrı izin gerekiyordu.

Ağustos 2016 tarihli raporda, Türkiye’de bir iç savaş yaşanması durumunda ABD’nin bu silahların kontrolünü elinde bulundurup bulunduramayacağının soru işareti olduğu dile getirilerek, “zaten depolama amaçlı tutuyoruz, orada olmasına gerek var mı” demeye getiriliyordu. Ayrıca Washington’un Türkiye de dahil Avrupa’daki üslerinden mevcut B61 nükleer silahlarını çekmesinin ABD’ye önümüzdeki 5 yılda 3.7 milyar dolar tasarruf sağlayacağının da altı çiziliyordu.

Stimson Centre’ın rapordaki verilerden hareketle yaptığı 14 Ağustos 2016 tarihli değerlendirmenin başlığı ise Washington’un hissiyatını yansıtması açısından son derece manidar idi: “ABD’nin Türkiye’deki Silahları Teröristlerin, Düşman Güçlerin Eline Geçme Riskiyle Karşı Karşıya

Bu gelişmelerin ardından ABD’nin İncirlik’te konuşlu 50 adet B61 taktik nükleer silahını gizli bir şekilde bu üsten Romanya’daki Deveselu askeri üssüne kaydırmaya başladığına ilişkin haberler okuduk. Deveselu, ABD’nin füze kalkanı çektiği ve bu nedenle Rusya ile ihtilaf yaşamasına da sebep olmuş bir üstü.

Gerçi daha sonra ABD Hava Kuvvetleri Bakanı Deborah Lee James, İncirlik üssünde bulunan nükleer silahların emniyette ve güvende olduğunu, bundan emin olduklarını söyledi. Ancak üsteki bu bombaların tamamının akıbetini, ABD’nin bunların bir kısmını İncirlik’ten geri çekip çekmediğini, ileriye yönelik olarak ne planladığını öğrenemedik.

Bu arada biz “Bulletin of Atomic Scientists” isimli derginin 2011 tarihli 67. cilt, 1. sayısında yayımlanan bir başka makale sayesinde 5 yıldır biliyorduk ki, İncirlik’teki bu eski tip B61-12 tür nükleer bombalar zaten 2017 yılı itibarıyla geri çekilecek ve yerlerine B61-3/3 tipi yeni modeller gelecekti.

Raporları okuyunca zaten İncirlik’teki nükleer bombaların sayısında 1990’lardan bu yana bir gerileme olduğunu anlıyorduk. Belgeler bakılırsa, 2001’de bu sayı 90 idi. 2011’de 60-70 arasına inmişti. 15 Temmuz’da ise 50 kadar olduğunu öğreniyorduk. Yani B61’ler zaten peyderpey geri çekiliyordu. Peki o zaman bu son tartışmaların anlamı neydi?

Mevcut B61’lerin çekilmesi (!) yönündeki haberlere zemin teşkil eden söz düellosu acaba Ankara ile Washington arasında bilemediğimiz başka bir ihtilafa işaret eden “taktik” bir pozisyon muydu? Yoksa Deborah Lee James, eskileri geri çekilse bile yeni model nükleer bombaların İncirlik’te konuşlandırılmasını bir şekilde tehlikeye düşürebilecek bir pozisyondan kaçınma adına mı o son açıklamayı yapıyordu?

Ayrıca bombaların çekilme kararı Ankara’nın arzuladığı bir şey mi olacaktı yoksa kendisini bölgesel dengeler adına daha güvensiz hissetmesine sebep olacak bir hareket mi? Daha da önemlisi, eğer silahlar Romanya’ya nakledilirse, bunun nakiller dışında nasıl bir anlamı olurdu? Epey bir zamandır Türkiye’nin üyeliğini gözden geçirebileceği söylenen NATO, Washington’un böyle bir kararıyla güneydoğu sınırını Romanya’ya çekmiş sayılabilir miydi?

Bu ve benzeri sorular çoğaltılabilir. Zira bir soru akla daha sorulacak pek çok başka soruyu getiriyor. Getiriyor da nedense, TBMM’nin bu nükleer silahların Türkiye’deki varlığından haberi olup olmadığıyla ilgili bir soruyu getirmiyor. Getirmiyor, getirmez, çünkü Türkiye’de basın çok çok uzun süredir sorularını kamu menfaati gözeterek sormuyor. Başka saikler var devrede olan. Biz, böyle bir konunun kamu menfaati temelinde milletin vekillerince tartışılamadığı bir ülkeyiz maalesef. Bu tip mevzuların soruları ve cevapları o tapındığımız jeo-stratejik güç ilişkilerinin dinamiğine göre bizlerden bağımsız olarak belirleniyor. Kamunun bilgilenme hatta irade şekillendirme hakkını aklına getiren yok!

Ayrıca topraklarımızda Türk halkının haberi olmadan yerleştirilmiş “kitle imha silahları” olduğunu ilk kez öğrenmiyoruz. Türkiye topraklarına 1960 yılında da Türk halkının haberi, TBMM’nin de onayı olmaksızın nükleer başlık kapasiteli 15 Amerikan Jupiter füzesi yerleştirilmişti. Hatta bu füzeler, 1962 yılı sonbaharında Soğuk Savaş döneminin en ciddi politik krizlerinden birine de yol açmıştı.

Aslında o dönemki krizin temeli, NATO’nun 1954’te kabul ettiği Kitlesel Mütekabiliyet Stratejisi’ne dayanıyordu. Teşkilatın bu stratejiyle amacı SSCB önderliğindeki Doğu Bloku’ndan gelebilecek olası bir konvansiyonel ya da nükleer saldırıya nükleer silahlarla karşılık verebilmekti. NATO üyelerinin büyük bir bölümü ABD Başkanı Eisenhower’ın başının altından çıkan bu öneriyi kabul etmişlerse de, ülkelerine nükleer füze yerleştirilmesine izin vermeye niyetli değildi. Bu açık tehdit unsurunu topraklarına taşıyıp kendisini de doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’nin açık hedefi haline getirmeyi kabul eden 3 ülke çıkmıştı: İngiltere, İtalya ve Türkiye.

Türkiye, Adnan Menderes hükümetinin 25 Ekim 1959’da Paris’te imzaladığı gizli bir anlaşmayla nükleer başlıklı 15 Jupiter füzesinin topraklarına yerleştirilmesine izin vermişti. “Teknik işbirliği” adı altında anılan anlaşma uyarınca, söz konusu füzeler TBMM’nin onayına dahi ihtiyaç duyulmadan, kamuoyunun haberi bile olmadan 1960 yılı sonuna kadar Türkiye’ye getirilip yerleştirilmişti.

Aslında bölgede ezici bir nükleer üstünlüğe sahip SSCB için Türk topraklarındaki 15 nükleer füze, caydırıcı olmaktan çok tahrik edici bir özellik taşıyordu. Zaten füzelerin menzili SSCB’nin en önemli askeri merkezlerinin vurulması olasılığını ihtimal dışı bırakıyordu. Hâl böyleyken, SSCB’ye kafa tutan bir stratejinin açık uygulayıcısı konumunda olmak epey riskliydi. Füzeler ABD’nin talebi doğrultusunda yerleştirilmiş olsa da, Washington yönetimi için durum farklıydı. ABD, topyekûn bir savaş yerine Sovyet sınırına yakın bir “kanat” ülkesinin topraklarında geçecek sınırlı bir savaş stratejisini tercih ediyordu.

Sovyetler Birliği ile Türkiye arasındaki gerilim 1960 yılı mayıs ayında, Sovyet topraklarındaki askeri hedeflerin haritalarını çıkarmak üzere keşif yaparken düşen bir U-2 casus uçağının İncirlik üssünden kalktığı anlaşılınca farklı bir boyut kazandı. Başkan Nikita Kruşçev esti gürledi ve SSCB topraklarında casusluk yapılmasına izin verdiğini düşündüğü Türkiye’ye karşı açık bir tehdit niteliği taşıyan sözler sarf etti. Türkiye, nükleer bir felaketin eşiğine doğru adım adım ilerliyordu.

Uluslararası bir nitelik kazanan U-2 skandalı Türk Dışişleri Bakanlığı’nın “düşük profil” sergilemesi sayesinde geçici olarak bertaraf edildi. Ancak Türkiye’nin füze hazırlıkları gizli kapaklı bir şekilde devam etti. 1962 yılı temmuz ayına geldiğimizde, Jupiter füzeleri kullanılabilir hale gelmiş, operasyonları gerçekleştirebilecek Türk askeri personeli de eğitilmişti.

Aynı yılın sonbahar aylarında yeni bir gelişme, krizi kısa süre içinde derinleştirdi. 16 Ekim tarihinde ABD istihbaratı, Sovyetler Birliği’nin Küba’ya Jupiter benzeri orta menzilli füzeler yerleştirmiş olduğunu saptadı. 22 Ekim’de bir açıklama yapan Başkan John F. Kennedy’ye göre, SSCB Küba’ya Washington ile Panama Kanalı’nı vurabilecek 1000 mil menzile sahip nükleer başlıklı balistik füzeler yerleştirmişti. O günden sonra ABD donanmasına ait savaş gemileri Küba’yı ablukaya aldı. Amaç bu füzelere ateşleme sistemleri taşıyan Sovyet gemilerinin Küba limanlarına yanaşmasını önlemekti.

Abluka gerginliğin tırmanmasına yol açtı. Başkan Kennedy Küba karasularına girecek Sovyet gemilerinin batırılacağını ilan etti. Kruşçev bu tehditlere sert bir biçimde karşılık verdi. Dünya kamuoyu tansiyonun düşmesini beklerken, 11 Eylül’de Sovyetler Birliği, Türk topraklarına yerleştirilmiş Jupiter’lerden bahsederek, “karşılık vermek”ten söz etti. Türk halkı füze krizi vesilesiyle topraklarında nükleer başlıklı füzeler olduğunu öğreniyordu.

Türkiye, TBMM onayını alma ihtiyacı dahi duymadığı bir konuda uluslararası bir krizin içine çekilmişti. Tıpkı Küba gibi Türkiye’nin de kaderi iki büyük nükleer gücün iki dudağının arasında idi. Uluslararası kamuoyu, Sovyetler Birliği ile ABD’nin Küba ve Türkiye üzerinden nükleer bir savaş yürütmeye hazırlandıkları ihtimalini ciddiye almaya başladı.

Sovyetler Birliği’nin BM temsilcisi Rizkov, 25 Ekim’de Türk Dışişleri Bakanı Cemal Erkin ile yaptığı görüşmede, Jupiterler’in bir an önce Türkiye dışına çıkarılmasını istedi. Sovyetler, Küba’daki füzeleri ancak Jupiterler’in Türkiye’den çekilmesi karşılığında geri çekeceğini kabul ediyordu. Kennedy buna ilk başta karşı çıktı. Ancak ABD ciddi bir açmazın içindeydi. Sovyet önerisini kabul ederse füzelerini yerleştirdiği ülkeler nezdindeki saygınlığı zedelenecekti. Kabul etmemesi durumunda ise sıcak bir çatışma içine çekilmesi kaçınılmaz görünüyordu.

İşin ilginç tarafı, füzelerin çekilmesini Türk hükümeti de istemiyordu. Ankara, Türk topraklarına yerleştirilmiş olan füzelerin (sökülmesinin) hiçbir biçimde pazarlık konusu yapılmaması yolundaki görüşünü Washington yönetimine iletmişti. Aslında ABD de Sovyetler ile pazarlığa hazırdı. Ancak krizi yatıştırabileceği bir noktada, Ankara “kraldan çok kralcı” bir pozisyona girmişti. Belli ki, Ankara nükleer başlıklı füzeler topraklarından giderse kendisini daha güvensiz (!) hissedecekti.

27 Ekim’de Kruşçev, Jupiter füzelerinin Türkiye’den kaldırılmasını isteyerek, SSCB’nin Türkiye’yi işgal etme niyetinde olmadığını ilan etti. Sovyet lider ABD’nin de aynı güvenceyi Küba için vermesi gerektiğini ifade ediyordu. Kennedy zor durumdaydı. Aynı gün Küba üzerindeki bir U-2 casus uçağının Sovyetler Birliği tarafından düşürüldüğü haberi geldi. Ortam yeniden gerilmişti. Washington yönetiminin alacağı tutum çok önemliydi. Artık bundan bir adım sonrası diplomasinin lisanının bir kenara bırakılıp nükleer silahların diliyle konuşmak olacaktı. O lisan da en çok Türkiye ile Küba’yı yakacaktı.

ABD yönetiminin Şahinler kanadı tansiyonun dinmesinden yana değildi. ABD Hava Kuvvetleri Komutanı General Curtis Le May, Küba'daki füze mevzilerinin ivedilikle bombalanmasında ısrarlıydı. Kennedy’nin danışmanlarındaki hâkim görüş ise farklıydı. Onlar, Küba'nın vurulması halinde, Sovyetler'in karşılık olarak Türkiye’yi bombalayabileceğini düşünüyordu. SSCB Türkiye’yi bombalamasa bile, Türkiye'deki Jupiter füzelerinin kaldırılmasını istemekle yetinmeyip, nükleer başlıkla donatılmış 100 uçak ile 20 bin Amerikan askerinin Türkiye’den derhal çekilmesini ve tüm ABD üslerinin kapatılmasını da ısrarla talep edebilirdi. Washington yönetimi ya da en azından Başkan Kennedy bu hamleyi göze alamazdı.

Ernest May ile Philip Zelikow’un 1997 yılında kaleme aldıkları ve füze krizinin perde arkasını aktaran “The Kennedy Tapes: Inside the White House during the Cuban Missile Crisis” adlı kitapta yer alan ifadelere göre, Moskova ile krizde bir taviz verilmemesi halinde, Türkiye’nin Sovyetler tarafından girişilecek bir misillemenin kurbanı olması kaçınılmazdı.

Bu noktada Şahinlerin yükselen savaş çığlıklarına engel olabilecek tek kişi vardı: ABD Başkanı John F. Kennedy. Başkan Kennedy krizi çözecek gizli bir plan geliştirdi. Kardeşi ve Adalet Bakanı Robert Kennedy’nin aynı gün SSCB’nin Washington Büyükelçisi Dobrinin ile gizli bir şekilde bir araya gelmesini istedi. ABD Kruşçev'e, Türkiye'deki Jupiter'lerin sökülmesi karşılığında Küba'daki füzelerin kaldırılmasını öneriyordu. Ancak bir talebi vardı: ABD’nin bu girişimi gizli tutulacaktı. Ayrıca sanki bu yöndeki öneri SSCB’den gelmiş ve ABD tarafından reddedilmiş gibi davranılacaktı. Pratikte ise aynen uygulanacaktı. Kennedy’nin bunu yapmaktaki amacı, uzlaşma sonrası belirebilecek “ABD yakın müttefiki Türkiye'yi sattı” şeklindeki olası yorumları önlemekti.

Plan aynen bu şekilde ve başarıyla uygulandı ve 13 gün süren kriz sona erdi. Savaşın kıyısından dönülmüştü. Türk Dışişleri, pazarlığın Türkiye boyutundan çok sonraları haberdar olacaktı. 23 Ocak’ta ABD Türkiye’ye Jupiterlerin sökülmesi karşılığında Polaris denizaltılarının yerleştirilmesini önerdi. Ankara öneriyi kabul etti. Kriz sırasında Başbakan olan İsmet İnönü, olaydan 8 yıl sonra, “Amerikalılar bize Jupiterler’in demode oldukları için çekileceğini söylediler” şeklinde bir açıklama yaptı.

Türkiye’yi ve dünyayı felakete sürükleyebilecek bir kriz kazasız belasız atlatılmıştı. Darısı ileriki yıllarda yaşanacak krizlerin başınaydı!

Tarih öğretici derslerle doluydu!


twitter: @akdoganozkan

 

Yazarın Diğer Yazıları

Orta Doğu’da Arap sonbaharı

Batı’nın lacileri giydirdiği neo-Ladinist Colani güçlerinin Şam’a girmesi ve Esad’ın ülkeyi terk etmesinin ardından Suriye’de bir dönem bitti. Muzafferlerin sevinç çığlıkları yanıltmasın, kötü günler bitmiş ve şimdi sırada daha kötü günler de olabilir

Savaşın ekseni Türkiye sınırına dayanırken

İlk bakışta Lübnan ateşkesi akabinde, İran-Hizbullah ikmal hattını kesmeye yönelik bir hamle gibi görünen Suriye’deki cihatçı taarruzu en çok Tel Aviv’i sevindirmiş olabilir ama en çok Şam’ı mı, Tahran’ı mı, yoksa Ankara’yı mı üzecek, bunu söylemek için çok erken

‘Bibi’yi tutuklayanı yakarız’

“Kurallar temelli uluslararası düzen”, Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin Netanyahu ile Gallant hakkında alacağı tutuklama kararını önce 5 ay geciktirdi, şimdi de “sakın ha, tutuklarsanız yakarım sizi” deme yolunu seçiyor

"
"